Edebiyat
Ölümsüz Sevgi
Oğlum büyüyor ve günden güne güçleniyor, ıspanaklar işe yaramış diyorum, bana havuçları da hatırlatıyor. Ne kadar kolay, bir çocuğu mutlu etmek ve ne kadar kolay, bir çocuğu kandırmak. Duaya sığınıyor yüreğim “Rabbim çocuklarımızı hep iyi insanlarla karşılaştır, kötülerden, kötülüklerden muhafaza eyle (âmin).”
EKLENDİ
-:
Yazar:
Saniye MecekÇalışan anne babalar için hafta sonları hasretle beklenen kıymetli günlerdi. Böyle bir günün sabahında yanağımda belli belirsiz bir buse ile uyandım. Oğlum beni uyandırmaya çalışıyordu, gözlerimi bilerek açmadım. “Baba hadi kalk” ısrarından sonra minik parmaklarıyla giriştiği gıdıklama eylemi benim hamlemle bol kahkahalı güreşe dönüştü. Kimin galip geleceği belli ama maçı biraz uzatıp yenilginin asaletini kuşanmam gerekiyor. Oğlum büyüyor ve günden güne güçleniyor, ıspanaklar işe yaramış diyorum, bana havuçları da hatırlatıyor. Ne kadar kolay, bir çocuğu mutlu etmek ve ne kadar kolay, bir çocuğu kandırmak. Duaya sığınıyor yüreğim “Rabbim çocuklarımızı hep iyi insanlarla karşılaştır, kötülerden, kötülüklerden muhafaza eyle (âmin).”
Oğluma sarılıp kucağımdan bırakmadan kalkıyorum yataktan. O boynuma sarılmış ellerini ara ara yüzümü yüzüne çevirmek için çözerken heyecanla bugün neler yapmak istediğini anlatıyor. Oyunlar ve gezilerle dolu bir program yapmış. “Yapalım mı, gidelim mi?” soruları nasıl bu kadar tatlı ve masumca sorulabilir? Çocuklardan başkası bunu beceremez sanırım. O ses tonuyla istenen bir şeye “Hayır!” demek ne mümkün. Hanım kızar bu huyuma ama savaşta kazanıp masa başında kaybeden Osmanlı gibi çoktan İstanbul Antlaşması’nı imzalamış bulunuyordum. Bugünün programı belli olmuştu, oğlum ne istediyse o yapılacak, nereye dediyse oraya gidilecekti. Üç kişi oturduğumuz kahvaltı sofrasında dört kişiyiz. Acele etmeden tadını çıkarta çıkarta yaptık kahvaltımızı. “Sofrayı birlikte toparlayalım.” derken oğlumun çoktan odasına kaçtığını fark ettim. Hanıma “Sen de git, hazırlanın, ben buraları hallederim.” dedim. Dudaklarımda nihâvend bir türkü eşlik ediyor mutlu, huzurlu, şükür dolu sabahıma.
Yola koyulduk, ilk durağımız at çiftliği. Midillilere yem verecek, onun gönlünü alarak kendini gezdirmesi için ikna edecekmiş bizimki. Geçen sefer bakıcısı öylece bindiriverdiği için midilli ile konuşamamış, “Beni gezdirir misin?” diye soramamış. Midilli de onunla konuşmamış. “Bu defa onunla konuşacağım, arkadaş olacağım.” diyor, dikiz aynasından bakıp gülümsüyorum. Arada sözlerini bana yöneltse de annesiyle çokça konuşuyor. Söz kardeşinden açıldı, “Doğsun, onu da bindireceğim midillime.” diyor. Anne-oğlun sohbetleri koyu, arada birbirlerine övgüler yağdırıyorlar.
Oğlum annesine onu çok sevdiğini söyleyince hemen araya girdim: “Eee, beni sevmiyor musun?” diye sordum. Oğlum “Babacığım seni çok seviyorum.” diyerek koltuğun arkasından sarılmaya çalıştı. Aniden yerinden kalkmış ve kollarıyla başımı sarmış, elleriyle gözlerimi kapatmıştı. Sevgisini kanıtlarcasına sımsıkı sarılmıştı, başımı oynatarak ellerini çözmeye çalışmam sonuç vermedi. Ellerimi direksiyondan çekip yüzüme götürdüğümde oğlumun neşeli sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Hanımın çığlığı, o acı fren sesi ve karşıdan gelen kamyonun korna sesi arasında 4 yaşındaki oğlumun sesi en cılızı ama en güçlüsüydü: “Babacığım seni çok seviyorum.”
Oğlumu, eşimi, doğmamış evladımı bıraktım at çiftliği yolunda. Şimdi tüm yollarda yalnız yürüyorum ağır ve aksak…
Bir hayli zamandır buralarda olduğu için biliyordu; yoğun bakımların önünde filmlerdeki gibi koşuşturmacalar yoktu. Tam tersine boğucu bir sessizlik vardı. İçeride yatan melek, biricik kızı, bebeği, hasta doğmuştu. Gözlerini açtığı hastane ikinci evi olmuştu. Kızının doğmasıyla gerçek bir yuvaya dönüşeceğini sandığı evi neşeden yana öksüzdü. Oysa o evi yuva yapabilecek her şeye sahipti, hatta çok daha fazlasına. Bölgesel bir şirketi vardı ve giderek büyüyen iş hacmi, sermayesi, şirketin cirosunun da katlanarak artmasını sağlamıştı. Çok emek vererek bugünlere getirdiği şirketi artık orta ölçekli ulusal şirketler arasında kendinden söz ettiriyordu. İş hayatı gayet yolundaydı, bir sıkıntısı yoktu.
Evde onu bekleyen iyi kalpli, yüreğinin güzelliği yüzüne yansımış, sevecen bir eşi vardı. Gösteriş budalası değildi ama imkânlarını göz önüne seren lüks bir villada oturuyordu. Çeşit çeşit ağacın, rengârenk çiçeklerin bulunduğu bahçe, eşsiz güzellikte bir tabloyu andırıyordu. Bahçenin güzelliği ve muazzam büyüklüğü dillere pelesenk olmuştu, öyle ki; bahçenin sınırları kızılçam ormanının bir kısmını içine alıyordu. Eve yakın yerlerde etkinlikler için düzenlenmiş alanlara yenilerini ekletmişti. Şimdiden kızına özel oyun köşeleri yapılmıştı. Bahçe, insanın tüm vaktini değerlendirebileceği zenginlikteydi. Evinde ve bahçesinde yok yoktu, her şey vardı, çocuk sesi hariç.
Kızlarının doğmasını hasretle beklemişler, bu bekleyişe sayısız düş sığdırmışlardı. Verandada eşiyle birlikte içtikleri kahvenin yanındaki tatlı, kızlarının bahçede oyun oynadığı hayallerdi. Kahve fincanı yükünü hafifletip masadaki yerine geçerken kapanan dudakların gülümsemesine gözlerde beliren aydınlık eşlik ederdi. Daha anne-baba olmamışlardı ama çoktan değişmeye başlamışlardı. Hayatlarında hiç olmadıkları kadar merhametli ve sevgi doluydular, herkese karşı anlayışlı davranıyor; daha dingin, daha huzurlu bir hayat sürüyorlardı.
Günlerden bir gün göz aydınlıklarına kavuştular, önce sınırsız, tarifsiz bir mutluluk ve sevince, dakikalar içinde de yüreklerini parça parça ufalayan korku ve hüzne kapıldılar. Annesi, doğurduğu kızını kucağına alamamıştı, tüm acısını, sancısını unutup çaresizce evladını yaşatmaya çalışan doktorları, hemşireleri izliyordu. Ağlıyor, çırpınıyor, yalvarıyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan meleğini alelacele yanından götürmüşlerdi. Korku ve endişe dolu bekleyişler ömürlerinden ömür götürdü.
Nihayet yüreğinin en derinlerinden kopup gelen yakarışlarını Yüce Mevla (c.c.) karşılıksız bırakmadı. Biricik kızı hayata tutundu tutunmasına da pamuk ipliğiyle. Bir süre hastanede kaldılar, tahliller yapıldı, teşhis konuldu ve tedaviye başlandı; artık neyle karşı karşıya olduklarını biliyorlardı. Fani dünyaya yenice gözlerini açmış kızları için bebeklik dönemi kritikti, güçlü tedaviler için biraz büyümesi gerekiyordu. Velhasıl bugünler bir an önce atlatılmalıydı. Şu pamuk denen şey yumuşacık, güzel bir şeydi ama pamuktu sonuçta, ipliği sağlam değildi, her an her şey olabilirdi. Bu sebeple çiçeği burnunda anne babanın günleri endişeyle geçiyordu.
Melek’in durumu bazen iyiydi ama çoğunlukla kötüydü. Sık sık kan nakline ihtiyaç duyuyordu. Sağlıklı çocuklar gibi beslenemiyor, gelişemiyordu. Tek haneli yaşında aldığı ilaçların yan etkileriyle başa çıkmak bile başlı başına bir mücadeleydi. Hâli vakti yerinde olan baba, tüm imkânların içinde imkânsızlığın ne olduğunu öğrenmişti. Çaresizlik ona hiçliğini haykırıyordu. Derdinin büyüklüğüyle kulluğunun sınırlarını genişletmek için dili duadaydı. Bazı zamanlarda o kadar çok zorlanıyordu ki isyanın eşiğinden dönüyordu. Kızının vücudundaki morlukları gördüğünde, ağrılarına ağlayamayacak kadar hâlsiz düştüğünü fark ettiğinde canı öyle yanıyordu ki bunun ne tarifi vardı ne de çaresi.
Günlerden bir gün önemli bir toplantının ortasında kalbi çarpmaya başladı. Kalbini böyle çarptıran asistanın içeriye girmesi ve kendine doğru alelacele adımlarla gelmesiydi. Toplantıyı bölecek kadar önemli olan şeyin ne olduğuyla ilgili aklına tek ihtimal geliyordu, kızının sağlığıyla ilgili bir sorun vardı, bu düşünce kalbini titretti. Asistan kulağına eğildi ve korktuğu haberi verdi. Hemen hastaneye koştu. Kızının durumu kötüleşmişti, acil kan transfüzyonu gerekiyordu, etrafa haber salınmıştı ama henüz bir haber yoktu. Ellerde telefon eş, dost, akrabalar tek tek aranıyor, çeşitli meslek gruplarının birliklerine mesajlar atılıyordu. Hâlâ bir ses çıkmadı, bu defa niye böyle oldu? Daha önce de kan lazım olmuştu ve birileri hep çıkmıştı ama şimdi kimse gelmemişti.
Dünyanın başını döndüren salgın hastalık yüzünden bağışçıların sayısı çok azalmıştı, stoklar tükenmek üzereydi. Mübarek Ramazan ayının girmesiyle durum daha da vahimleşmişti. Ah keşke kendi kan grupları kızlarıyla uyumlu olsaydı ama değildi. Kızı yoğun bakıma alındı, saatlerin, dakikaların hayati önemi vardı. Nihayet iki kişi geldi, umutlandı ama biri kullandığı ilaç sebebiyle, diğeri de kronik hastalığından dolayı uygun bulunmadı. “Birisi çıksın, birisi çıksın lütfen!” diye yalvarıyordu. Yanına yaklaşan hemşirenin sesiyle irkildi, arkasında aksayarak gelen bir adam vardı. “Beyefendi kan vermeye gelmiş.” Mucize gibiydi, adamın ellerine sarıldı ve defalarca teşekkür etti.
Yoğun bakımların önünde filmlerdeki gibi koşuşturmacalar yoktu, aksine boğucu bir sessizlik vardı. Cam kapıdan içeride yatan Melek’e bakarken aksak ayakların yanına gelişini duydu. Adam yanında durdu, birbirlerine baktılar, minnetini ifade edecek söz yoktu, anlatmaya yetmezdi lügatindeki kelimeler. Bundan dolayı sustu, başını kızına doğru çevirdi. İçinden her şeye rağmen baba olmanın ne büyük bir nimet olduğunu geçirdi, Rabbi’ne şükretti. Duyacağını düşünerek kızına, kalbinin sesiyle “Seni seviyorum kızım!” dedi. Tam o sırada yanında duran aksak adamın kulaklarında “Seni seviyorum babacığım!” sesi yankılanıyordu.
Çok Okunanlar
- Kavram-
Bize “Baby Boomer/Bebek Patlaması” Kuşağı Diyorlar
- Kültür Sanat-
“Hatiboğlu Ailesi” Ulusal Sempozyumu Burdur’da Düzenlenecek
- Kavram-
Bedevilikten Kurtuluş
- Gezi Yazısı-
Şehriyar, Ah…
- Edebiyat-
Sıla Ölür Gurbet Kalır
- Kavram-
Millî Tarih Bilinci Üzerine
- Düşünce-
Dünya: Yerel ve Küresel Oyun Sahası
- Edebiyat-
Susmak İnce İşçilik İster