1. Anasayfa
  2. Düşünce

“Gel!” Emrine Muhatap Olmak

“Gel!” Emrine Muhatap Olmak
0

Osmanlı’yı kuran şehir Bursa’ya ilk defa ne zaman geldiğimi, burada neler yaptığımı daha evvel Mustafa Baki Efe’nin talebiyle Bir Bursa Hatırası (Bursa, 2014)’nda yazmıştım. Orada bu ulu şehre ilk gelişin ardından artarak devam eden, çoğu bir ödevi tamamlamak, bir metni yazmak için devam eden geliş gidişleri ve bilahare “gel” emrine uyup burada yerleşmemin hikâyesini tafsilatıyla dile getirmiştim.  Şimdi Fakültemizin kırklara karışan manasına nazar edip, orada geçen son on yılın hulasasını bendenizden yazmamı emrettiler.

Zor bir iş… Zorluğu hatıralarınızı bir kurum ekseninde derleyip toparlamanızdan kaynaklanıyor. Belki kuruluş dönemleri daha çok hatıra biriktirmeye vesile olacaktır; ancak bendeniz Fakülte’nin otuzuncu yılında bu kadroya dâhil olmam hasebiyle, kendi rotasını belirlemiş aheste aheste yol alan bu ilim ve irfan gemisinin güvertesine adeta paraşütle inmiş bir yolcu olarak neler anlatabilirdim? İlk kurucu kadronun eseri olan, buradan mezun, acı ve tatlı onlarca hatıra biriktirmiş ikinci kuşakla aynı mevkide yer edinen bu “sonradan gelme yolcu”nun, Fakülte tarihine katkı sadedinde anlatacakları neler olabilirdi? Bu “paraşütle inme” ve “sonradan gelme yolcu” tabirlerini özellikle kullanıyorum; zira yeni bir şehre taşınmanın, yeni bir kurumda hayata tutunabilmenin ne anlama geldiğine ilişkin derin tecrübeler biriktirdiğimin farkındayım. Sadece söze buradan girsem, kırkıncı yıl kitabı başka bir çehre kazanır, başka bir rotada seyre başlar…  O sebepten sadece şöyle bir el sallayıp o hatıralara, başka bir âleme nazar etmek istiyorum.

Hatıra yazmak, dışardan bakan için kolay gözükür; lakin güç iştir… Hele hele bu hatıralar, hala içinde yaşadığınız bir ortama ilişkin ise; orada hak ve hakkaniyet ölçüsünde kalarak söylenecek söz, bazen kastınızı aşar, umulmadık yaralara sebep olabilir. Elbette bunun aksi de olur; nice yaraları sağaltan, acıları dindiren, gönüllere inşirah veren, akıl mülkünü aydınlatan bir iksir de olabilir. Bilemeyiz; metin muhatabın aynasında yansıyacak. İlim, gönül aynasını berraklaştırır, saf ve temiz hale getirir; anlayış ve idraki açar, sözün ötesinde daha başka manaya erdirir. Bu hali aklımda tutarak, fakir genel bazı hususları, bir emri yerine getirme sadedinde burada zikretmek isterim.

Evvela, bendenizin kişisel projesi ve kariyer planlaması içinde -eğer var idiyse bu türden bir şeyler- Bursa’ya yerleşmek, hele hele İlahiyat Fakültesi’nde kadroyu nakletmek ve ömrünün bir bölümünü burada geçirmek gibi düşüncelerin olmadığını ifade etmeliyim. Hakikaten, değil düşünmek, hayal bile etmedim… Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde kurucu ilk kadroda yer almıştım. Orada Bölüm Başkanı olarak görev yaparken, o vakit bölümümüzde İslam Sanat Tarihi öğretim üyesi olan şimdi ise Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden, değerli kardeşim Prof. Dr. Abdülhamit Tüfekçioğlu’nun bir talebi vardı. Prof. Tüfekçioğlu, Balıkesirlidir, alanına hâkim, dirayetli bir ilim adamı ve sanatında mahir bir ustaydı… Hat sanatına emek vermiş; ancak Van’da bu özelliğini geliştirecek bir ortam bulamamıştı. O vakit İstanbul’da kadro bulunamadığından memleketine yakın, nispeten hat sanatının desteklendiği bir şehir olarak Bursa’ya gelmek istiyordu. Onun bu talebini makul karşıladım, bir sanat adamının önünü açmak için neler yapabileceğimi düşündüm. O anda aklıma, değerli hocam, o vakit uzaktan uzağa “ağabey” olarak tavsif ettiğim, şimdilerde “şeyhim” diye kayda geçirdiğim Prof. Mustafa Kara’ya bir mektup yazarak bu durumdan onu haberdar etme fikri geldi.

Oturdum, Abdülaziz Bekkine Hazretlerinden, Nurettin Topçu’dan ve Fethi Gemuhluoğlu’ndan akıp gelen o “ağabeylik” vasfıyla kendime yakın bulduğum Prof. Kara’ya, o vakit Yrd. Doç. olarak görev yapan Tüfekçioğlu’nun durumunu anlatan, hayallerini tasvir eden, yaptığı çalışmalara dikkat çeken bir mektup yazdım, ekine de bu güzel kardeşimin hat eserlerinden bir iki örnek koyarak yolladım… Evet, bendeniz bir dostumun önünü açmak için kendime yakın bulduğum bir kapıyı çalmış oldum. Kendimle ilgili hiçbir zaman talebim olmadı; kendisi iyi bir arşivci olan “şeyhim” o mektubu saklıyor olmalı. O sene yeni doçent olmuştum. Van’da dönemin Rektörü, Doçentlik kadromu Edebiyat Fakültesi’nde ilan etmiş; ancak orada benden daha kıdemli bir ağabeyim de o günlerde doçent olması sebebiyle, orada adıma açılan kadroya müracaat etmemin etik olmayacağı mülahazasıyla gerekli müracaatı yapmamıştım. Adına açılan kadroya müracaat etmeyen adam durumuna düşmüştüm; ama sonradan öğreniyorum, benzeri durum Kara Hocayla Süleyman Bey arasında da cereyan etmiş. Sizi kadro tartışmalarıyla yormak istemem, lakin kişinin yerini yurdunu bilmesi, icabında kenarda durmayı becermesi, terk etmesi, umulmadık yeni kapıların açılmasına sebep oluyor. Fakir içinde öyle oldu… Hikâyeyi uzatmayayım; önce Isparta, sonra Prof. Kara’nın “gel” emriyle kalkıp Bursa’ya geldim.

Hiçbir zaman “illa şu olsun” dememenin yolunu yordamını hayat öğretti… Ankara’da okumuş, orayı yurt edinmiş ve hiçbir zaman da oradan ayrılacağını aklına getirmemiş birisi olarak, uzaklara, çok uzaklara “gönüllü sürgün” olarak kalkıp gittim, Akdeniz’in yaylası olan Isparta’da biraz nefes alıp, kendime geldim ve sonra Ulu Şehre bir güzel insanın çağrısıyla kalkıp geldim. Kalkıp geleni kalkıp gider de… Kalkıp, “kutbumuz” Prof. Süleyman Uludağ’ın işaretiyle Kütahya serüvenine de girmek, orada bereketli bir ilim ve irfan sofrası kurma şerefine ermek de nasip oldu. Yarın nereden nasıl bir emir gelir, gönle ne doğar bilemem; şu var ki, gönlümdeki göçebelikten hala yerleşik hayata geçemediğim aşikâr. Bursa’da doğup, Bursa’da okuyup, Bursa’da yerleşen dostlarımı görüyor, onları gıpta ve hayretle seyrediyorum; bu iki kapılı bir handa benim nasibime hep “yol” düştü, yürüyorum.

Kırkıncı yılını kutlayan Fakültemize, yolumuz on sene önce, iki bin beşte, bir yaz günü düştü… Kalkıp geldim. Dekanımız Prof. Hüseyin Algül’e uğradım; oracıkta, o vakit Fakülte Sekreter Vekili olarak görev yapan Nursen Eken’in dairesini kiralayarak, fakirhaneyi taşıdım. Oysa Isparta’ya yerleşeceğim diye güzel bir ev almış, hatta Eğirdir yolu üzerinden yahut Süleyman Demirel’in köyünden bir elma bahçesi alabilmenin hayalini kurmaya başlamıştım. Ama bu tûl-i emelmiş; gel emri uykudan uyandırdı, yaz sıcağında eşyalarımı kamyona yüklerken, henüz içine yerleşip bir gün bile kalmadığım o güzel evimi sattım. Terk ederek yol alırsınız… Kırkıncı yılını idrak eden bu kuruma terk kapısından geçerek, bir “güzel insanın” çağrısına kulak vererek geldim. Benim için ne Bursa’nın büyük ve tarihi şehir oluşu ne dağı ve ne de denizi cazip gelmiştir; Allah içimizde sakladıklarımızı da açığa çıkardıklarımızı da biliyor… Bir dost çağrısı, otuzuncu yılında bu gemiye binmeme sebep olmuştur.

Çağrıya özellikle vurgu yapıyorum; zira kurucu olduğum Fakültede de hep “gelmek isteyenleri” değil, “gelmesini istediklerimi” çağırdım. Kuruluş böyle olur… Akademik bir kurumda, yöneticileri veya kurumun “akilleri” çağırmayı bilmeliler. Kurumun yenilenmesi ve tekrardan kurtulması için bu elzemdir. Aksi takdirde içten içe kendini yiyip tüketen bir hal alır. Durgun su kirlenir, hükmü, kurumlar ve kişiler için de geçerlidir. Kurumun durgunluktan kurtulması, yenilenmesi, kapısını yeni şahsiyetlere ve fikirlere açmasıyla mümkündür. Akademik kişinin de bir yerde durup, adeta mıh gibi takılıp kalmamasıyla, kısa süreli de olsa kalkıp gitmesiyle ve tekrar dönmesiyle mümkün olacaktır. Bu gidiş-gelişlere, daireyi yenilemek veya tamamlamak diyorum; şimdi sevgili Prof. Dr. İbrahim Gürses bendenizin bu daire metaforuna başka başka isimler verdiğini duyar gibiyim. Madem bu âleme gelişimiz, varlığı idrak sebebiyle ise ne diye varlık kitabını okumak için yola düşmeyelim? Kalkıp gitmekten korkmamak lazım… Kolay değil yeni bir muhit içinde yer bulmak. Çalışırsınız, ‘ne bu yahu ne kadar da a-sosyal’ derler; sosyal olursunuz, “aman Allah’ım, ne bu samimiyet, daha dün geldi…” derler. Bitmez “demeler”. Siz, “desinler” ve “derler” kaydından azade olmanın, doğru bildiğiniz yolda yürüyerek bir koridor açmanın mücadelesini verirsiniz; bununla var olursunuz!

Fakültemizin son on yılında “yürüyüşümüzü” destekleyen kadirşinas üstatlarım oldu; onlara minnettarım… Ne vakit bir “iyi proje” geldiyse aklıma, hemen onu hayata geçirmem noktasında bendenizi teşvik eden, yanımda bulunan, daima destekleriyle gördüğüm rüyayı hayra yoran “büyüklerim” ve “kardeşlerim” oldu.  Başta “gel” emrini veren “şeyhim” Prof. Mustafa Kara, her zaman ufuk açıcı rehberliğiyle sözü sohbeti bereketlendiren “kutbumuz” Prof. Süleyman Uludağ ve dünyevi işlerdeki “rehberim” Prof. Osman Çetin’i ilk anda zikretmem lazım.

Fakülte, sadece bir iş yeri değil… Orada üretiyor, orada yetiştiriyorsunuz. Farklı fikirler, farklı dokunuşlar olacak. Bu farklılıklarla siz kendi yolunuzu keşfedecek, yürüyeceksiniz. Kimileri yanınızda olacak, kimileri karşınızda. Ama aslolan saygı ve sevginin korunmasıdır. Saygı, düşmanın da olsa, işini iyi yapan, hak bildiğini eğip bükmeden söyleyen, hakikat gördüğü yolda yürüyen kişinin hakkıdır. Elbette yanımdakini sevecek, etrafımdakine saygı göstereceğim; ama akademik ortamda ve hatta hayatta benimle aynı türküyü söylemeyen ve fakat işinin ehli olana saygı göstermeliyim. Duygusal formları aşarak, esere bakmayı bilmeliyim. İlk geldiğim günlerde “sevgiye” dayalı, adeta bir ev ortamını andıran ilişkiler görmüş; bu güzellikleri gıpta ile seyretmiştim… Hala öyle seyrettiğim güzel dostluklar var. Bizim Fakültemizi farklı kılan da bu haldir; kapısını çalıp içeri buyur edilmediğiniz pek kimse bulunmaz. Böyle inanıyorum; insani ilişkilerden beslenen bu sevgi yoğunluğu zamanla yıpranır.  Akademisyenin hodbin tavırlı yükünü taşımak kolay değildir. Bu bakımdan olması gereken, sevginin saygıyla beslenmesidir.

Fakültemizin kuruluş tarihlerini ve süreci “büyüklerimden” çokça dinledim; fedakârlık ve samimiyet üzerine kurulu bir eğitim kurumu… Akıl ve emeklerinin yanında, gönüllerini de bu kurumun hizmetine sunan bir kurucu kadro! Bendeniz bu kadronun merkezinde bulunan Prof. Uludağ’ı “kutup” olarak nitelendiriyorum; o Fakültemizin kutbu olarak hep hayrı tavsiye etti, ufuk açıcı oldu. Burayı farklı kılan da belki buydu; merkez şahsiyet etrafında teşekkül etmek. Elbette Prof. Halis Ayhan’ı, merhum Prof. Günay Tümer’i ve diğerlerini hatırımda tutarak bu cümleleri sarf ediyorum. Merkez insan, dezenformasyondan etkilenmeden, denilene takılıp kalmadan hakikatin peşinde olan, hakikatten yana olan insandır. Yaşı ileri olup da hala “kulisler”den beslenenler yok mu? Yüzünüze gülüp de arkanızdan kendince bir değer biçenler yok mu? Elbette insanın olduğu yerde bu türden kişiler de bulunacaktır; mesele derleyip toparlayıcı olmak, öfkeyi ve kini değil, hayrı ve güzelliği artırmaktır. Bu anlamda fakültemizde “bilge tavırlı” gani gönüllü hocalarımız, dostlarımız bulunmaktadır.

Esasen bu yazıda, sadece “gel” emrini veren “şeyhimi” konu edinecektim; öyle demiştim… Lakin Menâkıb-ı Şeyh Kara ve Kutbu’l-Ârifin Suleyman Beg kitabını daha sonra kaleme almanın yerinde olacağını düşünerek, kalemi akademik aklın rüzgârına bırakıp tarihe ilişkin kısa birkaç öznel hususu dile getirmiş oldum. Ne demişti Jurnal’de üstadımız Cemil Meriç? Şunu söylemişti: “Istırap hulâsa edilmiyor.”  Hem zaten bizim serlevhamız neydi? Şuydu: Gel emrine muhatap olmak! Şu hâlde ey kâri, kırklara erişmiş Fakülte bahsinde, sen esasen gel emrine muhatap olan bir “mustarip muhacir” in hikâyesinden bir bölüm okudun… Şimdilik bu kadar kâfi!

 

*Yazarımızın, Bursa İlahiyat Fakültesinin 40’ıncı yıl kitabı için yazdığı yazıdan üretilmiştir.

Bilal Kemikli, Sivas’ta doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı; 1998'de doktor, 2002’de doçent ve 2008’de profesörlüğe yükseltildi. Halen Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Daha çok klasik şiir ve tasavvuf edebiyatı alanında akademik çalışmaları olan yazar, dini kültür ve düşünceye ilişkin denemeleri, hatıra, günlük ve eleştiri yazılarıyla da tanınmaktadır.   Prof. Dr. Kemikli’nin eserlerinden bazıları şunlardır: Sun’ullah-ı Gaybî Dîvânı, Şair Şeyhülislam Ârif Hikmet Beyefendi, Oğlanlar Şeyhi Müfid ü Muhtasar, Dost İlinden Gelen Ses, Şiir ve İrfan, Sufi Aşk ve Ölüm, Şiir ve Hikmet, Şehir Hayat ve Dervîş, İnsan Deniz ve Hayat, Pîr Sultan Abdâl, Oğul Sen Sen Ol, Süleyman Çelebi ve Mevlid, Erzurumlu Bilge İmam Muhammed Lutfî Efendi,  Mihenk, Çiğdem Der ki Ben Âlâyım: Memleket Yazıları, Kapı, Kıyıya Vuran Deniz, Kûşe-i Uzlet: Karantina Günlüğü, Ramazan Güzellemeleri, Âteş-i Aşk: Mesnevî Mektupları, Sufiyem Halk İçinde Yunus Emre, Demleyen Coğrafya ve Hacname.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir