Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Her Gelecek Yakındır

En lüks sabah kahvaltım çay eşliğinde paketteki kahvaltılık margarindi. Bazen üç öğün kahvaltı yaptığım olurdu. Az yememe rağmen hızla kilo alıyordum ama sebebini bilemiyordum, şimdi daha iyi anlıyorum margarin ve sahte sıvı yağlarla zehirlendiğimi. İnsanı ve sağlığını hiçe sayan paragözlere ne demeli bilmem Allah ıslah etsin, nice insanın sağlığıyla oynamaya devam ediyorlar maalesef.

EKLENDİ

:

“Zaman, götüreceklerini heybesine doldurup geçip gidiyor.”

O yıllarda Hacı Lütfi’nin otobüsü her sabah 08.30’da Göksun’dan Maraş’a hareket ederdi ve teker patlamazsa mevsim de yaz ise 14.00 gibi Maraş’ta olunurdu. Mevsim kışsa saat tahmini filan yapılmazdı.

Neyse ki benim yolculuk yapacağım zaman kış mevsiminde değildik. Garajda simsarlık yapan Haydar dayı, -aslında babamın dayıoğlu olur ama biz de dayı derdik- bana torpil yapıp 1 numaralı koltuğu ayırmış. Etrafı seyrederek gitsin diye iyi de oldu. Götürebileceğim kadar acil eşyalarım kocaman bir balya yapıldı ve otobüsün üst bagajına yerleştirildi. İlk harçlık ve ilk gurbet… Ver elini Maraş.

 

İştahla bulutlara dokunmaya çalışırcasına uzanan kavaklarıyla meşhur Gücük Köyü’nden geçiyorduk. Bu güzel köyün içinden geçenlerin kim bilir benim gibi kaçı yeşilin farklı tonlarının içinde hayallerde kaybolmuştu. Bizim köy de yeşildi ama Çerkez köyleri kadar yeşil değildi. Çerkez köylerinin neredeyse tamamı su kaynaklarına yakın kurulmuştu. Mehmetbey, Mahmutbey, Tahirbey, Yantepe, Kamışcık, Çardak, Ortatepe, Çamurlu hepsi Çerkez köyü ve hepsi birbirinden güzel. Sadece köyleri mi evleri de güzel, kızları da. Bu kısa yolculukta nice hayaller kurmuştum hatta bir gün bir Çerkez kızıyla evleneceğimin hayali de vardı içinde. O vakitler bu düşler, yaşımın üstünde hayallerdi belki de. Bazı hayaller var ki üstünden on yıl geçince gerçek oluyormuş zaman bana onu da öğretti.

Nerede beyaza boyanmış evler, her gün bayramlıklarıyla suya giden kızlar görürseniz, mutfaklarından sarımsak kokusu geliyorsa, evlerinin önünde de fırın varsa şüpheye gerek yoktu. “Tamam burası bir Çerkez köyüdür.” dersiniz.

Gücük’ten sonra Saraycık Beli’ni de geçtik mi eh yolun yarısı bitti demekti. Daha önce de birkaç defa ailemle birlikte Maraş’a gitmiştim ama bu farklıydı. İlk defa bir yolculuğu tek başıma yapıyordum. Öyle olunca da benim için farklı oluşu kadar önemliydi de. Yolculuk yapmak için artık büyümüş müydüm yoksa bu yolculuk beni birkaç yaş büyütmüş müydü bilemedim. O sırada garip bir biçimde rahmetli Bekir Emmi gelmişti aklıma. Uzaklara, çok uzaklara dalıp gitmiş Rahmetli Bekir Emmi’ye bir defasında yöresel ağızla “Karşı dağlarda ne gördün de gonuşuyon emmi?” demiştim. Hiç unutmam o da aynı ağızla “İnsan büyüdüğünde dağla-taşla da ağaçla-kuşla da gonuşmaya başlar oğlum.” demişti. Bu yolculukta da ben etrafa bakıp sessiz hayaller kurmamı sebep bilip içimden “Galiba büyüyorum.” demiştim.

Büyüyordum ya önemli görmüştüm ya… Böyle bir hatırayı anlatayım istedim.

Tekir’de kısa bir ihtiyaç molası sonra yola devam ettik. 14.30 civarında Maraş’a ulaştık. Bu arada küçük bir hatırlatmada bulunayım: Maraş’ın Tekiri, Adana’nın Tekir Yaylasıyla karıştırılmamalı. Çoklarının aklına Adana’nın Tekir’i gelse de Maraş’ın da bir Tekir’i vardır ve çoklarının tersine bizim buradakilere Tekir denildiğinde akla ilk olarak Maraş’ınki gelir.

Bu gidiş gelişlerimiz dört yıl boyunca devam etti.

Babamın bir hayali vardı: “Oğlunu İmam Hatip Lisesinde okutmak hayali.” Rahmetli Halil dedem babamın hafız olması için çok gayret etmiş ama babam hafız olamamış. Babam çevrede “hoca” bilinirdi ama bu hocalık “alaylı” idi. Mızraklı ilmihal hocasıydı. Dedem gibi o da hocaları çok severdi, dindar yaşamaya da gayret ederdi.

Babam, hayalini gerçekleştirme uğruna ilk çocuğunu bir bilinmezin içine ittiğinin farkında değildi elbet. İmam hatip okumak güzeldi ama ortaokulu yeni bitirmiş bir çocuğun tek başına şehir hayatının vicdanına bırakılması ne kadar doğruydu. Komşumuz Lütfiye teyze anama gelmiş: “Yıldırım’a yazık ettiniz, imam hatibe gidenler deli oluyormuş” demiş. Çok sonraları duydum bunu. Anama söylenen değil ama “Ölü yıkayıcısı mı olacaksınız?” sözünü çok kere duymuştum. Liseyi ailesinden ayrı bir şehirde okuma konusunu eğitim uzmanları yeterince tartışmış mı bilmiyorum.  O yıllarda böyle bir konunun tartışıldığını da sanmıyorum. Şimdi tüm okul ve memuriyet süreçlerini tamamlamış bir eğitimci olarak söylüyorum; “Hiçbir çocuk ilkokul, ortaokul ve lise döneminde ailesinden ayrılmamalı.” Ailesinin sıcak kucağından, sevgisinden mahrum bırakılmamalı. Üniversite döneminde ise ailesinden uzakta olmalı, ayağı üzerinde durmayı ve hayatı öğrenmeli, kişiliği pekişmeli diye düşünürüm.

İtfaiyeci Ahmet amca Şekerdere üzerindeki evinin birinci katını bize kiralamış, imam hatip öğrencisi olduğumuz için de elektrik ve su parası almamayı taahhüt etmişti. Muzaffer, Yaşar ve bir de ben. Birlikte paylaştık aynı evi. Üçümüzün de ilk yılıydı. İlk bulgur pilavımızı hiç unutmam. Suyu çok koymuşuz, kazan kaynadı kaynadı ama suyu bir türlü çekilmedi. Ne yapmalı? Çocukluk bu ya biraz daha bulgur katarak işi çözdük fakat yemesi zor oldu. Pilavın yarısı hamur gibi olmuş, yarısı henüz pişmemişti. Ağzımızda her çevirdiğimizde çatır çutur ses çıkıyordu. Tabii bir de birbirimize bakıp gülüyorduk. Her şeye rağmen “Buna da şükür.” duygusuyla şikâyet etmeyi aklımıza bile getirmiyorduk.

İlk yılımız gerçekten zor geçti. Mütevazı öğrenci evimizden zor da olsa bir üst sınıfa geçebilen tek kişi ben olmuştum. Yani artık tek başıma kalmıştım, ikinci seneyi yalnız okumak zorundaydım. Öyle olunca da Düvenönü Mahallesinde tek odalı yeni bir eve taşındım.

En lüks sabah kahvaltım çay eşliğinde paketteki kahvaltılık margarindi. Bazen üç öğün kahvaltı yaptığım olurdu. Az yememe rağmen hızla kilo alıyordum ama sebebini bilemiyordum, şimdi daha iyi anlıyorum margarin ve sahte sıvı yağlarla zehirlendiğimi. İnsanı ve sağlığını hiçe sayan paragözlere ne demeli bilmem Allah ıslah etsin, nice insanın sağlığıyla oynamaya devam ediyorlar maalesef.

Kaldığım evin üst katında da üniversite öğrencileri kalıyordu. Ev sahibimiz hanımefendi ise yan komşumuzdu. Ev sahibimizin oğlu mu kızı mı bilmem ama haftanın her günü her gece gitar çalıyordu. Komşularım rahatsız olur mu diye düşünmezdi. Bir gün üst katta oturan üniversiteli Mevlüt abiye açtım konuyu “Ev sahibinin oğlu mu kızı mı bilmem ama her gece gitar çalınıyor. Bazı geceler bu gitar sesinden uyuyamıyorum, uyumuşsam da uyanıyorum” dedim. Mevlüt abi “Ev sahibimiz yalnız yaşayan bir kadın. Onunla yaşayan oğlu da kızı da yok.” demesin mi! İçime bir korku düştü, öyleyse bu gitarı çalan kimdi? Demek ki üç harfliler gitar çalıyor algısına kapıldım ve evden çıkıp amcamın kızı Sevinç ablalara taşındım. Eniştemiz Ali abi, Allah rahmet etsin gönlü geniş bir insandı. Beni yanlarına almakta hiç tereddüt etmediler.

Üç harflilerin gitar çalmadığını da göreve başladığım ve yine yalnız yaşadığım Ceyhan günlerinde öğrendim. Geceleri susmak bilmeyen davul sesi duymaya başlamıştım. Gece yarısı oluyordu davul sesi susmuyor bilakis artarak devam ediyordu. Bu sefer evi terk etmedim, sokağa çıktım gecenin bir yarısı davul sesini aradım. Kısa bir araştırmadan sonra buldum da. Meğer bana davul sesi gibi gelen ses karşı bakkalın eskimiş buzdolabının çıkarttığı sesmiş. Ses susmadı ama ben korkumu yendim ondan sonra rahat uyumaya başladım.

Lise üçüncü sınıfa geldiğimde düz lise okuyanlara imrenmeye başladım. O zaman liseler üç yıl, imam hatipler ise dört yıldı. Yani lisede okuyanlar benden bir yıl önce üniversiteye gideceklerdi.

Yaşar, Göksun’a dönmüş, liseli olmuştu. Ben de babama bu durumu açtım: “Ben de liseye gelsem bir yıl önce üniversiteye gitsem…” Gerçekçi dayanaklarla anlatmaya çalıştımsa da babam çok netti: “Oğlum okuyacaksan imam hatip lisesine devam et, şayet okumaya niyetin yoksa gel beraber küspe satalım, buğday satalım.” Babamın bahsettiği işler zaten ortaokuldayken yaptığım işlerdi. Baktım iş ciddi, babam esnemiyor, “Babamın vardır bir bildiği.” deyip okuluma devam ettim. Lise bir ve ikiyi zorla geçtim. Lise 3 ve dördü iftiharla tamamladım. Tabi iftiharla tamamlamamın bir nedeni de şuydu: son sınıfta iken Mustafa dayımlarda kaldım.

Bir gün dayım “Yeğenim kaç zayıfın var? diye sormuştu.  Ben makul cevap vermeye hazırlanırken Güzin yengem hemen söze karışmıştı: “Mustafa bu nasıl soru, Yıldırım’ın zayıfı olur mu? Teşekkür mü takdir mi alıyorsun diye sormalısın.” Bu söz benim yerime verilmiş bir cevap gibi olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, hakkımdaki bu güzel düşünce sonraki günlerde başarı konusunda beni fazlasıyla motive etmişti. O günler için “Başarımın torpili bu sözdür.” desem abartmış olmam.

Lise üçüncü sınıfta biri dış dünyamızı diğeri iç dünyamızı derinden etkileyen iki hadise meydana gelmişti. Sadece benim dış dünyamı değil tüm Türkiye’yi derinden sarsan “Maraş olayları” diye tarihe iz bırakan olaylar cereyan etmişti. Kısaca bahsetmeden geçmek olmaz.

Sabah her zamanki gibi okula gittik ne görelim “Okul tatil” dediler. Ama sebebini bilen yoktu. Yıl 1978. İki öğretmen öldürülmüş. Onların cenaze töreni varmış ama ilgi kurmakta zorlandık. Sonradan öğrendik ki öldürülen öğretmenler solcuymuş. Kütüphaneye gittik orası da kapalı. Yolumuz üzerinde Maraş Kalesi var, Kale’ye çıkıp olup bitenleri yukarıdan izlemek istedik. Cenazeler ve cenaze törenine katılanlar kale dibinde Ulu Cami yakınlarında bekliyorlardı. Sağcı diye bilinen grup Ulu Cami avlusundaydı ve “Kahrolsun komünistler” diye slogan atıyor ve cenazeleri camiye sokmuyorlardı. Cenaze taşıyanlar da “Kahrolsun faşistler” diye slogan atarak camiye girmeye çalışıyorlardı.

Karşılıklı sloganlar devam ederken, bir müddet sonra kaledekiler cenazeye katılanlara taş atmaya başladılar. Bu taşlar büyük bir patlamanın habercisiydi. Biz solcu değildik ama sebepsiz yere taş atmanın da mantığı yoktu. Biz taş atmayınca, taş atanlar bize kötü bakmaya başladılar. Solcu olmadığımızı anlatmaya çalışmak yerine uzaklaşmayı tercih ettik. Uzaklaşanlar içinde kimler vardı, o heyecan içinde bilmem çok zor. Bildiğim bir şey vardı, o da hayatımı tehlikeye atmanın anlamı yoktu. Hızla kaleyi terk edip evin yolunu tuttum. Eve ulaştığımda silah sesleri duyulmaya başladı.

Olayların ikinci günüydü bir adam sokakta bağırarak milleti tahrik ediyordu; “Ey ümmeti Muhammet ne duruyorsunuz, aleviler hamile kadınların karnını yarıyor, çocukları duvara çiviliyor?” Sonradan öğrendiğimize göre bazı kimseler de alevi mahallelerine giderek; “Ey alevi kardeşlerim ne duruyorsunuz sünniler hamile kadınlarımızın karnını yarıyor, çocukları duvara çiviliyor.” diye onları tahrik etmiş. Netice 250 civarında masum insanın ölümü ve alevi-sünni gerilimi. Her kimler planladıysa iyi planlamıştı. Yine de sağduyu hâkim olmuştu da ülkemiz Irak, Suriye, Yemen olmamıştı elhamdülillah. Bundan sonra da olmayacak inşallah. Tabi bu denemeler bir, iki, üç… devem etti. Muhtemelen edecek gibi de gözüküyor.

İç dünyamı derinden etkileyen hadiseyse bu olayların hemen akabinde Rabbim erken yaşta umre nasip etti. İki otobüs öğrenci ve görevli öğretmenlerimizle yola çıktık. Mekke’ye ulaşmamız üç gün kadar sürdü. Sebepsiz yere sınır kapılarında bekletiliyorduk. Bu bekleyişler ve gecikmeler Kabe’ye olan iştiyakımızı artırıyordu. Kabe’yi gördüğümüzde heyecanımıza diyecek yoktu. Nasıl olduysa bir sabah Mekke’de kravat takmıştım. Döndükten sonra rahmetli müdürümüz Mehmet Sait Kırmacı odasına çağırdı. Odada yine rahmetli Necmettin Gevri, rahmetli Durdu Çukur da vardı. Odaya girince müdür bey: “Yıldırım sana Mekke’de kravatı Durdu Çukur Bey mi taktırdı?” diye bir taraftan sorusunu sorarken diğer taraftan da evet demem için işaretler yapıyordu. Mesele anlaşılmıştı. İki tarafı da kırmamak için “Durdu Çukur Hoca’m ‘Tak.’ demedi ama okulda sürekli kravat üzerinde durması, kravatsızları derse almaması etkili olmuş olabilir.” dedim ve bu durum tatlı tebessümlerle geldi geçti.

Hayatımın en güzel on dört günü o güzel mekânlarda geçti. Birçok hatıralar yüklendim, niyetler tuttum geldim.

Dönüş yolunda yurda dönmüştük. Maraş’tayken bir olay yaşanmıştı ki şimdi hem gülüyorum hem de rahatsızlığımı unutmuyorum. Çünkü Batıpark’ta Göksun’a gitmek için zemzem ve hurmayla beklerken simsar Muharrem amcaya zemzem ikram edebilmek için bardak aramaya durdum bir de ne göreyim beni beklemeden o kocaman vücuttaki kocaman başına dikmiş zemzem bidonunu lıkır lıkır içiyor. Ne kadar üzüldüm. Zemzemin artık olduğunu kimseye söylemedim şimdi ifşa ediyorum. Nasiplenenlere şifa olsun.

Son sınıfa gelmiştim ve üniversiteye hazırlanıyordum. Yakın çevrem “Yıldırım tıp okuyacak.” diyorlardı. Tabi tıp okumamı benim için mi istiyorlardı yoksa içlerine bastırdıkları doktor hikâyelerinin beklentisini mi bulmak istiyorlardı, tartışılır. Tabi ben kendimi biliyordum. Tıp olmazdı ama ilahiyat olabilir gibi gözüküyordu. En azından Erzurum İslami İlimler Fakültesini kazanırım diye çok ümit ettim, çok dua ettim. Ne var ki kazanamadım. O zaman ne kadar çok üzülmüştüm. Haddimi aşıp “Allah duamı kabul etmedi” demeye başladım. Ne hadsizlik etmişim aslında. En çok üzüldüğüm bu hadise aslında benim için sevineceğim hayırlı bir hadise imiş. Allah bizi bizden çok seviyor fakat bizim bundan haberimiz yok. Meğer kaderimizde Konya Selçuk İlahiyat varmış. Erzurum İslami İlimler Fakültesi de İlahiyat Fakültesi oldu ve orayı kazananlar beş yıl okuyarak diploma aldı, ben ise dört yıl okuyarak aynı diplomayı aldım. İmam Hatipteki bir yıllık fazlalık da telafi olmuş oldu.

İmam hatip lisesi birinci sınıfa 250 kişi başlamıştık ne yazık ki 40 kişi mezun olabildik. Bu kadar kötü öğrenciler mi gelmişti yoksa öğretmenlerin gözünde mi biz kötüydük bu da tartışmalı bir konu. İmam hatip lisesini yapamadı diye uzaklaştırılan nice arkadaşımız tıp, mühendislik ve benzer okullar kazandıklarına göre konunun tekrar tahlil edilmesi gerekiyor.

Her gelecek yakındır ve nihayet üniversite de geldi. Ver elini Konya. Konya günleri başka bir yazının gündemi olsun inşallah.

Çok Okunanlar