Mekke’de her şey tenzihi bir mana etrafında döndüğü için, kendinizi Allah’ın isimlerinden başka her şeye yabancı hissediyorsunuz. Tabii bir de Efendimiz Aleyhisselam’ın âlemlere rahmet olan büyüklüğü… Efendimizin içinde olmadığı bir mana yok.
Mekke ile müşerref olduktan sonra tevhidi ve tenzihi anlamda kalbimin İslam’ın hakikatiyle ilk defa tanıştığına şahit oldum. Burada Esma-ı Hüsna bilinen, hissedilen bir şey olmakla kalmıyor; görülüyor.
Kuşkusuz Mekke, celale âşık olunacak şehirlerin başında geliyor.
Celal tecellilerinin bu denli yoğun ve bu denli sert tecelli ettiği bir beldede, peygamberliğinin on üç yılını geçirmiş olan Resûlüllah Efendimize sormak lazım: Celal nedir diye.
Esma-ı Hüsna’nın en sert olanlarına boyanmış bir şehirde peygamber olmak…
Bunu sadece Muhammed Mustafa manası yüklenebilirdi.
Siyer ilmi bugüne kadar işin bu tarafıyla ne kadar ilgilendi acaba!
Siyer’in Mekke bölümüne, kahramanı Muhammed Mustafa Aleyhisselam olan bilindik bir iman-küfür mücadelesi şeklinde bakmak bize ne Mekke’yi ne de kemal anlamında burada yaşanan nebevî boyutu verir.
Mekke’nin, adeta ‘Zât’ tecellilerinden inşa edilmiş bir şehir olduğu hakikatini göz ardı ederek daha açıkçası Esma-ı İlahiye’yi yok sayarak esaslı bir siyer ortaya koymak mümkün görünmüyor. Bu peygamberler tarihinin bütünü için de böyle.
Peki çerçevesi genel tarih diye çizilen tarihi nereden görmemiz gerekiyor? Eğer genel tarihin bir Rabbi yoksa bugün tarih diye okutulan müktesebatı okuyup durmakta bir sakınca gözükmüyor. Bir Rabbi varsa peki, bize nasıl bir tarih okutuluyor?
Mekke’de “ben”den eser yok; sadece O var.
Bu mübarek şehirde ölümün biyografisi yazılacak olsaydı, tek kelimelik bir biyografi olurdu bu: HAYY.
Mekke’de her şey tenzihi bir mana etrafında döndüğü için, kendinizi Allah’ın isimlerinden başka her şeye yabancı hissediyorsunuz. Tabii bir de Efendimiz Aleyhisselam’ın âlemlere rahmet olan büyüklüğü… Efendimizin içinde olmadığı bir mana yok.
Mekke ile müşerref olduktan sonra tevhidi ve tenzihi anlamda kalbimin İslam’ın hakikatiyle ilk defa tanıştığına şahit oldum. Burada Esma-ı Hüsna bilinen, hissedilen bir şey olmakla kalmıyor; görülüyor.
Kuşkusuz Mekke, celale âşık olunacak şehirlerin başında geliyor.
Celal tecellilerinin bu denli yoğun ve bu denli sert tecelli ettiği bir beldede, peygamberliğinin on üç yılını geçirmiş olan Resûlüllah Efendimize sormak lazım: Celal nedir diye.
Esma-ı Hüsna’nın en sert olanlarına boyanmış bir şehirde peygamber olmak…
Bunu sadece Muhammed Mustafa manası yüklenebilirdi.
Siyer ilmi bugüne kadar işin bu tarafıyla ne kadar ilgilendi acaba!
Siyer’in Mekke bölümüne, kahramanı Muhammed Mustafa Aleyhisselam olan bilindik bir iman-küfür mücadelesi şeklinde bakmak bize ne Mekke’yi ne de kemal anlamında burada yaşanan nebevî boyutu verir.
Mekke’nin, adeta ‘Zât’ tecellilerinden inşa edilmiş bir şehir olduğu hakikatini göz ardı ederek daha açıkçası Esma-ı İlahiye’yi yok sayarak esaslı bir siyer ortaya koymak mümkün görünmüyor. Bu peygamberler tarihinin bütünü için de böyle.
Peki çerçevesi genel tarih diye çizilen tarihi nereden görmemiz gerekiyor? Eğer genel tarihin bir Rabbi yoksa bugün tarih diye okutulan müktesebatı okuyup durmakta bir sakınca gözükmüyor. Bir Rabbi varsa peki, bize nasıl bir tarih okutuluyor?
Mekke’de “ben”den eser yok; sadece O var.
Bu mübarek şehirde ölümün biyografisi yazılacak olsaydı, tek kelimelik bir biyografi olurdu bu: HAYY.
Efendim, Sevgilim, Peygamberim
Artık her an ve zaman titiz bir ressam gibi oturup kaşlarının hilalini, gözlerinin karasını, gözlerinin beyazını çizmeye çalışıyorum kalbime. Senin Medine’ne geldiğimde ey Sevgili, o ana değin elimle kalbime bir çizgiyle bile Sana dair bir işaret düşmediğimi gördüm. Vay bana vaylar bana Efendim. Körlük, gözün karanlıkla kurduğu akrabalıktan ibaret değilmiş. Kalbi gözünde atmayanın, gözü kalbinden görmeyenin dünyası da berbatmış ahireti de. Seni şehrinde görmenin boyutsuzluğunu bir tarifle çerçeveleyebilmek bu faninin takatini aşar Efendim.
Kalan ömrümde sadece kaşlarının hilalini kalbime çizmeyi başarabilmek bile Uhud’u sırtlayıp mahşerde huzuruna gelmekle eşitlenebilecek bir şey benim için. Ancak bu kadarına gücüm yeter Efendim. Senin o mübarek gözlerinle temaşa ettim Medine’yi. O gözler benden ayrılmadı Efendim.
Kaşlarının hilali,
Gözlerinin karası,
Gözlerinin beyazı…
Beni kıyıcığında titreşip duran bir toz zerreciği olarak kabul buyurur musun Efendim.
