1. Anasayfa
  2. Düşünce

Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Yine Okur

Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Yine Okur
0

Önce bu atasözünün oluşumuna bakalım. Eskiden mektep ve medreselerde Arapça eğitiminin ilk safhasında okunan ve fiil çekimlerini gösteren iki kitabın adı Emsile ve Bina’dır. Tahsilini düzenli sürdüremeyenler, işi ciddiye almayanlar veya tembellikleri sebebiyle ara verenler, pişman olup tekrar eğitime başladıklarında unuttukları için sıfırdan başlar, aynı kitapları tekrar okurlar. İşte böyle öğrenciler için dertli bir anne-baba tarafından bu söz söylenmiştir.

Dolayısıyla yerli yersiz, gerekli gereksiz zamanlarda belli işleri/fikirleri tekrarlayanlar için söz konusu ifade kullanılır olmuştur. Din ve Diyanet’e çatmayı bir ritüel haline getirenlerin söylediklerini duyunca bu atasözü tekrar aklıma geldi. Yani söyledikleri cümleler -benim bildiğim- elli altmış yıldır aynı. Bıkmadan usanmadan okuyup duruyorlar. Ne bir adım geri ne bir adım ileri. Burada da başka bir deyimi tekrarlamak gerekiyor: Kabak tadı vermek. Sözlüklerinde üç kelime var bu insanların: İrtica, lâiklik, diyanet. Bazan bu üç kelime üç cümleye/soruya dönüşüyor:

  • Başkan niye son model Mercedes’e biniyor?
  • Başkan niye her yıl hacca gidiyor? (Bilgi: Başkan, Hac mevsiminde Suud devletinin resmî konuğudur.)
  • Başkan niçin açılışlarda partili cumhurbaşkanının yanında dua ediyor.

Görevi sona eren Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca ile ilgili basına akseden bazı cümleler vesilesiyle bu meseleleri tekrar hatırladım. Konu ile ilgili bazı düşünce ve değerlendirmelerimi arz etmek istedim. Şüphesiz Ali Erbaş meslektaşımız da -insan olduğu için- artıları ve eksileri vardır. Hepimizde olduğu gibi. Şimdilik bunu tartışmıyoruz.

Ülkemizde din, dinî hayat ve Diyanet ile ilgili birçok konu farklı mesleklere mensup birçok kişi tarafından tenkit edilmektedir. Bundan doğal bir şey olamaz. Tarihimizde de bunun örnekleri çoktur. Herkes düşüncesini uygun bir üslupla dillendirmesi, sakin bir şekilde beğendiklerini, beğenmediklerini sıralaması, tenkitlerinden sonra tekliflerde bulunmasına kimse bir şey diyemez, dememelidir. Fakat Türkiye’de söz konusu alanlarla ilgili çok farklı kesimlerden çok değişik tenkitler, eleştiriler gelmektedir.  Bunları birkaç guruba ayırmak mümkündür:

1) Din, dinî hayat ve Diyanet ile ilgili ölçülü veya ölçüsüz cümlelerle tenkitlerini kamuoyu ile paylaşanların bir kısmı Diyanet Teşkilatı’nın kendi elemanlarıdır. Yakından bakıldığında görülmektedir ki bunların az bir kısmı objektif, büyük bir kısmı sübjektiftir. Bir kısmı ilçe müftüsü olamadığı için, bir bölümü çok hak ettiği halde il müftülüğüne atanamadığı için, bir gurubu da başarılı bir şube müdürü olduğu halde dış ülkelere müşavir olarak tayin edilmediği için, takdirname almış bir daire başkanı olduğu halde bir türlü genel müdür olamadığı için o günkü başkana, yardımcılarına veya başkana yakın olan çevreye açık veya kapalı tenkitler yöneltmektedir. O anda müftümüz veya daire başkanımız şu hususu unutmaktadır: O bulunduğu makam için de zamanında birkaç aday vardı ama o tercih edilmişti. Daha da önemlisi kendinden önce de o makamda birisi vardı. O da görevden alınarak kendisi atanmıştı.

Havsalamın almadığı -yaşıma veriniz lütfen- hususlardan biri de bu teşkilatta yirmiden fazla (doğru mu?) sendikanın bulunmasıdır. Bence emniyet güçleri, silahlı kuvvetler dahil bütün kurumlarda sendika olabilir, Diyanet’te olamaz. Çünkü orada çalışanların tek ideali vardır, olmalıdır: Allah ve Resulullah aşkını insanların gönlüne muhabbetle ve bir maddi karşılık beklemeden aktarmak.

İslâm ahlakının gereği olarak hizmet yıllarını, bu tip dedikodulara kulak asmadan, makam arabasının cazibesine kapılmadan “hubb-i câh” tuzağına düşmeden, şahsiyetini koruyarak, sessiz, sedasız, bir ipek böceği gibi gösterişsiz ve nümayişsiz ama aşk ve ihlasla tamamlayarak “izzet u ikbâl ile” emekli olanlar var ya işte onlar ellerinin öpülmesini hakkediyorlar.

2) Gelelim otokritik/özeleştiri maddesine; bu maddeyi yazmak benim için daha kolay. Çünkü kendimden bahsedeceğim. Bu grupta yer alanlar, sözüm ona ilmi temsil ettiği için ilâhiyat fakültelerinde zar-zor bir titr elde ettikten sonra aklına geldiği gibi fetva verenler ve uzun menzilli atıp tutanlardır. İlahiyat fakültelerinde, küçük bir caminin imamı olacak veya taşrada bir ortaokulda öğretmenlik yapabilecek bir kabiliyeti olan bazı meslektaşlar, nasıl oluyorsa akademik hayata intisap edebilmekte, daha sonra titrlerin arkasına saklanarak dünyaya nizâmât vermeye kalkışmaktadırlar. İlim adı altında egoizmin tepe noktalarında -ilim alemine sunacakları emek mahsulü kalıcı kitapların yerine- hezeyanlara imza atmaktadırlar. Profesör titrini aldıktan sonra ders ücretlerini hesaplamak ve dedikodudan başka kayda değer hiçbir şey üretmeyenler de bunların arasından çıkmaktadır.

Özetle söylemek gerekirse bazı Diyanet mensuplarını bürokratik numaralar, benim gibi bazı ilâhiyat elemanlarını da akademik numaralar tehdit etmektedir. Yüzbinlerce mensubu olan bu iki kurumun temsilcileri baş başa verip ülkemizdeki dinî hayatın niçin olması gereken noktada olmadığını -kınayanın kınamasından korkmadan, kendinizi temize çıkarmayınız- ilâhî uyarılarına uygun olarak oturup konuşmaları gerekir.

(Ulemanın zaaflarını yazıp çizmek geleneğimizde vardır. İlim erbabını tenkit konusu gündeme gelince 1200 yılında Bağdat’ta vefat eden İbnü’l-Cevzî’yi ve onun Telbis u İblis isimli eserini hatırlarım.)

3) Münekkit ve eleştirmenlerin bir kısmı da yaşama tarzı itibariyle dinle, diyanetle ilgili olmadığı, hatta diyanet kelimesini dahi doğru telaffuz edemediği halde dinî değerlere karşı beslediği derin bir kin sebebiyle doğrudan dine hakaret etmenin getireceği sıkıntıyı göze alamadığı için dinin temsilcisi olan kişi ve kurumlara saldırarak tatmin olmanın yollarını arayanlardır. Gırtlaklarını yırtarcasına “kahrolsun şeriat” diye haykırmak isteyip haykıramayanlar, Kur’an’ı meydanlarda yakmak isteyip yakamayanlar bu kulvarın daimî ve bağımlı üyeleridir. Hınçlarını din yerine -resmen yasak olduğu için- tarikata ve mensuplarına hakaret ederek seslendirmektedirler.

Bütün bu aşırılıklarına, samimiyetsizliklerine, cahilliklerine rağmen burada soğukkanlı bir şekilde sorulması ve cevaplandırılması gereken en mühim soru şudur: Bu insanları söz konusu uç noktaya sürükleyen sebepler nelerdir? Burada Allah’ın dinini insanlara anlatmakla ve sevdirmekle görevli olan Diyânet ve İlâhiyat camiasının kusur ve sorumluluğu ne kadardır?

Bursa 05.10.2025

1951, Güneyce / Rize doğumlu. Güneyce İlkokulu (1960), İstanbul İmam Hatip Okulu (1970), Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü (1974) mezunu. Şebinkarahisar ve İspir liselerinde öğretmenlik yaptı. 1977 yılında Bursa Yüksek İslâm Enstitüsünde tasavvuf tarihi asistanı oldu. Doktorasını 1983’te “İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî” konulu teziyle tamamladı. 1989’da doçent, 1994’te profesör oldu. Çalışmalarını Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak sürdürdü. Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. Deneme türündeki ilk yazısı “Onlar ve Biz”, Mayıs 1971 tarihli Hareket dergisinde yer aldı. Ürünlerini daha sonra Hareket (1970-80), Nesil (1978), Yönelişler (1983), Mavera (1984), Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Türk Edebiyatı, Yedi İklim, İktisat Fakültesi Dergisi dergileri ile Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde yayımladı. Araştırma ve incelemeleriyle Türkiye Millî Kültür Vakfı Jüri Özel Ödülünü aldı. İslâm dergisinin 1986’da açtığı araştırma yarışmasında “Zeynilerde Bir Sufî: Abdullatifi Kudsî” başlıklı çalışmasıyla mansiyon kazandı. 2002 yılında Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği Araştırma Ödülünü aldı. ESERLERİ: Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler (1977), Tasavvufî Hayat (Necmeddin Kübra’dan, 1980), İslâm’da Tenkid ve Tartışma Usûlü (Mîzanü’l-Hak, Katip Çelebi’den, S. Uludağ ile, 1981), Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi (1985), Tasavvufî Hikmetler (İbn Ataullah İskenderî’den, 1989), Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler (2 cilt, 1991 ve 1993), Vahdet-i Vücud ve Muhyiddin İbn Arabî (İsmail Fenni’den, 1991),İbn Arabî’de Varlık Düşüncesi (Ferit Kam’dan, 1992), Niyazî-i Mısrî (1994), Tasavvuf ve Tarikatler (1994), Eşrefoğlu Rumî (1995), Bursa Dergâhları (Yadigâr-ı Şemsî, Mehmed Şemseddin’den, Kadir Atlansoy ile, 1997), Evliya Menkıbeleri - Nefahatü'l Üns - Abdurrahman Cami (Lamiî Çelebî’den, Süleyman Uludağ ile, 1998), Gönül Mektupları (2000), Akşemseddin (H. Algül ile, 2000), Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri (2001), Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi (2003), Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar (2004), Mahabbet Mektupları (2004), Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları (2005), Dervişin Hayatı Sufînin Kelâmı (2005), Bursa’nın Gönül Sultanları (2006), Dildâr-ı Şemsî-Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat (Mehmed Şemseddin Mısrî’den, Y. Kabakçı ile, 2010), Bursa’da Kırklar Meclisi (2011), Buhara Borsa Bosna (2012), Türkistan'ın Işığı Necmeddin-i Kübra, Türküstan Diýarynyň Şuglasy Nejmeddin Kubra (Türkmence), 28 Şubat Öncesi ve Sonrası Türkiye’de Dinî Hayat (2012), Miraciyye ve Bursalı Safiye Hanım’ın Vakfiyesi (2014), Yazarlık Hayatının 50. Yılı Ajandası, Emir Sultan, Konuk Öğrencilerle Gönül Gönüle, Annem Babam ve Oğlum, Derviş Yunus Emre, Bursa’nın Gönül Doktorları,

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir