Gencecik bir gökdoğan süzüle süzüle uçuyor. Kâh bir nehrin üzerinden, kaynağını ararcasına kat ediyor yolunu, kâh bir dağı aşmak için yükseliyor. Pençesinde sıkı sıkı tuttuğu bir şey var. Ne olduğunu bilmediği bu mukaddes sırrı nereye taşıdığını da bilmiyor gökdoğan. Bu sır benim! DNA’sına kodlanmış tek malumatı tüm hücreleri emir telakki etmiş, yüksünmeden taşıyor mukaddesatını. Ağır değilim ona. Gayri ihtiyari yönünü tam gökyüzünün göbeğine çeviriyor. Hızlandıkça hızlanıyor, mavilikler koyulaştıkça lacivert bir korku sarıyor gökdoğanı. İçinden bir his haykırıyor:
– Bu yol gidilmesi gereken yol değil!
Acayip değil mi, gönül haddi bilip akla söylüyor.
– Haydi gökdoğan lacivert karaya çalıyor, karanlığa hapsolmadan dön buralardan!
Dünyanın yuvarlaklığını gözlerine sığdıracak kadar uzakta, yalnızlığını, hiç olduğunu tüm zerrelerince idrak edecek kadar sonsuzluğun başlangıcında durdu, içindeki sesi dinledi gökdoğan.
– Kaç, bir an bile durma, hiçliğin esasını bilmezsin sen!
Kaçtı, bir tsunamiden kaçar gibi… Kıyametten, kıyameti kıyamet yapan parçalanıştan, kaotik kalabalıktan kurtulmaya çalışır gibi daldı gökyüzüne. Oysa kopan bir kıyamet yoktu, koskoca bir boşluktan, sessizliğin korkunç çığlığından kaçıyordu son sürat. Dile kolay, saatte 400 kilometreye yaklaşan hızıyla bu âlemin en hızlısıydı gökdoğan. Tam da şimdi bu unvanın hakkını veriyordu, hızlıdan daha hızlıydı Gökdoğan.
Ağaçları seçecek kadar yeryüzüne yaklaştığında, yavaşladı, pençesini biraz daha sıktı, sırrını yokladı.
– Endişelenme, buradayım. Hafifliğimin üzerine biraz korku bulaşmış sadece.
Derin bir nefes alıp dalışı bıraktı, kanatlarına baktı, tüm görkemiyle korkuyu arkasında bırakan bir kaya kartalıydı şimdi. Asaletin koyu kahve elbisesi ne de güzel duruyordu üzerinde. Hedefine odakladığı keskin bakışlarında kendine güveni gördüm. Büyük, heybetli kanatlarında birazcık kibir kırıntıları vardı. Teleklerini yukarı kıvırıp süzülmeye başladı, zirveler onundu. Yolunu kaybetme endişesi yoktu, belli ki yoldan da haberi yoktu. Bazen daireler çizerek yükseldi gökyüzünde bazen pike yaptı yeryüzündekilere. Hız yarışının gümüş madalyasına kaya kartalının silueti kazınmış bir kere, hiç bu maharet gizlenir mi âlemden? O da hiçbir zaman gizlemedi zaten.
– Ah görkemli kartal, yorulmadın mı? Keşke biraz soluklanmak için konsan yeryüzüne, derin bir nefes daha alsan, kapasan gözlerini. Güneşin altın rengi saçları alnına değerken pençelerini toprakta gezindirsen, olmaz mı?
Gökyüzünden baktı yeryüzüne, bir yer beğendi kendine. Usulca konuverdi toprağın bağrına. Tereddütle birkaç adım attı. Uçmalı mı, yürümeli mi, yoksa yüzmeli mi? Bilemedi. Toprağa bağlanma hissinin, ruhunu sarmasından hoşnuttu. O, şimdi kanat açıklığı 2,5 metreyi bulan bir kazdı. Mahmuz kanatlı bir kaz! Gökyüzünü seviyor, sular âlemini merak ediyordu toprağın üzerinde paytak yürüyen mahmuz kanatlı kaz.
– Seçmek zorunda değilim, dedi.
Göğsünün üzerindeki mukaddes sırrı kalbinin her atışında hissediyordu, yoklamasına gerek yoktu, orada olduğunu biliyordu.
– Doğrudur, buradayım lakin kibir kırıntıları kalmış üzerimde.
Ne aradığını bilmiyordu mahmuz kanatlı kaz ama bulması gereken bir şeyler olduğunu tüm benliğiyle hissediyordu. Kaygılandı bir an. Neydi aranan, neredeydi? Yeryüzünde yürüdü, gökyüzünde uçtu, suda yüzdü. Gördüğünde muhakkak tanıyacaktı aradığını. O inandıkça ben büyüdüm içinde, ben çoğaldıkça umut kök saldı hiçliğine. Ne büsbütün kurtuldu ne de hapsoldu bilmediğine. Arayacak, aradıkça bulacak, buldukça bilecek elbet. Arşı taşıyanlardan İsrafil (as), elinde Sur’u, beklemekte. Beklenen o “an” yaklaştıkça yavaşlamakta mahmuz kanatlı kaz. Acaba bronz adımlarıyla zamanın mahkûmu olan, fani ömrüne sığdırabilir mi bu arayışı?
