hangi kapıdan çıkar insan dağların duldasından bildiğini sandığı yollara görece aydınlığa suyu kesilmiş değirmenlerin ekmekler yavan bu yüzden bir acemaşiran havası Endülüs’te katilini özleyen bir maktul...
ben de biliyorum yanlış hikâyelerde olduğumu ama gücüm yok yeni hikâyeler yazmaya şimdilik günleri kutsuyorduk bir bir sonra kutluyorduk ben de biliyorum yanlış hikâyelerde olduğumu...
varlığından korkarken nasıl da cesurdum hükümlerine karşı kalbimin ücra bir köşesinde doludizgin atlar gibi ilerliyor karanlık diğer köşeleri henüz aydınlık harflerim eksilirken alfabemden kelimelerim siliniyor defterimde...
elimizdeki anahtarlar açmıyor kapıları ya kilitler bozuk ya yanlış anahtarlar ya da kapılar ne gölgesinden kaçabilir insan ne de yazgısından ellerimizde bir avuç taş fark...
şehirler de yaslıdır dağlar gibi ölüm ki önce hatıralardan başlar ne bir resmin var elimde ne de izin kalmış bu şehirde aklımda dijital bir fotoğraf...
kalbimde bir saatli bomba kurmayı unuttuğum ne zaman patlayacağını ve kalbimdekilerden kimleri öldüreceğini bilmediğim çöle dönmüş bir yüreğe ne ekersen ek şimdi . ah nizam binlerce...
bir ekim gecesi kaybettik gözlerimizi gömüldük koltuklarımıza sonra yitirdik ellerimizi yitirdik ayaklarımızı . bir kasım sabahı kalplerimiz de söküldü yerlerinden sadece dilimiz kaldı bir bebeğin...
I bir çocuğu vurmuşlar kuşluk vakti ne kolay söylüyorlar katili belli faili meçhul kayıtlarda yarasını görmedim kuşlar inmiş başına oluk oluk göz yaşı oluk oluk...
gurbettesin dağ dağ olur ayrılık unutursun suyla konuşmayı isimler çürür içinde yitirirsin mezarlarını bile gurbettesin içine yağar tüm yağmurlar sılada çiçekler dökülür yeşiller sarıya döner...
zordur valizlerde bir hayatı taşımak ve bir şehrin tam ortasında kalbini bir kaldırıma bırakmak belki bir çift gözün bulmasını umarak bütün köşe başları...