Üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada; yani Türkiye’de, özellikle ve kayıtsız şartsız bir şekilde dayatılan yapısal alıştırmalarla insanımızı asli kimliğinden koparıp kimlik değiştirmesine yönelik eylemler sinsi ve oldukça da mahir bir şekilde özendirmeyle sürdürülmektedir.
İnsanların zihinlerine şırınga edilen serbestlik ve rahatlık şablonu, beraberinde getirdiği açmazları da başka hileler ile kapatmaya çalışmaktadır. Vahşi, obur ve zalim, tek amacı maddiyatçılık olan kapitalizm doymak bilmiyor. Faizci-sömürgeci kabuller büyük kitleyi kendi mekânları içinde kullanıyor, payanda ediyor, bir hammadde stoku olarak görüyor ve hesaplarını ona göre yapıyor. Bünyeyi değiştirmeye uğraşırken yaptığı korkunç tahribatı da kazanılmış bir hak olarak görüyor.
Peki, bütün bunları nerede yapıyor?
Halkı Müslüman olan bir ülkede; yani Türkiye’de… Kabul görmüş değerleri yok sayıyor, inancı yozlaştırarak, iğdiş ederek insanları kaosa sürüklüyor. Elde edilen hâsıla, öncelenmiş değerler sistemini yıkıp yerine kati surette bünyeye uymayan, uymayacak maddeci ve ahlakî norm ayrılığı olan sistemini hâkim kılmak… Bundan da bunalım, stres ve amaçsızlık doğuyor. Hayata bireyci bir yaklaşım tarzı yerleşiyor. Bencil, acımasız, hodbin bir insan tipi çıkıyor ortaya. Yardımlaşma, infak, iyilik gibi toplumsal işlevi olan fiilleri artık bir alışkanlık olarak hayatımızdan dışlamak, neme lazımcı bir zihniyeti uygulama alanına sürmek… Sosyal hayatı da ihmal etmeyerek kaotik bir algılamayı meşru kılmak… Değerler sisteminin, değersiz bir şey olarak zihinlerde yer etmesini sistematik olarak dayatmak…
Birçok kabulle birlikte süregelen eğilimler içerisinde dikkat edilecek olunursa amacın, üretimi artırmak olmadığını anlamak pekâlâ mümkün. İnsan tekinin değerlerinin olmadığı bir ülkede, sağlığın, eğitimin göstermelik tedbirlerle geçiştirildiği bir zaman diliminde, bunca telaşın, bunca hay huyun ne kıymet-i harbiyesi ola ki? Ahlakî değerleri sıfırlamak için çeşitli gayriahlaki tavırları güncelleştirip cazip bir halde sergilemek… Sürekli işlenen az gelişmişlik, gerilik, çağ dışılık gibi kavramları, terimleri kullanarak teknolojik geriliği hafızalara işlemek… Moral değer olarak insanı rahatsız eden oluşumları sürekli gündemde tutmak…
Bütün bunlardan yola çıkarak yüz yüze olduğumuz ekonomik, sosyal ve kültürel sorunların üstesinden gelmede edebiyat, uyarıcı, yol gösterici görevini mutlaka yerine getirmelidir. Günümüze değin yapılagelen zihnî algılamayı bir kenara atarak, hatta zoraki oluşturulmuş yapılanmanın sorgulanmasını da gündeme katarak düşünmek gerekiyor. “Oluşturulmuş sistemle hemhal olmak mı, yoksa kültürel ahengi yakalamak mı?” sorusu da akla geliyor.
Öyleyse toplumun açmazlarını kulak ardı etmek de abesle iştigal etmek değil midir? Uyarıcı, karşı koyucu tavrını esirgememelidir bir aydın olarak. İnsan tekinin akıl etmesi için, kendini şüpheli tuzaklardan koruması için bilmeye-öğrenmeye gereksinimi vardır doğal olarak. Bu açıdan da bakıldığında sanatçıya-edebiyatçıya-yazara- düşünce adamına düşen, öncelikle aydınlatıcı sahih bakış açılarıyla bireylerin algı alanlarını doğru biçimde kavramaya açmak olmalı. İnsanın aklını ifsat eden faktörleri bertaraf edecek çalışmalar içinde olmak gerekiyor.
Düşünen insanın sorumluluğunu yüklenmesidir bütün mesele. Çarpıklıkların, olumsuzlukların irdelenmesi için hayatın bütününden başlamak doğru bir yaklaşımdır.