Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Necip Fazıl’ın Sahip Olduğu İman

Savcı, duruşmada, 60 sayfalık bir iddianameyle, başta Üstad, birkaç sanığın idamını istiyordu. İdam dışında sanıklara istenen ceza tutarı, aklımda yanlış kalmamışsa, üç yüz yılı buluyordu. Bugün için akıl almaz gibi görünen bu talebin, o günün havasında, mahkemece de kabul edilmesi ihtimali bizi ürkütmekteydi.

EKLENDİ

:

Toplumların kaderleri, tarihle ve kendine özgü inanç ve uygarlığın derinliğine gömülü manevi ideal ve amaçla yakından ilgilidir. O kaderi, kim ne kadar çevirmeye çalışırsa çalışsın, iş, döner dolaşır yine asıl mecrasına kavuşur. Milletlerin yazgısını değiştiren büyük dava ve düşünce adamları olmuştur her zaman. Bu tür yaradılışta olan insanlar, kendi ideal ve inançları uğruna her türlü çile, sıkıntı ve hapse girmeyi göze almışlardır daima.

Tarihte ses getiren ve Malatya Davası diye ünlenen eylemden, günümüz insanı     – çok azı müstesna- pek haberdar değildir ne yazık ki… Yahudi dönmesi Ahmet Emin Yalman’ın 1950’li yıllarda, çıkardığı Vatan Gazetesi’nde bir güzellik müsabakası düzenler ve genç kızların boy boy resimlerini yayınlar. Malatya’da inançlı bir kesim, buna ders vermek amacıyla o zaman iktidarda bulunan Demokrat Parti’nin başbakanı Adnan Menderes ile bu şehre gelen Yalman’a, gazetesine haber geçmek amacıyla P.T.T.’ye girişi esnasında Hüseyin Üzmez tarafından birkaç el ateş açılmak suretiyle yaralanır.

Olayın düşünce olarak iki kişi tarafından organize edildiği savıyla Bediüzzaman Said Nursi ve Necip Fazıl suçlanır. Said Nursi göz hapsinde bulunduğundan onunla ilgili bir delil bulunamaz. Necip Fazıl ise, tutuklanarak önce Malatya’ya ve daha sonra Ankara’ya nakledilerek hapse konulur.

Sezai Karakoç anlatıyor: “Üstadı, benim dışımda, bir de Ankara’da bulunan dayısının oğlu (Selçuk Milar) sürekli olarak ziyaret ediyordu. Mimardı. Herhalde maddi yardımı da oluyordu. Mimar, bizimle aynı fikirde olmamakla birlikte, halasının oğlu olan Üstada, kabul etmeli ki akrabalık görevini yerine getirmek için, gereken hizmeti elinden geldiğince yapmakta kusur etmiyordu.

Savcı, duruşmada, 60 sayfalık bir iddianameyle, başta Üstad, birkaç sanığın idamını istiyordu. İdam dışında sanıklara istenen ceza tutarı, aklımda yanlış kalmamışsa, üç yüz yılı buluyordu. Bugün için akıl almaz gibi görünen bu talebin, o günün havasında, mahkemece de kabul edilmesi ihtimali bizi ürkütmekteydi.

İddianamenin okunmasından sonra, bir celse Üstadın avukatı Danyal Kayalıbay söz alıp elindeki kâğıdı okumak istedi. Fakat heyecandan, telaştan okuyamadı. Karıştırdı, yapamadı. Üstad yerinde, son derece kızgın bakıyordu. İddianameye ilk itirazı üstad yazmış, avukata mahkemede okuması için vermişti. Fakat avukat metni okuyamadı. Reis kâğıdı aldı. Orda üstad, savcının dünya hukuku tarihinde görülmemiş bir skandal olarak, iddianamesini, Ahmet Emin Yalman’ın gazetesi Vatan’da çıkardığı ekten aynen aldığını ileri sürüyordu. İspat olarak da Vatan’ın Malatya Davası ekinde, üstadın okuduğu Bahriye Okulu’nun (Heybeliada Deniz Okulu) tam adının yanlış yazıldığı, savcının da bunu aynen alıp tekrar ettiği, tüm İddianamenin Ahmet Emin’in gazetesinden alındığı ileri sürülüyordu. Üstadın bir buluşuydu bu. Fakat ne yazık ki, avukat bu buluşu değerlendirememişti.

İdamın istenmesinden sonra hapishanede ziyaretine gittiğimde Üstad, nasılsa müdürden izin almış, tel örgü arkasından değil de müdür odasının bir penceresinden görüşmemiz mümkün olmuştu. Üstad belli etmemeye çalışıyordu ama çok müteessirdi. Bu ülkenin büyük bir şairi ve düşünürüydü. O kadar yıl millet için, memleket için mücadele edip mahkemelere, hapislere girip çıkmış bir ideal adamıydı. İdamı istendiği bu davada, ülkede, kimseden bir ses çıkmaması, alaka belirtisi bile görülmemesi ister istemez bir hayal kırıklığı ve ümitsizlik doğurmuştu herhalde kendisine. Bana dedi ki: “Bak, Sezai, belki mahkeme, idam kararı vermez ama 20-25 yıla mahkûm edebilir beni. Bu da hayatımın hapishanede geçmesi, hayatımın sönmesi demektir. Bu durumda da zannetme ki, imanıma bir halel gelmiştir. Sen şahit ol ki, bizim için hiçbir ümidin kalmadığı bu anda, ben yine aynı sağlam imanın sahibiyim ve tereddüdün zerresi bile imanıma yaklaşmamıştır.” Belki kelimesi kelimesine aktaramadım sözünü. Ama aşağı yukarı böyle dedi. Ben, üzüntümden teselli edici bir söz bile söyleyemedim. Tabii ki, benden istediği şahadet, bu dünya için değil, öbür dünya içindi. 36 yıldır aramızda sır gibi kalmış olup kimseye söylememiş olduğum bu beyanı, (Karakoç’un 1988-1992 yılları arasında Diriliş Dergisinde tefrika halinde yazdığı ve dile getirdiği Hatıralarından) bugün hatıralarımda bir vicdan borcu biliyorum. Hakkında idam istenmesi, bugün için çok saçma da görünse, buna ya da ömür boyu sürecek bir hapse mahkûm edilmesinin çok mümkün ya da muhakkak göründüğü bir zamanda, ruhunda kopan fırtınada, imanını, selden, ateşten ve rüzgârdan koruyor, facianın acı realitenin ona ulaşmasına izin vermiyor, onu en değerli bir emanet mücevher gibi her şeyin üstünde tutmaya çalışıyordu Üstad, diyebilirim.”

Büyük uyarıcılar gelmiştir insanlığa… Büyük tepkilerle karşılaşmışlardır. Hapis dahil olmak üzere büyük çileler çekmişlerdir. Ama sonunda halklarına ve insanlığa büyük yollar açmışlardır ve onları kurtuluşa erdirmişlerdir her zaman.

Çok Okunanlar