Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Gölgesi Geceye Düşen Sözler

Susamak, yanaklarına yağan yağmurla çoğalmayı bekleyen insana özgü kayıp bir rüzgârdır inleyen dualarda. Dilinde yuva yapmış, darası alınmış kelimeler. Ay dolanır ellerine, yüzünde gecenin serpintisi. Bir yalnızlık çarpıntısı kalbinde, hüzün spazmı dedikleri. Dicle dilcede nasıl okunur? Fırat akar katran karası her gece. Bir kelebek konsa avuçlarımıza, gülüşü şakayık bir akşam olur, ıhlamur kokusu kadar hatır sahibi kılar bizi. Sesimizden sessiz harfler, sağanak halinde yağar belki. Bıçak ağzı gibi keskin kuşatmalarla sarılı dört bir yanımız. Oysa tutununca bir gönül yarasına, o kuşatmayı yarmada sessiz ve onurlu bir huruç hareketidir bu.

EKLENDİ

:

Su susar; denizin yüzünü hüzün kaplar, harfler yalnızlaşır, sözcükler küser alfabesine. Ağlamak, acı faturasına indirim olarak yansır. Alnından vurulmayı bekleyen atlar, her gece yatıya kalır içimizde, nedamet akan yelelerine inat. Aşk küçük harfle başlamaz, sitemle biten hiçbir cümlede.

Gece bir ırmaktır; hüznün havzasında mevzilenen, savaşmak hissi örselenmiş kırık bir mızrak. Duygular, mevsim nezlesi gibi: Epik, etik, estetik ve retorik… Ontolojik sancılar kısrak. Mehtapla yüzleşmeyen bir sandal gibi, buruk, mağlup ve kırgın… İlmeği kaçan düştür sanrılar.

Susamak, yanaklarına yağan yağmurla çoğalmayı bekleyen insana özgü kayıp bir rüzgârdır inleyen dualarda. Dilinde yuva yapmış, darası alınmış kelimeler. Ay dolanır ellerine, yüzünde gecenin serpintisi. Bir yalnızlık çarpıntısı kalbinde, hüzün spazmı dedikleri. Dicle dilcede nasıl okunur? Fırat akar katran karası her gece.

Bir kelebek konsa avuçlarımıza, gülüşü şakayık bir akşam olur, ıhlamur kokusu kadar hatır sahibi kılar bizi. Sesimizden sessiz harfler, sağanak halinde yağar belki. Bıçak ağzı gibi keskin kuşatmalarla sarılı dört bir yanımız. Oysa tutununca bir gönül yarasına, o kuşatmayı yarmada sessiz ve onurlu bir huruç hareketidir bu.

Kabımıza sığmaz olduk. Kalıbımızı idam etmeden kalbimizi Âdem kılan nefeslerin yoksunuyuz her dem. ‘İrfani arastadan uzak bir idrak’ kuşatıyor iliklerimizi, sıktıkça sıkıyor ve kurutuyor yorgun damarlarımızı.

Geçmişin ‘keşke’ sine, geleceğin endişesine kapılıp sürükleniyoruz çavlan dalgaları arasında. Bir münadi gerek bize, telaşla koşarak gelen şehrin öbür ucundan. İflahı yok kalbimizin; Neccar’ın çağrısına, Hallac’ın ağrısına artçı depremler kadar kulak kabartmadan?

Kendini sur kentine öykünerek sır kentine döndüren, kaderine keder ekilmiş nice sır küpleri barındırıyor kaldırımlar. Büklüm büklüm bükülen bedenleri konuk ediyor apartmanlar. Heves giysisinden soyunan teslimiyet fısıltıları susmaya yattığı zaman sonu gelmez sorular da öksüz bir çocuğa dönüşüyor, birbirinden habersiz hüzün sızan duvarlardan.

Neyidir bilmem insanı kendine çeken, iki yakası bir araya gelmeyen dünyanın? Deniz görmeden yosun kokusu almak gibi. Hızla geçmek ister buhran satılan çarşılardan. Vurulur bâkir olan ne varsa, ezan çiçeği ve ardıç kuşuna. Kuşlar dallarını terk ederken, kanadından ürken bir kelebek kadar kaygılı bütün yaşadıklarından.

Şimdi bir duvar ustası olmak istiyor insan. Zamanın sıvaları dökülen duvarlarını özenle ören, derin yarıkları ve ince kırıkları onaran. Yıllardır tozu alınmayan raflardaki kırık testiler gibi mahzun, vaktin itina ile biriktirdiği toplam tereken artık.

Harabeyi imar etmede mahmur, mamuru tahrip etmede mahiriz. Tamirde mimar olmayan mahrum olmaya memurdur elbet. Hayat, bayat bir arşiv haberi gibi sunuluyor bize manşetten: Hatıranın değeri düşmüş insanlık borsasında, ihanet yükselişte.

Şehri nefesiyle okşayan bir dervişe dönüşüyor şimdi akşam. Derviş aşka direnmeyi geceye devrediyor. Bak işte, gece göç vaktidir diyor gökyüzü; kuşlar, ağaçlar, ay ve güneş. Ansızın bir durabilse, durdurabilse hızla akan tapınak ırmağını;  duyacak insan, minarelerden uçan kuş sürülerinin göç ettiğini kulak içlerine.

İnce düşüncelerin sancısıdır göç. En hızlı yenilenmenin eylemidir göçebelik. Kendi iskeleti ile kıyaslanamayacak kadar aydınlık bir yüzü vardır göçebelerin örneğin. Göç kurtuluştur, ırmağın fasılasız akması gibidir kendini arıtmak için.

Çağın puta çalan gözleri çelik anıtlar gibi dursa da kentin saçaklarında, dikilse kale burçlarına yine soylu duruşundan vazgeçmemeli insan, keskin bir sızıyla koparılmadıkça şehir duyarsız organlarından. Geçti leylak kokan gece, kesildi sümbül kokan nefesin, sesini bağışlamadınsa dünyaya, bil ki son durakta da yoksun.

Limanda yaralanan bir gemi, yarım bırakılan harabe duvar, kapanmayan hesapların sancısı, henüz baharında ölen bir çocuk, yetmez mi bize hatırlatmaya, kader denen o büyük kahramanı?

Hatırlanır mı insan hesabın o onulmaz ağırlığında? Diner mi acıları, ‘hasret günü’ paslı kapılar açılınca? En yalın alın çizgilerini takınıp o gün diyebilir mi insan, çoğalt ve buyur beni kapında?

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar