Dün (16 Kasım 2024) Ensar Vakfı bünyesinde çalışmalarını sürdüren DEM’in (Değerler Eğitim Merkezi) bir programına konuşmacı olarak katıldım. Hulusi Yiğit Hoca, bildiğim kadarıyla ilk kurulduğu tarihten itibaren bu merkezin başındadır ve dostluğumuz da o zamanlara kadar gider. Hulusi, ismiyle hitap ettiğim ender yakınlıkta dostlarımdan biridir ve açıkçası ona olan sevgim hem kadimdir hem bakidir.
DEM, sanırım 3-4 yıl öncesinden harekete geçirdiği projeyi yakın zamanda tamamladı ve geçen hafta da onun bir tür lansmanı yapıldı. Proje koordinatörü İbrahim Aşlamacı, proje ortağı Şeyma Altun’la birlikte iki ayrı ve müstakil raporu katılımcılarla paylaştı. Raporlardan birinde imam hatip liseleri başta olmak üzere Türkiye özelinde genel geçer din eğitimi ele alınırken diğerinde de yüksek din eğitimi-öğretimi ilahiyat fakülteleri temelinde ele alınıyor. Arkadaşlar belli ki çok çalışmışlar. Bu raporlarla birlikte artık elimizde sayısal verilerle doğrulanmış bir envanter var.
Programın adı şöyle belirlenmiş: “İstatistiklerle Türkiye’de Din Eğitiminin 100 Yılı Araştırma Raporu”. Program iki bölümden ibaretti. Önce rapor sahipleri kendi alanlarına ilişkin çalışmalarını özetlediler. Bu vesileyle İbrahim beyi ve Şeyma hanımı dinledik. Bu tür çalışmaların sadece zamanla ve emekle ilgili bir yorgunluk vermediğini artık biliyoruz. Hemen her durumda polemiklere ve incelikli manipülasyonlara alet edilmiş konularda ortaya bir şeyler koymayı murat etmenin de beraberinde pek çok yük getirdiğini belirtmekte yarar var. Sağ olsun arkadaşlar, kendilerini vermişler, şimdi elimizde dönüp dönüp inceleyeceğimiz iki tane devasa istatistik var.
Ben İmam hatip mezunuyum. İmam hatipler arasında da dönem ve kuşak farkı var. 1979’da mezun olduğuma göre ben darbe sonrasının (1980) iklimine maruz kalmamış bir havada okumuşum. Arkadaşların raporlarını okurken bir yandan imam hatipleri ortaya çıkaran siyasal, dinî ve kültürel kodları harekete geçiren sosyolojiyi takip ediyorsunuz, bir yandan da bütün bu süreçlerde ortaya çıkan düşünce, tartışma ve gerilimlerin izini sürüyorsunuz. Ara dönemler, tek parti döneminin kurucu ideallerine kurban edilen gerçeklikler vs vs. Olan olmuş artık diyemeyeceğiniz, bizi bir türlü hikâyeden koparmayan yaşanmışlıklar. İmam hatipleri konuşunca Türkiye’nin modernleşme, reformasyon, laiklik ve sekülerleşme atakları, ülkenin istikametine yönelik tartışmalar, anti komünist, millî İslam, ulus devlet, sivil din, vs. Evet hepsinden haberdar olarak ancak bir ileri adım atabileceğinizi farz edebiliyorsunuz.
Salon doluydu. Çoğunluğu üniversitelerin din eğitimi alanlarında çalışan katılımcılar, oturumları pür dikkat dinlediler. Ben konuşmaların yer yer ağırlaştığı anlarda bile bir Allah’ın kulunun salonu terk ettiğini görmedim. Belli ki herkesin merak ettiği şeyler vardı, kaçırmaması gereken bir detay belki zihindeki boşlukları tamamlamakta işe yarayabilirdi. Konuşmacıların alandaki yetkinlikleri ve bunu perçinleyen saygınlıkları da olunca rakamlar arasında gezintiye dayanma noktasında hiçbir tereddüt yaşamadık, dinledik.
Tabii ki rakamlar, nihayetinde bize “eee, sonra” sorusunu sordurtacağı muhakkak. DEM, ortaya çıkabilecek soruları önceden tahmin etmiş olmalı ki programa bir de panel eklemiş ve buradaki katılımcılardan da sunum bilgilerini değerlendirmeyi talep etmiş. Biz de bu nedenle oradaydık. Sakarya İlahiyat’tan sevgili Hasan Meydan’la ben Marmara İlahiyat’tan sevgili Kemal Ataman’ın moderatörlüğünde panelde bu konuları konuştuk. Kemal Hocanın tahrik edici sorularıyla konu açıldıkça açıldı ve nihayetinde Türkiye’de din eğitimi meselesini “içeriden” konuşmaya pek hazır olmadığımızı, hâlâ şablonlarla klişelerle idare eden bir söz akışına ram olduğumuzu ifade ettik.
Oturum bana kalırsa hem hareketli hem de daldan dala atlama seyyalitesine sahip akışıyla resmen operasyonel bir muhabbetti. Eğlendirici yanları, işi şakaya verip dokunmaya çalıştığımız konulardı. Her neyse sağ olsun moderatör bize hiçbir şeyin yokluğunu hissettirmedi, düşüncelerimizi salondakilerin gözleriyle paslaşarak konuşmuş olduk.
Salonda yakın arkadaşlarımın varlığını hissetmek çok değerliydi. Pek çok öğrencim oradaydı. İnsan dostlarını, öğrencilerini, arkadaşlarını böylesine muhkem bir konuda orada görünce mutlu oluyor. Ee, gözlerinizin aradıkları da oluyor ama İstanbul büyük şehir. Kim bilir nerde, hangi ambiyansın ortasında başka bir keyfin oturağında demleniyorlardır onlar. İstanbul dedim ya yüzlerce kez şahidim, insanı kendine bile bırakmaz.
Akşam sevgili İsrafil abi bizleri Süleymaniye’deki kuru fasulyecide ağırladı. Erzincanlı adam ne müthiş biriymiş ya… Aynı hizadaki tüm dükkânları satın almış. Her birinin adı farklı ama mutfak aynı. Hesap aynı amcaya gidiyor. Muhabbet çok güzeldi. İsrafil abinin her zaman güler yüzlü varlığı, cömert ikramları ve her İstanbul’a geldiğimde görmeyi arzu ettiğim arkadaşlarla birbirine eklemlenmiş upuzun bir masada sanki kaldığımız yerden devam ederek konuşmayı tamamlamaya çalıştık ama bitmedi.
Unuttum söylemeyi. Oturumların birinci seansında sağ olsun Bakan Yardımcımız Celile Hanım (Ökten), sevgili genel müdürümüz Ahmet Bey (İşleyen), Ensar Vakfının değerli mütevelli heyeti başkanı Şener Bey (Ağaç) ve genel müdürleri Hüseyin Hoca (Kader) da hazır bulundu. Dedim ya oturumlar gerek katılım gerek sunum açısından tam da özlediğimiz o eski buluşmaların tadını hatırlattı.
Sabahın köründen öğlene kadar hep doktordaydım. Bedensel veriler, bulgular, tahliller, tetkikler bize pek fazla umut verici şeyler söylemiyordu. Köprüyü geçerken hep sağlığımı düşündüm. DEM’deki toplantı bütün dertlerimi unutturdu, memleket daha beterdi. Bir şeyler yapmak lazımdı. Ama nasıl?