Edebiyat
Ufkumuzdan Geçip Giden Bir Kartal
“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır.”
Bu, hayatımızın en güzel yorumunu, bize gösterilen stratejiyi o kartal çizmişti. Hep didinmeyi, yorulmayı, gayretlenmeyi, bir şeyleri bahane etmemeyi, hedefe kilitlenmeyi, zirveye atılan kemende asıla asıla yükselmeyi ve yücelmeyi, bize o kartal öğretmişti.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Mehmet Kahraman, Dr.-Sezai Karakoç’un ardından-
Bu diyardan bir kartal geçti, gitti. Kocaman kanatları vardı onun; göklerde süzülüşünü seyreder, hep ona imrenirdik. Ona bakar, bakar; keşke biz de onun gibi bir süzülebilsek der dururduk. Bir de onun yüreğimize dokunan ve işleyen bir sesi vardı ki hepimiz mest olurduk.
O, hep bizi de uçmaya çağırırdı. Ufkumuzda döner dolaşır, haydin, derdi, davranın, ayaklanın, koltukaltlarınızda farkına varmadığınız kanatlarınız vardır, iyi biliyorum, onları kullanın. Derlenin, toplanın. Bir katar olun, hep birlikte uçun kuşlar, uçun. Kartal olamasanız da göreceksiniz, siz uçtukça kanatlarınız büyüyecek. Sizi görenler de size imrenecek ve size katılacak. Bir de bakacaksınız büyük bir ordu olmuşsunuz. Hep birlikte göklerde süzülmektesiniz. Sizi gördükçe başkaları da kanatlanıp süzülmeye başlayacaklar.
Evet, bu toprakların üstünde, semalarda, yücelerde süzülen bir kartal vardı. Sözü güzel, özü güzel, öğüdü güzel. Göklerde sabit der-kadem duruşuyla, hepimizin kendisine imrendiği, yüce yüce dağ tepelerinde eğleşen, zarif, süzülme ustası bir kartal.
O ustaya özenip söylediğimiz sözlerimiz oldu bizim de. Biz de bir yerde, çıkabildiğimiz bir dağ doruğunda sabit durmaya çalıştık. O kartal gibi biz de yerlerde duranları uçmaya çağırdık. Gördük ki asıl mutluluk yüce dağ tepelerinde tertemiz havayı ciğerlerimize çeke çeke yaşamakta. Bunu bize öğütleyen ve hatta öğreten yüce kartaldı. Onun için ne söylesek az olur. O bize sadece uçun demedi. O hem yüreğimize, hem aklımıza seslendi. Onun o usta sesiyle yüreğimiz ve düşüncemiz kendine geldi. Onun samanyolunda verdiği ziyafet, Hızır’ın eşliğinde kırk gün kırk gece değil, ama tam kırk saat devam etti. Yüce dağ doruklarında kurulmuş sofraların yanında gürül gürül akan dağ pınarlarından kana kana içtik. Sonra onun çağrısıyla kentlere ağdık.
Kendi adıma söylüyorum, o kırk saat süren Mikail’in açtığı gök sofrasından yanıma aldığım rızıklarla kentlere ben de ağdım. Her kentte kendime bir mekân edindim. Oralarda torbamdaki azıkları dağıta dağıta nice zamanlar geçirdim. Birlikte yollara düştüm, dostlar edindim. Zaman zaman bir katar dostla menziller aştım. Hala torbam o Hızır rızıklarıyla dolu. Bazen ah Hızır, diyorum, o kayığımı devirmeseydin ben nerede olurdum acaba! Sonra, tövbe tövbe diyorum, bu keşke de nerden çıktı şimdi. Sen Hızır’dan daha iyi mi bileceksin! O kayığın devrilmeseydi, o kıyıda seni bekleyenlere nasıl ulaşacaktın! Onlarla beraberce yüce dağ doruklarına nasıl tırmanacak, o kentlere nasıl ağacak; durmadan çoğalan, taşan gök azığı nimetleri paylarına düşenlere nasıl ulaştıracaktın! Keşke yok, çok şükür var! Başka başka kentlere ağmak var. Yolumuza bir kaya yuvarlanmışsa başka bir yol bulup menzile ulaşmak var.
“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır.”
Bu, hayatımızın en güzel yorumunu, bize gösterilen stratejiyi o kartal çizmişti. Hep didinmeyi, yorulmayı, gayretlenmeyi, bir şeyleri bahane etmemeyi, hedefe kilitlenmeyi, zirveye atılan kemende asıla asıla yükselmeyi ve yücelmeyi, bize o kartal öğretmişti.
Bu kartal artık yok, gözden kayboldu. Ama gönülden kaybolmadı; hepimizin ufkunda onun izdüşümleri var. O yok, ama onun sesi hala kulaklarımızda. Onun yükseklerde süzülmeleri hala gözlerimizin önünde.
O, ey yerlerde oyalanıp duranlar, ölü gibi hareketsiz yatanlar, haydi dirilin, hareketlenin, davranın! Siz bir kere davranırsanız, hareketsizliğinizde geri çekilen ayaklar, ayaklarınıza doğru, yenlerinize kaçan elleriniz ellerinize doğru, göz çukurlarınızın içine kaçan gözleriniz gözlerinize doğru canlanır. O zaman doğruyu görür, ona doğru yürür, dağ doruklarına atılmış kementlere ellerinizle asılır ve yavaş yavaş da olsa yücelirsiniz.
“Kınama beni güneş adamı / Ak kundaklardan çıkıp / Gökyüzü beşiklerinde sallanan / Yeraltı maden damarlarından / Daha ağırsam / Kınama beni ayağa / Daha kalkamadıysam /
Üç mevsim bekler / Bir bahar ister / Uygun bir rüzgâr / Ve bir sabah / Yanmak için / Gül dalındaki fener /
Bir destan bir çağ ister / Destan şarabını yıllarca / Gül bardaklarından yudumlamakla / Ayağa kalkar bir insan”
İşte böyle söylemişti o kartal. Bunu kaç kez okumuş, kendime dersler çıkarmış, ayağa kalkma denemeleri yapmış, yücelerde süzülme çalışmaları yapmış, Hızır olmadan yollara çıkmıştım. O kartalın sesini ve sözünü hayal ede ede yapmıştım bütün bunları.
“Hey Taha dur sınırı geçiyorsun / Bir taş var orada nereye gidiyorsun” diye bizi uyaran sesi hâlâ yüreklerimizde. Onun sayesinde başımızı batı taşına vurmaktan, kolumuzu kanadımızı kırmaktan koruduk. Onun gibi göklerde süzülemedik ama yerlerde sürüklenmekten kendimizi kurtardık.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Kavram-
Bize “Baby Boomer/Bebek Patlaması” Kuşağı Diyorlar
- Kültür Sanat-
“Hatiboğlu Ailesi” Ulusal Sempozyumu Burdur’da Düzenlenecek
- Kavram-
Bedevilikten Kurtuluş
- Gezi Yazısı-
Şehriyar, Ah…
- Edebiyat-
Sıla Ölür Gurbet Kalır
- Kavram-
Millî Tarih Bilinci Üzerine
- Düşünce-
Dünya: Yerel ve Küresel Oyun Sahası
- Edebiyat-
Susmak İnce İşçilik İster