İnsan, ölüm ya da felaket karşısında, keskin keskin duyduğu metafizik şiddet karşısında Tanrı’ya sığınır. Çünkü trajediyi kader yapan da O’dur. Ona dayanma gücünü veren de O… Bir de ruhun açılımları vardır ki, bu da saf ve en sürekli gelişimini yine Tanrı’da, Tanrı sevgisinde bulur. Bu sevgide ruh yenilenir, kuruyan çöp köklerinden kurtulup dirilmiş kanatlarına kavuşur.
Nazım Hikmet’te bunun tersi bir durum görülür. Aileden geçen genlerin, çevre ve eğitimin etkisiyle hayatının ilk yıllarında dine karşı bir muhabbet ve ilgi duyarken, daha sonraki zamanlarda bunun tersi bir duruma evirildiği görülür.
Türkiye’de dindarların uzun yıllar boyunca ayrımcılığa uğradığı, ezildiği, küçük görüldüğü, bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak belli bir dönemden sonra politikaya atılan bu kitle, olumsuzlukları olumlu bir duruma çevirmede pek de başarılı olduğu söylenemez.
Sol kesim de belli bir dönemde bir takım imkân ve avantajlara sahip olmuş ve bunu kullanmayı başarmışlardır. Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğüne kendini adamıştı. Stalin’i övmüş. Sovyetler Birliği’nde kalabilmek için belki de buna mecbur hissetmişti.
Stalin öldüğünde (1953), şunları yazmıştı Nazım:
“Kardeşlerim hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden.
Tutuyorum kendimi sizin gibi aynı metanetle.
Seviyorum onu aynı Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi.
Yoksul esir halkımın dostuydu o.
Hangi halkın dostu değildi ki…”
Bir anda değişen ve duygularında farklı durum yaşayan Nazım, Kruşçev, 20’nci Kongre’de Stalin’i hedef alınca, durum değişir. Stalin’in ölümünde hüngür hüngür ağladığını söyleyen Nazım, 1961’de onu eleştiren bir şiir yazar:
“…Yok oldu çizgisi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı taşın, tuncun, alçının…”
Nazım’ın aynı çelişkisi, Mustafa Kemal’e yönelik tavrında da görülür… Kuva-yi Milliye Destanı’nda onun için:
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri
Kim bilir onlar ne kadar büyük
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu
yalnız, Yunan’dan önce ve Seferberlikten evvel
geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: “Üç” dediler,
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.”
Mustafa Suphi’nin Trabzon açıklarında öldürülmesi ve Atatürk’ün “Biz Bolşevik değiliz ve olmayacağız” sözleri üzerine, “28 Kanun-i Sani” adlı şiirinde şöyle yazar Nazım:
“Trabzon’dan bir motor açılıyor.
Sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
Motoru taşlıyorlar.
Son perdeye başlıyorlar.
Burjuva Kemal’in kordonuna binmiş
Kumandan kâhyanın cebine inmiş.
Kâhya adamların donuna…
Uluyorlar. Hav… Hav… Hav… Tü…”
Bu şiiri yazdığında Nazım, tarih, 1923’tür. Zamanın şartları, yapabileceklerinin sınırı, hayatını idame ettirme mecburiyeti, henüz komünizmin ne olduğunu anlayamaması, şiirini etkilemiştir Nazım’ın…
Hem Necip Fazıl, hem Nâzım Hikmet, Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşıydılar. Belki de ortak noktaları buydu.
Nâzım Hikmet: “Bademle, hindistan ceviziyle, şamfıstığıyla, sütle, şekerle yapılan keşkül-i fukara ne kadar bir fakirin keşkülüne benziyorsa, Halk Fırkası (CHP) de o kadar halkın fırkasıdır. (partisi)”
Necip Fazıl: “CHP, Türk’e dinini, dilini, özünü kaybettirmeye memur bir intikam müessesesidir.”
Nâzım’ın Atatürk ve İnönü dönemlerinde uzun yıllar hapis yattığını, 1951’de Demokrat Parti’nin affıyla çıktığını da unutmayalım.
“Trabzon’dan bir motor açılıyor; sahilde kalabalık.
Motoru taşlıyorlar, son perdeye başlıyorlar.
Burjuva Kemal’in omzuna binmişler,
Kemal kumandanın kordonuna, kumandan kâhyanın cebine inmiş.
Kâhya adamların donuna…
Uluyorlar… Hav hav.
Hak Tüü…”