Bizimle İletişime Geçin

Edebiyatımızda Ramazan

Hilali Gördün Mü?

Sanki tonlarca ağırlık kaldırmış, yürümüş, koşmuş, terlemiş, bütün kuvvetini kaybetmiş gibi çatalı masaya bırakıyor. Bunu yapmayacaktı. Babasına Ramazan ayının geldiğini haber veriyor. Tuhaf değil mi? Yani bu ülkede radyolar, televizyonlar, gazeteler, insanlar, sokaklar, binalar bunu bildirmiyor mu?
Asım Bey’in sıkıntısı bunalıma dönüşüyor. Nar çatlağı gibi yarılıyor dünyası, kızıl-karanlık bir mayi akıyor. O ney sesi berdevam. Fetanet, iş, dostlar, seyahat, dokuma fabrikalarına yapılan ek inşaatın açılış kokteyli. Yarın borsa bankerleri ile görüşülecek. Belki İsviçre’ye, İngiltere’ye gidilecek. Kaç gündür bakamadığı, yeni yatırımların fizibilite raporları gözden geçirilecek. Bir elinde bardak, öbüründe ufacık bir hap. Gökyüzüne bir daha bakıyor. Kavsini parlatan hilalin beyazlığı. Oruç.

EKLENDİ

:

Yazar: Mustafa Kutlu

Birisi ışığı açmış olmalıydı.

Tıkırtılar… Ayak sesleri… Derinden derine gelen, ilk anda ne olduğu pek çıkarılamayan bir müzik.

Profesör Asım Bey yatağında doğruluyor.

Terlemiş. Elini alnından, şakaklarından geçiriyor.

İlhan olmalı bu… Mutfaktan yana çatal, bıçak sesleri; çayını karıştırıyor.

Sıcak, bunaltıcı bir gece. Uzanıp etajerin üzerinden fosforlu saatini alıyor.

Sabaha pek bir şey kalmamış.

Karısı hırıltılı bir inleyişle bir yanından öte yanına dö­nüyor. İyice şişmanladı Fetanet Hanım. O hareket ettik­çe somyanın yayları kütürdüyor.

Bir sigara mı yaksa? Bu müzik, evet, galiba ney sesi.

Düşünmeksizin iniyor yataktan, terliklerini aranıyor. Gidip bir bardak su içecek, bir ilaç falan. Perdeyi aralayıp dışarıya bakacak. Oğlanı merak ediyor. Bu gece yarıları kalkıp bir şeyler tıkınmak da neyin nesi? Denetlenmeli, adımları sayılmalı bu oğlanın. Eve erken gelsin, aman üşütmesin. Bu çocuk niye bu kadar zayıf?

“Baba büyüdüm artık düşmeyin üzerime.”

Kaç yıldır söylüyor bunu? Bu çocuk hiç çocuk olmadı sanki. Doktor Ayhan’a uysa hepten bırakacak yakasını. Serbest bırakılmalıymış… Sıkılmamalıymış. Aslında bu ilgiyi zamanında göstermeliymişler.

Gidip perdeyi aralıyor. Yıldızları sayılır bir gece. Hilali görüyor.

Ağaçlara bakıyor, evlere. Bazılarının ışıkları yanıyor. Hep böyle oyalanacak mı?  Oğlunun yanına çıkmaya bir bahane mi arayacak? Sakin olmalı, iyice sakin. Robdöşambrının kuşağını sıkıyor. Dağınık saçlarını eliyle düzeltiyor.

– Ne o İlhan… Uyku tutmadı galiba.

Ona doğru yürürken söylüyor bunları, şefkatle gülümsüyor. Yıllardır açamadığı, açıp kucaklayamadığı kol­larıyla sanki onu sarmak, bağrında barındırmak istiyor. Birkaç saniye, bir iki adım. Sükût. Başını bile kaldırmıyor. Ve bir sevinç, aniden kabarıp kalkan umut, ısınan yürek, soğuyup katılaşıyor. Yeniden buzdan pe­lerinine bürünüyor.

Ne olur sanki dönüp baksa. “Gel sen de atıştır baba” falan dese. Abus.  Karşılığını bulamadığı, bu yüzden kesemediği yürüyüşünü sürdürüyor. Duraksamadan mutfak kapısına ulaşıyor. Yine beceremedi. Hiç olmazsa başucuna dikilebilir, sorusuna cevap almak üzere susabilir, bir an için onu zorlayabilirdi.

Dolaptan bir bardak su alıyor. Çok soğuk olmalı.

Yarısını boşaltıp musluktan tamamlıyor.

– İlaç almak istemiyorum ama…

Sesi çatlıyor. Artık cümleleri tamamlayamaz. Panik. Dönüyor, bir elinde bardak, kapının pervazına dayanarak ona bakıyor. Öylece bekliyor. “Hadi bak, babana oğlum, hadisene ulan … ” Hep böyle gelişiyordu. Öfke tepeye doğru tırmanıyor. Hâlbuki gidebilir. Hiçbir şey olmamış gibi, suyunu içtikten sonra gidip yatabilir.

– Ne diyordum, ilaca alışmak kötü…

Sanki kendi kendine konuşuyor. Neresinden tutmalı, nasıl başarmalı? Yıllardır kesilen, esasen belki de hiç kurulmamış olan; yani Fetanet olmadan, onun ağır gövdesi her yeri ve her şeyi kapsayan varlığı düşünülmeden, bir  suyun mecrasında akışı gibi  zorlamasız, yapmacıksız ve olması gerektiği gibi olan bir ilişkiyi, bir baba-oğul ilişkisini; işte böyle şeksiz şüphesiz ve gecenin bir vakti olup eşyanın en masum kisvesini giyindiği, insanların ve cinlerin hayatla-ölüm arasında bulunduğu bir zamanda, yalanların söylenemediği, ve gülüşlerin gerçekten gülüş, gözyaşlarının gerçekten gözyaşı olduğu kıpırtısız anlarda kurulması, denenmesi gereken ilişkiyi nasıl başlatmalı?

– Baba müziğin farkında mısın?

İşte böyle beklenmedik şeyler yapar.

– Güzel… Olağanüstü…

İlhan başını kaldırıyor, dimdik gözlerle babasına bakıyor. Hayret, merhamet ve nedense Âsım Bey’e göre biraz da nefretle bakıyor. Konuşmuyor. Bu çocuk adamı deli eder.

Şimdi gerçekten bir ilaca ihtiyacı var. Dolaba yöneliyor.

İlhan babasının hafifçe kamburlaşmış sırtını, tepesi dökülmüş kır saçlı kafasını, kepçe kulaklarını süzüyor. İktisat profesörü… Memleketin tanınmış simalarından fabrikatör Kemal Bey’in damadı, Akseki eşrafından -Bir gün babasının eşraftan mı, esnaftan mı olduğunu araştıracak.- Acaba öğrencileri onun için ne diyorlar? Fakülte koridorlarından geçerken, saygıyla eğilip selamladıktan sonra hocalarının ardından neler söylüyorlar? Konuşmalı mı?

Şu gecenin lekesiz yüzünü kirletmeden, yeniden ve belki sabaha kadar sürecek; anasını, ablasını uyandıracak, etrafı velveleye verecek bir konuşmayı şimdi başlatmalı mı? Ona nasıl ve ne için yaşadığını, neye inanıp neye inanmadığını sormalı mı?

Onunla bir gün mutlaka konuşacak ve bu konuşma her zaman olduğu gibi yeni alınmış bir palto üzerine olmayacak.

Âsım Bey bir elinde bardak, öbüründe ilaç, koridordan geçip salonun sokağa bakan penceresine kadar gidiyor. Perdeleri çekilmemiş, duvar kâğıtları yeni, mefruşatı klasik zevkle uygun bir salon.

İlhan oturduğu yerden babası ile birlikte bütün salonu görebiliyor.

– Baba!..

-Efendim!..

-Hilali gördün mü?

-Evet, çok güzel!

– Yarın Ramazan başlıyor.

Sanki tonlarca ağırlık kaldırmış, yürümüş, koşmuş, terlemiş, bütün kuvvetini kaybetmiş gibi çatalı masaya bırakıyor. Bunu yapmayacaktı. Babasına Ramazan ayının geldiğini haber veriyor. Tuhaf değil mi?

Yani bu ülkede radyolar, televizyonlar, gazeteler, insanlar, sokaklar, binalar bunu bildirmiyor mu?

Asım Bey’in sıkıntısı bunalıma dönüşüyor.

Nar çatlağı gibi yarılıyor dünyası, kızıl-karanlık bir mayi akıyor.

O ney sesi berdevam.

Fetanet, iş, dostlar, seyahat, dokuma fabrikalarına yapılan ek inşaatın açılış kokteyli.

Yarın borsa bankerleri ile görüşülecek.

Belki İsviçre’ye, İngiltere’ye gidilecek.

Kaç gündür bakamadığı, yeni yatırımların fizibilite raporları gözden geçirilecek.

Bir elinde bardak, öbüründe ufacık bir hap. Gökyüzüne bir daha bakıyor. Kavsini parlatan hilalin beyazlığı. Oruç.

Dönmesi, oğlunu karşılaması gerek. Demek sahura kalkmış. Hiç belli etmemişti. Kim yönlendiriyor onu, kimlerle konuşuyor. Denetlenmeli. Ama onu tanımıyor ki. Bu sıkıntıyı, bu ömrünün yegâne derdini çok iyi biliyor. Hatta seviyor. Sıkılmamış olsa,  hiç tınmasa; gaflet koyulaşacak,  iyicene yayılıp, ağdalanıp bütün benliğini kaplayacak.

– Baba özür dilerim!..

– Bunu açmazdım size. Nasıl oldu bilmiyorum, birden söyleyiverdim.

– Söylemeliydin, tabii söyleyeceksin.

– Böyle şeyleri tartışmak, iyice pörsütüyor, fena halde hırpalıyor beni.

Doluyor Âsım Bey, nerdeyse boşanacak.

– Dert etme …

– En iyisi gidip yat, annemi uyandırma.

– Uyandırmam.

O eski medresenin avlusunda bir nar ağacı vardı. Bir yanı kurumuş ihtiyar bir nar ağacı. Karısına bakıyor. Başı yastıktan kaymış, ağzı hafif açık, alnına bir tutam saç yapışmış, yüzü şişmiş, iyicene temizleyemediği göz makyajı dağılmış.

Her bahar bir acayip yeşillik fışkırırdı bu nar ağacından.

Uğraşıp dibini düzeltmişlerdi. Erzurumlu Yunus, Arapkirli Osman, kendisi, Murat, bir de Murat’ın köylüsü Kerim. Kerim’i yurdun yakınlarında bir kunduracıya çırak vermişlerdi. Dava delisi Kerim.

Yavaşça giriyor yatağa. Karısına dokunmamaya özel bir itina gösteriyor. Nevresimi boğazına kadar çekiyor. Bir ürperti kaplıyor vücudunu. Yaşaran gözlerini tavana dikiyor. Orda, gece lambasının loş ışığı altında beliren karaltılara dalıyor.

Nar ağacının altına bir sofra serilmiş. Arkadaşlarıyla çevrilip diz çökmüşler, iftar topunun atılmasını bekliyorlar.

(Ya Tahammül Ya Sefer, 1983, s. 18-24.)

Mustafa Kutlu (Erzincan, 1945-)

Çok Okunanlar