Günbegün insanların bireyselleştiği, ilişkilerin mekanikleşip çıkar hesaplarına göre şekillendiği ve nihayetinde yolunda gitmeyen ne varsa toplumsal arızalar olarak faturasını hep beraberce acı bir şekilde ödediğimiz zamanlardan geçiyoruz. Bitmeyen savaş haberleri karşısında çaresiz, sürekli tırmanan ekonomik krizler karşısında sessiz, her gün inanılmayacak kadar kötü olduğunu düşündüğümüz yeni bir hadise karşısında güvensiz bir insan olmayı deneyimliyoruz.
Teknolojinin nimetlerinden faydalanmak isterken bizi ve neslimizi nasıl daha çok hezimete uğrattığının artık hesabını bile yapamıyoruz. Ve artık bağımlısı olduğumuz sosyal medyanın ise duygularımız üzerindeki baskıcı gücünü hissetmediğimiz bir anımız bile kalmadı.
Resmen kuşatılmış bir haldeyiz. Kahve içtiğimiz mekândan, akşam eşimize sarf edeceğimiz cümleye kadar hayatımızda bu kuşatmadan nasibini almayan ne kaldı ki!
Akıntıya kapılıp gitmiş gibi hissederken, bir anlık bile olsa huzura ne kadar muhtaç kalmışız. Her şeyin ve herkesin gürültüsünden, dünyalık koşturmaların yorgunluğundan, üzerimize yapışan maddiyat elbisesinden sıyrılmaya, kendimize yeni ve taptaze bir koza örüp, demlenmiş bir huzur iklimine doğmaya ne kadar susamışız.
Uzun arayışlardan sonra Hz. Hacer ve evladını susuz bırakmayan Cenabı Hak, ahir zaman insanının aradığı o huzur çeşmesini de Ramazan-ı Şerif’te saklıyor. Ramazan, mümin insanı birçokları için yalnızca camiye hapsettiği Allah’a davet ediyor.
Kimimizin alemi geçim derdi ile meşgul iken, kimimizin dünyası da oyun ve oyalanmadan ibaret olan modern dünya oyuncaklarıyla kuşatılmışken Ramazan, “Başını kaldır ve tüm kâinatı saran rahmeti hisset!” diyerek, midenin açlığında ruhun açlığını gidermemizi salık veriyor. Şikâyete alışan dilimize şükrün yakıştığını, enaniyete alışan nefse de kulluğun yakıştığını ikaz ediyor.
Ramazan, açgözlülükle her şeyi almak isteyen bizlere vermekteki erdemi, vermekteki gönül ferahlığını hatırlatıyor. Bireyselleşmeyi marifet zanneden modernizmin, topluma çıkarttığı yalnızlık faturasına bedel, hiç tanımadığın biriyle dahi aynı sofraya oturmanın, ekmeğini paylaşmanın hazzını yaşatarak insanın ruhuna şifa serpiyor.
Kuran-ı Kerim’i raflara kaldırarak orada tozlandıranlar için Ramazan, Kuran’ın bu ayda indirilmiş olduğunu müminlere hatırlatıp; bir harfine binler sevap müjdesiyle, Kur’an’ları raflardan indirip sımsıkı sarılmaya davet ediyor.
Evet, insan şüphesiz ki unutkandır. Bizler de unuttuk. Kaybettiğimiz huzurun Rabbimizin ‘huzurunda’, O’nun engin kabul meydanında, O’nun kulluğunu hatırlayarak kapısına gelen herkese kucak açan rahmet ummanında saklı olduğunu unuttuk. Yani Rabbimize yakınlaşmakla, yani zaten O’nun insana şah damarından daha yakın olduğunu hissetmekle arayıp durduğumuz huzura da erişeceğimizi unuttuk.
Ramazan-ı Şerif bütün bu unuttuğumuz, belki de bazılarımızın hiç tanıyamadığı bu hisleri yaşatmak gayesiyle geldi. Başka bir deyişle yine Rahman’ın rahmet hazinesinden bize gönderildi. Gelişi bir bayram olan bu eşsiz ay, giderken de bayram ile veda etti. Hem de öyle bir bayram ki; kucağında sakladığı bütün neşesini saçarak, uzakları yakın edip yakınları can cana getirerek, küsleri barıştırıp, kederliyi sevindirerek yaşattığı sıcacık bir bayram… Bunu şair Alvarlı Efe ne güzel dile getirmiştir:
“Hüzn-ü keder def ola
Dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola
Bayram o bayram ola…’’
Evet, zamanlar içine saklanmış en güzel zaman dilimi Ramazan… Gelişinde ayrı, gidişinde ayrı bir huzur ve sevinci bağrında taşıyan Ramazan… Şimdi ona bir kez daha kavuşmuş olmanın bir manevi şükrü olarak o manevi atmosferi muhafaza etmenin, o huzuru geri kalan on bir aya serpmenin vaktidir…