Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Benim Kuyum

Kuyum, derin filan değil, basbayağı toprak hizasında, İnmek için bir adım atmak yetiyor. Sadece görmek için sahiden göz, duymak için gerçekten kulak ve soframızın kurulu olduğu kuyumun dibine inmek için yürekten çıkıp oluşmuş sahici ayaklar gerekiyor. Bir de yolda gelirken o dört yol ağzındaki Hızır’ı bulmak ve onun kılavuzluğunda kuyumun ağzına kadar gelip bana seslenmek ve kuyunun içinden çıkan yankıyı duyunca nereye geldiğinden emin olmak gerekiyor

EKLENDİ

:

Bugün Necdet Bey kardeşle selamlaştık, merhabalaştık, nasılsınlaştık, hamdolsun iyiyizleştik. Sonra da ben kuyumu yarın kapatıyorum, sizin bir kuyunuz yok mu, diye ortaya bir soru atıverdi.

Olmaz olur mu kardeşim, sen de bilirsin ki herkesin bir kuyusu vardır. Yani benim de elbet bir kuyum var. Bakmayın siz Yusuf’un kuyusunun meşhurluğuna. O, elbette meşhur olacak. Bir kuyu, saraya dönüşmüşse, daha başka bir şeylere mi ihtiyacı olacak. Zaten eni konu işin sonu bir saraya yol bulmaktır. Her kuyudan saraya çıkan bir yol vardır, bulana. Herkes yükseklere doğru parmağını kaldırır ve işte bu, der. Sonra dillere destan bir saraya tahvil olmuş kuyu hikâyesi uzar gider. Sonunda o zalım kardeşler de Yusuf’un kuyusuna inmek ve açlıklarını ve susuzluklarını orada gidermek zorunda kalırlar. Yusuf iyi ki kuyuya atılmış, köle diye satılmış, saray efradına katılmış, yetmemiş, zindana tıkılmış, böyle böyle geleceğin temelleri atılmış. Saraya çıkan yol bulunmuş yani.

Benim kuyu hikâyem de bunları okuduktan sonra başlıyor. On üç yaşında ancak oğlak çobanlığı yaparken bir köy çocuğu olarak bir kentteki okula, yani kuyuma atılıyorum. Ve hala o kuyudayım. Bazen kuyunun dışına çıkıyor, köydeki sarayda işler nasıl gidiyor, diyorum ama en iyisi yine kuyuma dönmek ve dostlarımla birlikte suyumu ve ekmeğimi bölüşerek hayata tutunmaya çalışmak. Beni buraya atanlar, kurtlar yedi demediler ama. Uçmayı öğrensin kerata dediler. Uçamadım, ama yürümeyi öğrendim. Kuyumun duvarlarını kitaplarla donattım. Onlara tutuna tutuna dünyayı görmek için ara sıra yeryüzüne de çıktım. Kuyumun dört duvarı hala kitaplarımla kaplı. Bazılarının üzerine kendi adımı yazdım. Her gün kuyumun ortasına bir sofra kuruyorum. Soframda o ünlü şair gibi bal, zeytin ve nar bulunduruyorum. Aralarında soğan ve ekmek de bulunduruyorum. Hızır geliyor ve sofrada ne varsa gelen dostlara bölüştürüp gidiyor. Kendisi, zinhar bunlardan yemiyor. Onun azığı başka. O, bu bölüştürme işiyle doymuş da oluyor. Sonra başka kuyularda başka sofralarda görevini yapıyor. Bazen de sofrayı deviriyor, suyu döküyor, Bugünkü görevim böyle diyor. Anlayabilene aşk olsun.

Kuyum, derin filan değil, basbayağı toprak hizasında, İnmek için bir adım atmak yetiyor. Sadece görmek için sahiden göz, duymak için gerçekten kulak ve soframızın kurulu olduğu kuyumun dibine inmek için yürekten çıkıp oluşmuş sahici ayaklar gerekiyor. Bir de yolda gelirken o dört yol ağzındaki Hızır’ı bulmak ve onun kılavuzluğunda kuyumun ağzına kadar gelip bana seslenmek ve kuyunun içinden çıkan yankıyı duyunca nereye geldiğinden emin olmak gerekiyor.

İşte size, bir türlü anlaşılamayan kuyum… Kuyumun suyu tatlıdır ha, bunu unutmayın. Hızır ile İlyas bu sudan içtikleri için hala sağdırlar; saflarımızın arasında dolaşmakta, bunalanları ayakta tutmakla görevlidirler. Siz de, aziz dostlarım, gelin ve için bu âb-ı hayattan. Kutlu kitabın yapraklarından yapılmış arıtma sistemiyle kirden, yanlıştan arındırılmış, Yusuf’un saraya giderken kana kana içtiği bu kutlu sudan için.

Çok Okunanlar