Büyük bir şehrin, küçük bir kamu kurumunda, kendi halinde çalışan bir memurdu, unvansız, iddiasız ve kaygısız. Küçük şeylerle mutlu olabilmenin örnekliğini gösterircesine yaşıyordu adeta, sade ve sakin. İşi ve maaşı gibi, dünyası da küçüktü. Düşünce ve hayal dünyası da akışla uyum içinde, bunca küçüklüğe eşlik ederek seyrediyordu.
Meraklıydı lakin. Gözünü ve kulağını her daim açık ve uyanık tutmasından anlaşılıyordu bu. Ne var ki, giyimi şık ve estetik değildi. Çocukluğunda, annesinin ördüğü süveter, yerini eşinin ördüğü renk cümbüşü hırkaya bırakmıştı. Değişmenin ve gelişmenin ne olduğundan habersizce geride bıraktığı hayatından, bugüne yansıyan tek değişim de bundan ibaretti dense yeri var.
Zor ve meşakkatli bir çocukluktan geldiğini her sözüyle açık ediyor, her haliyle ele veriyordu. Kırsalın çocuğuydu ve bu yüzden olsa gerek, şehre henüz intibak edememişti. Şehirli olmak ya da şehrin insanı olmak gibi bir arzu taşıdığına dair, ne bir iz ne de bir işaret yoktu yapıp ettiklerinde.
Üzerinde taşıdığı saflık ve sadelik, ona yokluğun ve yoksulluğun biçtiği bir elbiseydi, bir erdem ve bir ahlak olmaktan ziyade… Eziklikle karışık bir tevazu gösterisi eşliğinde kabul görmek istiyordu, şehrin sivilceli delikanlıları tarafından. Başka türlü nasıl başa çıkabilirdi, doğup büyüdüğü köyünden, fersah fersah uzak olan bu şehrin pahalı zevkleri olan ucuz insanlarıyla…
İç dünyasında ustalıkla gizlediği hırs ve ihtirasla kaynayan bir kazan olduğunu, neden çok sonraları görebilmişti onu tanıyanlar. Aşırılığa kaçan hareketleriyle yerinde duramıyordu adeta. Bir yanardağ misali patlamıştı, içinde kaynayan hırs ve ihtiras kazanı. Kırdan getirdiği yokluk ve yoksulluk eseri saflığın, sadeliğin ve eziklikle karışık tevazuunun değil zerresi, tozu dahi kalmamıştı üzerinde.
Annesinin el örmesi süveterin, yerini eşinin el örmesi renk cümbüşü hırkaya bırakmasının çok ötesinde bir değişimdi bu. Sahiden bir değişim, lakin sahici olmayan bir değişim. Kökten ama köksüz. Esas itibariyle sonradan görmenin sığlığından ve öykünmenin sıradanlığından ibaret bir değişim. Estetik ve zarafetten yoksun bir marka fetişizmi içinde, bir tür gösteriş budalalığı. Yerini yadırgayan bir sığlığın ve çiğliğin, adeta sel olup paçalardan aktığı tanımsız ve tarifsiz, piç bir görüntü eşliğinde, her durumda görünür olma, her yerde görüntü verme şaşkınlığı içinde yuvarlanıp gidiyordu, ne yaptığından ve nereye gittiğinden habersiz olarak.
Kırdan gelen her insan gibi, şehre geldiğinde muhafazakârdı, neyi niçin muhafaza ettiğinin bilgisinden ve bilincinden uzak olsa da. İnanmıştı bir kez, muhafazakâr olmanın, mümin ve Müslim olmakla eş değer olduğuna. Nereden bilebilirdi, muhafazakârlığın statükonun muhafızı olmaktan ibaret olduğunu. Geleneklerine ödünsüzce tutunmuştu o yüzden, tutucu olarak anılmaya aldırış etmeden. Onu Frenkleşmeye çağıran şehir hayatından, ancak bu sayede korunabileceği telkin ve tavsiye edilmişti ona, köyünden kente indiğinde. Tanrıya tutunurcasına, yanında getirdiği geleneksel değerlere tutunması da bu yüzdendi.
Başka değil, sadece kendi olmak, kendi kalmak ve kendi olarak yaşamak istediği bu şehirde, ne olmuştu da suyun akış yönü değişmişti zaman içinde. Bankanın önünden geçmenin dahi gayretullaha dokunacağını düşünürken, şimdilerde kendisinin de çoğu kez sayısını unuttuğu banka hesap cüzdanları vardı çantasında. Kazanma hırsı, harcama hırsıyla at başı gidiyordu hayatında. Kazandıkça harcıyor, harcadıkça itibar kazanacağını düşünerek… İtibarın parayla satın alınabilen bir şey olduğuna inanmıştı bir kez, her nasılsa…
İçinden bir türlü söküp atamadığı o taşralı mahcubiyeti ve ezikliği, onu olmadık şeylere sürüklüyor, olmadık yerlere götürüyordu. Esasen hiçbir şey olmadığı halde, çok şey olduğunu, hatta her şey olduğunu düşünüyordu. Kimileyin düşünmekle de yetinmiyor, kocaman harflerle ikrar ediyordu, olur olmaz zamanlarda ve olur olmaz mekânlarda.
Kendi olacaktı, kendi kalacaktı, kendi gibi yaşayacaktı. Şehirli oldu diye Frenkleşmeyecekti. Direnecekti, köyünden getirdiği değerlere sığınarak. Şehrin sivilceli delikanlılarına benzemeyecek, pahalı zevkleri olan ucuz insanlarından da olmayacaktı. Koruyamamıştı onu, ne anadan ve atadan aldığı telkinler, ne akranın ve akrabanın verdiği tavsiyeler, ne de ait olduğu ama sahip olamadığı değerler ve yargılar. Belli ki can kulağıyla dinlememişti, telkinleri ve tavsiyeleri. Belli ki içselleştirememişti değer yargılarını. Sadece bir rozet olsun için taşımıştı yakasında, mahalle aidiyeti belli olsun diye.
Düşmüştü bir kez, bir girdabın içine. Hangi sebep ve saikler sürüklemişti onu bu iflahı gayri kabil boşluğa. Bir yerlere öykünmek mi, sahte ve suni bir itibarın peşine düşmek mi, olduğundan başka görünmek mi… Bir kez düşmeye gör oraya, o girdaba. Zira oraya, o girdaba düşmek demek, dönüşü olmayan kör, karanlık bir tünele girmek demektir, canı ve hayatı pahasına…
