İki Ceyhan: Cahit Zarifoğlu- Cemil Meriç
Cahit Zarifoğlu (Ankara – 1 Temmuz 1940 / İstanbul – 7 Haziran 1987)
Abdurrahman Cahit Zarifoğlu 1 Temmuz 1940 Ankara doğumlu. Anne ve babası Maraşlı. Baba tarafı Kafkasya’dan gelip Maraş’a yerleşen bir aile. Babası Niyazi Bey, memurluk, öğretmenlik ve hakimlik görevlerinde bulunmuştur. Niyazi Bey’in önceki evliliklerinden üç, Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nun da annesi olan Şerife Hanım’dan da üç olmak üzere toplam altı kardeşi vardır. Babası daha sonra annesinin üzerine başka bir hanımla evlenince evde aile huzuru kalmaz.
Siverek, Maraş, Ankara ve tekrar Maraş olmak üzere farklı şehirlerde ve okullarda ilkokul, ortaokul ve lise eğitimi gören Abdurrahman Cahit Zarifoğlu üniversiteye 1961 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisinde başlar. Aralıklarla on yıl süren eğitim sonrasında 1971’de filolojiden mezun olur.
Dalaman Kâğıt Fabrikasında çalışma hayatına başlayan Zarifoğlu, kısa bir süre öğretmenlik ve ardından resmî kurumlarda mütercimlik yapar. Uzun yıllar TRT’de mütercimlik görevinde bulunur.
1976 yılında Arvasi ailesinden Berat Hanım’la Üstat Necip Fazıl’ın tavassutuyla evlenir. Betül, Ayşe Hicret, Arife ve Ahmet adlarında dört çocuğu vardır.
1983’te ailesiyle Ankara’dan İstanbul’a taşınan Abdurrahman Cahit Zarifoğlu, 7 Haziran 1987’de vefat eder. Kabri Küplüce Mezarlığındadır.
Liseli yıllardan itibaren dergi çıkaran ve şiir-yazı kaleme alan Zarifoğlu, üniversite yıllarında önce Sezai Karakoç, ardından Necip Fazıl ve daha sonra da Nuri Pakdil ile tanışır. 1976 yılında arkadaşlarıyla önce Mavera dergisini çıkaran Zarifoğlu, aynı günlerde Akabe Yayınları’nı da kurar.
Şiir, öykü, deneme, roman, sohbet, eleştiri, çocuk hikâyesi, radyo oyunu ve inceleme alanlarında eserler veren Zarifoğlu, bu eserleri ile edebî kamuda kendine özgü bir ses oluşturmuştur.
Buyurun Cahit Zarifoğlu’nun Ceyhan Nehri’nden nasiplenmeye:
“Müslüman zorbalıkla değil, inancının gerektirdiği, tarif ettiği insan tipinin en güzel örneğini ortaya koymakla yükümlü. Birey olarak da toplum olarak da idare tarzı olarak da güzel örnekler ortaya koymakla görevli. Ayrı inançta olanlar bu örneğe bakarak tefekkür ederler (veya etmezler), nasipse benimserler, razı olurlar, değilse azgınlıklarını sürdürürler.” (Bir Değirmendir Bu Dünya, s. 42)
“İslâmiyet, Peygamber Efendimizin hayatından başka bir şey değildir. Ona benzemek, o ne yaptıysa yapmak, o ne emrettiyse onu yapmak ve yasaklarından uzak durmak. Bunu gerçekleştirmek içinse Peygamberimizin zihinlerde teşekkül etmesi ve bu görüntünün tek taklit merkezi olarak devamlı olması, tek denetleyicisi olarak kaybolmaması… Bize sürekli olarak onu göstermiyorlarsa, biz sürekli olarak onunla olalım. Onu anlatan makbul siyer kitapları okumak ve yaygınlaştırmak, yapılacakların, diğer modellerden kaçmanın en kestirme yolu…” (Bir Değirmendir Bu Dünya, s. 119)
“Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim” (Şiirler, s. 491)
“Kurtuluşu bütün dünya Müslümanları için düşünelim. O zaman İslam’a hizmet için kümeleşmiş grupların, değişik tarzda yürümelerine rağmen, yan yana olduklarını göreceğiz. Alnı secdeye inen insanların sesleri birbirine bağlanabilirse, ancak o zaman sokaklar, meydanlar ardına kadar açılır.” (Okuyucularla, s. 62)
“Ben İslâmî duyarlığa sahip bir şairim. Bununla iftihar ediyorum. Ya başka türlü olsaydı? Aman Allah’ım! İslâmî duyarlığa sahip olmak, her şiirde mutlaka İslâm’ı işlemek değil elbet. Ama sizin bu duyarlığa sahip bir şair olduğunuzun bilinmesi, teması itibarıyla ortadaki bir şiirinizin bile İslâmî bir atmosfer içinde algılanmasına yeter. Benim şiirlerimde hadis-i şerifler, belki ayetler, tasavvuf, menkıbeler, İslâmî davranış biçimleri, tavırlar, tepkiler, kabuller, suda erimiş madenler gibi vardır. Genellikle doğrudan doğruya, bangır bangır bağırarak söylemem. Onlar ömürsüzdür. Onlar ömürsüz olduğu için, bir sezgiyle bu yoldan kaçarım. Madem şiir yazıyorum, önemli olan ilkin şiirdir. Ama ona tadı, kaliteyi, evsafı verecek olan, içinde erimiş olanları ihmal etmeyeceksiniz.” (Konuşmalar, s. 110)
“Büyüklerimizin ‘Âlimler, efendi olmaya layık kimselerdir. Bilgisiz ululuğun sonu horluktur’ diye veya ‘Oku, çünkü ilim fakirlikte servet, zenginlikte ziynettir’ diye tarif ettikleri ilim, kişiyi Rabbinden başka arzusu olmayanların katına yüceltir.” (Zengin Hayaller Peşinde, s. 220)
“Necip Fazılı on beş-yirmi dakika dinleyen biri kendi dünyasının ne kadar küçük, değersiz olduğunu derin derin anlar. Sohbetlerin, büyüklerin dizlerinin dibine oturmanın neler ifade ettiğini anlıyorum. Tasavvuftaki sohbet medeniyetini anlıyorum.” (Yaşamak, s. 44)
Cemil Meriç (Hatay – 12 Aralık 1916 / İstanbul – 13 Haziran 1987)
Hüseyin Cemil Meriç 12 Aralık 1916, Hatay-Reyhanlı doğumlu. Babası Mahmut Niyâzi Bey’dir, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır. Dedesi Dimetoka Müftüsü Hafız İdris Efendi’dir. Babası Balkan Harbi sırasında Dimetoka’dan Edirne’ye, oradan da Hatay’a göç etmiş. Hatay’da banka müdürlüğü ve mahkeme reisliği yapmıştır. Babasının görevi nedeniyle 1923’e kadar Hatay’da kalır. Daha sonra 1923’te Reyhanlı’ya döner ve orada Rüştiye Mektebine başlar. Reyhanlı Rüştiyesinden 1928’de mezun olur. 1928’de Antakya Sultanisi Ortaokuluna başlayan ve Pertevniyal Lisesine bir süre devam eden yazar daha sonra 1936 Mayıs’ında döndüğü Antakya’da Antakya Lisesini bitirir.
Bir dönem Türkçülük etkisinde kalan yazar daha sonra Marksizm’e yönelir. Fransızcası iyi olduğu için lise öğrencisiyken Gaston Jêze’in maliye ile ilgili 400 sayfalık bir kitabı ile Stalin’in Pratik Teori adlı kitabını çevirir ama bunlardan çeviri ücreti alamaz.
1937 yılından itibaren başta öğretmenlik olmak üzere memurluk, nahiye müdürlüğü, mütercimlik, kâtiplik gibi görevleri yapan yazar, Marksizm’i savunduğu için bir süre cezaevinde kalır. 1942’de kaydolduğu Yabancı Diller Yüksekokulundan mezun olur ve Elâzığ Lisesine Fransızca öğretmeni olarak atanır. 1945’te tekrar İstanbul’a dönen yazarın birçok dergide çevirileri yayımlanır. Gözlerindeki rahatsızlıktan dolayı askerlikten muaf tutulur.
19 Mart 1942’de Fevziye Hanım’la evlenir. 1 Nisan 1945’te mahdumu Mahmut Ali Meriç,16 Aralık 1946’da da kerimesi Ümit Meriç dünyaya gelir. 1946 Yılının Aralık ayında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine Fransızca okutmanı olarak atanır.
Bu günlerde gözlerindeki rahatsızlık artmasına rağmen çeviri yapmaya devam eder. 1951’de İstanbul Üniversitesi Edb. Fak. Felsefe Bölümüne doktora öğrencisi olarak kaydolur. Aynı zamanda Fransızca öğretmenliğine devam eder. 1954’te tamamen görme yetisini kaybeder. İstanbul’da ve Paris’te birkaç göz ameliyatı olur ama bunlar olumlu sonuçlanmaz. 1955’te annesini kaybeden Cemil Meriç, görme yetisini de kaybedince birçok çeviri çalışması ve telif eseri yarım kalır. 1963’te İÜ EF Sosyoloji Bölümünde ders vermeye başlar.
1964’te Hint Edebiyatı (Bir Dünyanın Eşiğinde) adlı eseri yayımlanır. 1964’te gazete ve dergilerde deneme ve makalelerine yer verilir. 1974’te Bu Ülke ile Umrandan Uygarlığa okurla buluşur. 1978’de Mağaradakiler, 1980’de Kırk Ambar okurun huzuruna çıkar. Bir Facianın Hikâyesi 1981’de basılır. 1984’te Işık Doğudan Gelir adlı eseri ile 1985’te Kültürden İrfana adlı eseri yayımlanınca okurun beğenisini kazanır. Jurnal I – II vefatından sonra okuruyla gün ışığına çıkar. 1984’te geçirdiği beyin kanaması sonucu sol tarafı felç olur. 13 Haziran 1987’de Hakk’a kavuşur.
Cemil Meriç’in çeviri, inceleme ve deneme türlerinde toplamda 24 eseri yayımlanan yazar, Türk düşüncesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Buyurun Cemil Meriç’in Ceyhan Nehri’nden nasiplenmeye:
“Semavi kitapların emri: “Öldürmeyeceksin”. Hıristiyan Avrupa en sefil çıkarları için dünyanın bütün Mandarenlerini öldürdü ve öldürmeye hazır. Goethe: “Ya örs olacaksın ya çekiç” diyor. Şark, Sadi’den Gandi’ye kadar aksi kanaatte. “Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez.” Kim haklı? (Bu Ülke, s. 206)
”Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla.” (Bu Ülke, s. 39)
“Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: Düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?” (Bu Ülke, s. 57)
“Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.” (Bu Ülke, s. 97)
“Kapitalizmin tek amacı kazançtır. Çeşitli rekabetler at oynatır burada ve insanın insanla sıcak, dostça münasebeti yerine para girmiştir. Kapitalist için müşteri vardır. Kapitalizmin ilk harfi egoizmdir. Artık insan eşyanın emrindedir, eşya insanın değil. Bütün insan münasebetlerini eşyanın arkasından görmek yabancılaşmanın ilki ve en korkuncudur.” (Kültürden İrfana, s. 135)
“UNESCO, açıkgöz düşünce cambazlarının büyük bir iştiha ile memelerine sarıldıkları garip bir inek. Süslü kutularla sunulan bir afyon UNESCO. Amacı Asya ile Afrika’yı terbiyeli bir sirk hayvanı haline getirmek, kurdun dişlerini törpülemek ve köpekleştirmek.” (Kültürden İrfana, s. 332)
“Tarihin en büyük medeniyeti Osmanlı medeniyetidir. Avrupa’nın toprağa bağladığı vatan mefhumunu, bayrağa ve imana bağlayan bir medeniyet. Millî kinlere yabancı. Her inanca hürmetkâr. İnsanı insana düşman yapan sınıflardan uzak, alan değil, veren; istismar eden değil, imar eden. Fedakâr, altruist bir medeniyet. Her şey mânâdır, maddeyi eterize eden, buharlaştıran bir medeniyet.” (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 364)
Bir Ceyhun: Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov (Kırgızistan Şeker Köyü – 12 Aralık 1928 / Ata Beyit – 10 Haziran 2008)
Cengiz Aytmatov 12 Aralık 1928, Kırgızistan’ın Talas Vadisinde bulunan Şeker köyü doğumlu. Babası Törekul Aytmatov; annesi ise Nagima Hamzayevna Aytmatov’dur. Dört çocuklu ailenin ilk çocuğudur. Babasının devletteki görevi dolayısıyla ilk eğitim yıllarının bir kısmını Moskova’da geçirir. Kırgız Türkçesini savunan Törekul Aytmatov, profesörlük unvanına rağmen Stalin tarafından halk düşmanı ilan edilerek katledilir. Katledilmeden önce durumu fark eden Törekul Aytmatov eşini ve çocuklarını zor duruma düşmemeleri için Talas’a/Ata-Yurt’a gönderir. Bu, Cengiz Aytmatov’un yaşadığı trajedinin ilkidir.
Amcası Rızkulbek Aytmatov, Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için 1937’de Stalin tarafından öldürüldü. Dokuz yaşında kimsesiz kalan Cengiz, ailenin (annesinin ve diğer üç kardeşinin) bütün yükünü üstlenir. Rejim tarafından dışlandığı için çevresindekiler de Aytmatov ailesini dışlar. Atalar yurdu, onu ve ailesini vebalı dışlamaların lanetinden korur. Bu zorluklar Aytmatov’u daha bir olgunlaştırır.
Aytmatov Atalar Yurdunda babaanne Ayımkan ve “Karakız Apa”nın anlatılarıyla beslenerek yaralı bilincini sağalttı. Böylece Aytmatov, söze dönüşerek, öyküsünü dinlediği toprakların adını geleceğe kazıdı.
1938’de annesinin görevi nedeniyle Cengiz Aytmatov, ailesiyle Kirovskoe’ye taşınınca, burada Rus yatılı bölge okuluna gitti. II. Dünya Savaşı dolayısıyla 1942’de yine okulunu bırakarak köyüne dönünce Köy Sovyet’i (Kolhoz) sekreterliğine tayin edildi. 13 yaşındayken vergi memurluğu/muhasebecilik ve Rusça öğretmenliği yaptı. Bu görevler ona ilerde çok yararlanacağı gözlemcilik yetisi kazandırdı. Hem köyünde beslendiği geleneksel kültür hem de acılarını derinden yaşadığı II. Dünya Savaşı onun yazarlığına önemli katkılarda bulundu.
Cengiz Aytmatov, 1946’da Cambul’daki Veteriner Okulu’na kaydoldu ve iki yıl okuduktan sonra 1948’de Kırgızistan Frunze’deki Tarım Enstitüsü’ne kaydoldu. Aytmatov, bu enstitüden 1953’te mezun oldu. Cambul’daki hocalarından Aleksy V. Şutubendorf, Aytmatov’u öyküye yönlendirdi (Akmataliyev 1998: 17). Tarım Enstitüsü’nde ise, okumaları daha sıklaştı ve yeni bir boyut kazandı. Cengiz Aytmatov, 1952’de Rusçaya çevrilerek Pravda’da yayımlanan ilk öyküsü “Gazeteci Cyuda”yı yazdı.
Yazdıklarıyla eleştirmenlerin dikkatini çeken Aytmatov, yaratıcı yazarlık dersleri veren Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne davet edildi. 1956-1958 yılları arasında Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etti. 1957’de “Yüzyüze” öyküsünü yazan Aytmatov, bu öyküsünde insanın duygularıyla aklı arasında yaptığı seçimi tezli bir biçimde sorguladı.
1958’de ise asıl çıkışını yaptığı “Cemile” adlı öyküsünü kaleme aldı ve öykü, Sovyetlerin en ünlü edebiyat dergisi Novy Mir (Yeni Dünya)’de yayımlandı. Öykü, Fransız eleştirmen Louis Aragon’un dikkatini çekti. Aragon, Cemile’yi “dünyanın en güzel aşk öyküsü” ilan ederek Aytmatov’u Fransa edebî kamusuna tanıttı.
Stalin’in ölümünden sonra 1957’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Sovyet Yazarlar Birliği’ne, 1958 yılında Moskova’da Edebiyat Fakültesi’ne kabul edildi. 1959 yılında Novy Mir’in editörlüğünü yaptı ve buradaki görevini 1967 yılına kadar sürdürdü. Novy Mir’den sonra Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğü ve beş yıl boyunca süren -1960-1965 yılları arasında- Pravda Gazetesi Orta Asya muhabirliğini yaptı.
1963 Yılından itibaren yayımlanan eserleri Sovyet Yönetiminden ödüller aldı. 1968’de Kırgızistan millî yazarı seçildi. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u “Sosyalist İşçi Kahramanlığı” ile ödüllendirdi. Pek çok edebiyat akademisinden ödüller alarak kurum yöneticiliklerine getirildi. Gün Olur Asra Bedel ile pek çok ödül aldı.
80. yılını kutlamaya hazırlanan ve Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için Tataristan’ın başkenti Kazan’a giden Aytmatov -16 Mayıs 2008- tarihinde rahatsızlanınca böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya’ya götürüldü. Nürnberg şehrinde tedavi gören Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de hayatını kaybetti. Evli ve dört çocuk babası yazar, Bişkek’teki Ata-Beyit’te toprağa verildi.
Türk edebiyatında önemli yerler edinen üç önemli yazarın hayatı kısa ve öz anlatıldı yukarıda. Cahit Zarifoğlu ile Cemil Meriç, Ceyhan nehrini yansıtırken Cengiz Aytmatov’sa Ceyhun nehrini yansıtır. Haziran ayında vefat eden bu üç yazar da yazılarıyla kendi nehirlerini kurarak gelecek nesillere seslenmişlerdir.
Buyurun Aytmatov’un Ceyhun Nehri’nden nasiplenmeye:
“Niçin babalar çocuklarını, çocuklar babalarını bu kadar çok sever? Niçin, niçin, bu acılar?” (Gün Olur Asra Bedel, s. 255)
“Kazangap’ın mezarını burada kazmak zorunda kaldık. Çünkü onu atalarımızın vasiyet ettiği mezarlığa gömemedik, buraya getirmeye mecbur olduk. (…) Ey büyük Allah’ım, günahlarımızı bağışla, Kazangap kulunu rahmetle kabul et! Eğer layık ise ruhuna ebedî huzur ver! Bize düşeni yerine getirmeye çalıştık. Gerisi sana kalmış.” (Gün Olur Asra Bedel, s. 418)
“Kimsenin elinde değildi Cemile’ye bakmamak. Cemile, arabanın korkuluğuna dayanır, çuval sırtlamak için hafifçe eğilir, omuzunu uzatır, güzel gerdanını meydana bırakarak başını geri atar, güneşten yanan örgülü saçları neredeyse yere değecek gibi sarkardı.” (Cemile, s. 32)
“Sultanmurat annesini de düşünüyordu. Onun hayatını kolaylaştırmak için ne yapmalıydı? Yorgun, bitkindi anacığı. Kolhozda ineklere bakıyor, evdeyse her işi tek başına o yapıyordu. Yemek, çamaşır, soba… Her şey ona bakıyordu. Kızlar henüz çok küçüktü.” (Sultanmurat, s. 136)
“Evet, şimdi tam anlamıyla kış gelmişti. Daha dün hiçbir şey yokken, bugün dağların aşağısını bile kar kaplamıştı. Ark boyunda kavaklar donmuş, çıplak gövdeleri rüzgârdan sallanıyordu. Gökyüzünde kara bulutlar ağır ağır akıyor, yere iyice yaklaşmış görünüyordu. Bütün evren büzülmüş, küçülmüştü sanki.” (Yüzyüze, s. 43)
“Bu kadar para devreye girince de hiç kimse başkasının kalbinde nelerin olduğuyla ilgilenmez. Herkesin kendi problemleri vardı, başkaları umurunda bile değildi. Bunun için de hiç kimse Arsen Samançin’i tercümanlık yapmaya zorlayan gerçek sebeple ilgilenmiyordu bile.” (Ebedi Gelin, s. 95)
“Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor.” (Toprak Ana, s. 22)
“Ama kaderler birbirinden ayrı değildir. Doğum ve ölüm dışında onları hiçbir sınır ayıramaz. Hayatımız bu ikisi arasında bir kumaşın ipleri gibi birbirleriyle iç içe, üst üstedir.” (Dişi Kurdun Rüyaları, s. 149)
“İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır…” (Beyaz Gemi, s. 166)
Cahit Zarifoğlu, Cengiz Aytmatov ve Cemil Meriç… Vefat yılları farklı olsa da vefatları aynı ay, ayrıca vefat günleri birbirine yakın üç kalem ve kelam ustası: Yaşadıkları trajediler onları olgunlaştırdı, insanları, rejimleri, toplumu daha çocukken tanımaya, anlamaya başladılar. Böylece onların kalemi ve kelamı ince bir işçilikten geçtikten sonra daha bir anlam kazandı.
Bu üç güzel ustanın ruhlarına birer Fatiha hediye edelim.