İslam coğrafyasında ve İslam tarihi açısından önemli yer tutan birçok sembol bulunmaktadır. Bunlardan biri de kuşkusuz dağdır. Özellikle Uhud Dağı, İslam tarihi açısından önemli dağlardan biridir. Peygamber Efendimizin savaşlarından biri de bu dağda cereyan etmiştir.
Din ki, dağsız değildir. Dağ, onsuz olamaz. Kıvrımlarını yitirmiş olur dağ olmayınca…
Doğanın verili öğeleri arasında bulunan dağlar da,eski çağlardan itibaren hemen hemen tüm medeniyetlerde güçlü bir sembol olarak algılanmış ve onlara kutsallık atfedilmiştir. Öyle ki Yunanlıların Olympos, Budist, Hindu ve Jain mitolojilerinde, fiziksel ve manevi evrenin merkezi olarak kabul edilen kutsal Meru Dağı, Japonların Fuji, Türklerin ise Tanrı Dağları başta olmak üzere birçok dağınkutsal olarak algılaması, buna örnek gösterilebilir. Doğaldır ki, sanat da bu durumdan nasibini almış, doğa, estetik hazzın peşinde olan sanatçının başlangıç noktası olmuştur.
Sezai Karakoç, anılarda önemli bir yer tutan SüphanDağı’nın bazı özelliklerine değinir. Üstad’a göre: “Van Gölü, benzeri az bulunur bir göl… Öyle bir göl ki, sodalı bir suyu vardır bu gölün… Kadınların gelip çamaşır yıkadıklarını söylemişlerdi gölde. Göl’ün kenarına gidip baktığımızda batıda tam karşınızda Süphan Dağı’nı görürsünüz. Gördüğüm dağların en güzeli, biçimce en âhenklisi, estetik görünümlüsü Süphan Dağıdır. Muhteşem görünüşte ve anlamca da en yüklü bir dağdır. Tanrının Birliğine şehadet eden tabii bir anıttır sanki.”
Anılarının başka bir yerinde de Karakoç, uçakla Van Gölü üzerinden geçerken, Süphan Dağı’nın görkemini dile getirir: “ Giderken, yolda tam bir sonbahar yaşanıyordu. Hatta Van Gölü’ne yaklaşırken bulutlar arasında Süphan Dağı’nı belki kırk beş dakika izlemiştim. Süphan Dağı, Ağrı’dan bile daha ihtişamlı görünen bir dağdır. İlk yirmi dakika dağ mı bulut mu diye tereddüt edersiniz görüntüsü karşısında. Önce dağ olduğuna karar verirsiniz görünenin. Sonra vazgeçer, buluttur dersiniz. Sonra yine dağ olduğuna karar verirsiniz. Bu bocalama uzun bir süre devam eder. Sonra dağın çizgileri belirleşip keskinleşir. 20-25 dakika da hep dağa dalarak, dağı yaşayarak, ortada ondan başka bir şey bulunmadığına, yeri göğü doldurduğuna şaşarak gidersiniz. Dağın maviliği, sanki başka bir gök, sanki başka bir dünyadır.”
Himalaya Dağları, dünyanın en büyük ve en yüksek sıradağları arasında zirveye oturur… Asya’nın orta güney kısmında, doğu batı doğrultusunda uzanır… Dünyanın en yüksek zirvesi Everest’i içine almasıyla ünlenmiştir.
Everest Tepesi, Nepal ile Tibet (Çin) sınırında yer alır. Everest tepesi, Nepal’in sınırları içindedir. Himalayalar, levha tektoniği kuramına göre, iki kıtasal levhanın yani Hindistan levhası ve Asya levhasının çarpışması sonucu oluşmuştur ve bu oluşum hâlen devam etmektedir.
Klasik şiirde dağ imgesi, genel olarak biçimsel özellikleriyle benzeyen ve benzetilen bir mazmun (imge) olarak kullanılır. Kaynağını folklorik, mitolojik, dinî metinlerde ve İslâm tarihinde geçen özel dağ isimlerinden almak suretiyle işleniredebiyatta...
Tûr dağı, Cebel-i Nûr, Arafât, Cudî, Merve ve Safa tepeleri, Kafdağı, Elbruz ve Bîsütûn gibi dağalar, bu kutsiyet ve mitolojiyle karışık şekilde yer alırlar. Aslında menkıbelerin, hikâyelerin ve kıssaların mekânları arasında yer alan
Meşhur dağların idealize edilmiş biçimlerinin dışında dağ imgesinin şiirde kullanımının oldukça sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Klasik şiirde dağ, İlâhibağlamda soyut bir yücelik değeri taşırken, modern şiirde görselliğinden doğan duyguların dışavurumunu ifade eder.
Dağların tutkuları vardır. Dağların büyüleri vardır ve dağların ermişleri… Her dağın kendine özgü çiçeği, kendine özgü yemişi, kendine özgü rüzgârı vardır…
Dağ sılası, en kutsal ve hoşa giden bir sıladır. Eski Yunanlılar, fâni Tanrılarını çıkaracaklarına, kendileri Olimpos’a çıksalardı, daha sağlıklı bir insanlık kurmuş olur ve orada Tanrı’nın tek olduğu inancına ererlerdi.
Çarpık ama literatürde ne de olsa önemli bir yer tutan Nietzsche’nin Zerdüştü bile dağda buldu kendi gerçeğini… Hikmet ve doğruluğu sevdiği için insanlar arasından çekilip bir dağ başında yaşamaya karar verir. Rivayete göre bir ara bu dağı ateş sarar fakat Zerdüşt’e bir şey olmaz. Davasını anlatmaya devam eder…
Eski tapınaklar, dağ uçlarını tutardı. Eski şehirler, sırtlarını dağa verirdi. Kuleler, dağların tacı gibi ışıldardı…
Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir” diyerek otoriteye tavrını gösteren Halk Ozanı Dadaloğlu’ndan başkası değildir.
Yaşadığı dönemde ortaya attığı görüş, düşünce, öneri ve giriştiği eylemlerle sürekli gündemi işgal edenBediüzzaman Said Nursi, Ankara’ya davet edilir ve hoş âmedi ile karşılanır. Rejimin lideri: “Sizin gibi kahraman hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek düşüncelerinizden yararlanmak için buraya çağırdık… Geldiniz, ilk önce namaza dair bazı şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf çıkardınız” der. Bu söz üzerine Bediüzzaman birkaç makul cevaptan sonra, şiddet ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:
“Paşa! Paşa! İslamiyet’te imandan en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur, kabul edilemez” der fakat Paşa özür dileyerek ilişemez.
Batı uygarlığının olumsuz yanlarının alınması ve taklit edilmesi karşısında oldukça endişeli olan ve geleceği gören gözlere sahip Said Nursi, artık Ankara’da duramaz. Trenle Gebze üzerinden Trabzon derken Van’a ulaşır. 1923 yılının bahar mevsiminde Erek Dağı’nda harabe olan yerde ibadet ve tefekkürle günlerini geçirmeğe başlar. Üç yıl sürecek bu yaşantıdan sonra Şeyh Sait hareketi üzerine bir daha ancak son nefesini vereceği ana kadar dönemeyeceği bu dağa ve bu topraklara veda eder.
1960 yılının ilkbaharında vergi kontrolürü olarak Van’a giden Sezai Karakoç’un Erek Dağı ile ilgili ilginç anıları vardır. “Bir pazar günü de Erek Dağı’na gittik. Şehrin dışına çıkarken bir ev gösterdiler. Bu evde Bediüzzaman kalmış, talebesi Ali Çavuş’un evidir dediler. Şeyh Sait hareketinde Bediüzzaman ve talebesi birçok kitaplarını gömmek zorunda kalmışlar.”
Bu dağı kendine özgü ifade ve deyimlerle tasvir eden Karakoç: “Erek Dağı, yaz sıcağında, serin, yemyeşil adeta Cennetten bir parçaydı. Hafif hafif esen bir rüzgâr, türlü türlü çiçeklerin kokularını bize getiriyor ve adeta bizi canlandırıyordu. Dağda mezarlıklar gördük, Müslüman ve Hristiyan mezarlıkları. Yarı yıkık bir çilehane tabiatın ortasında tekli insan yapısı olarak dikilmiş duruyordu. Tabiattaki tüm ağaç, çiçek, uçuşan kelebek ve gezinen böcek gibi varlıkların canlılığına karşın, tek insan yapısı, bir enkaz halinde, sanki insanoğlunun aczini göstermek için alıkonmuştu.
Bediüzzaman bir müddet bu çilehanede kaldıktan sonra talebelerine kendine mahsus bir mağara kazdırmış. Fakat her kazdırdığı yerde karınca çıkınca orayı bıraktırıp yeni bir yer kazdırmış. Ta ki, karınca görünmeyinceye kadar, O mağarada bir yıl kadar kalınış. Şeyh Said hareketi o sırada olmuş. Bediüzzaman’ı da oradan alarak Batı Anadolu’ya sürmüşler.”
Karakoç’un kendisine özgü bir gözlem ve ifadeyleanlattığı Erek Dağı, bazı özellikleriyle hemen ön plana çıkıverir. Evet… Karakoç: “Erek Dağı’nda gezinir ve baldan tatlı havasını yudum yudumgöğüslerimize çekerken, bir su kuyusuna rastladık. Kuyuda su yoktu. Ancak ta dibinde bir kaplumbağa duruyordu. Arkadaşlardan biri inerek kaplumbağayı dışarı çıkardı. Kim bilir, belki biz gitmemiş olsaydık kaplumbağa orada açlıktan ve susuzluktan ölecekti. Kaplumbağanın kuyuya kendi kendine inmesine imkân yoktu. Çünkü kuyunun ağzı taştan olup yerden yüksekti.” Der. (SÜRECEK)