1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Sakarya

Sakarya
0

Üzerinden fazla zaman geçmeden yazmak istedim. Sakarya’daydım, yeni geldim. Üniversitenin daveti üzerine İlahiyat Fakültesi’nde bir konuşma yaptım. Bu sefer herhangi bir öğrenci kulübü marifetiyle değil doğrudan dekanlığın misafiri olarak ordaydım.

Sakarya nereden bakarsak bakalım benim evim sayılır. Orda çok değerli arkadaşlarım, öğrencilerim var. Fuat Aydın, ta Erzurum’a kadar uzanan ve benim rahatlıkla kadim arkadaşlarımdan biridir diye tanımlayabileceğim oldukça eski sayılabilecek bir geçmişten gelir. Onunla Erzurum’dan da sonradan da oldukça güzel yaşanmışlıklarımız, keyifli hatıralarımız var. Keza Mustafa Günerigök de benim Van’dan öğrencimdir. Onu her zaman kendime en yakın birkaç öğrencimden biri olarak görmüş ve bunda da ısrarlı olmuşumdur. Hem onu daha Van’dayken de sonraki akademi süreçlerinde de hep çok güzel ve nitelikli okumalarıyla bir de yüksek insani duruşuyla tanımışımdır. Arkadaşları arasında onu fark edilir bir rüçhaniyete sahip kılan da sanırım ısrarla koruduğu bu özellikleri olmalıdır. Aslında onlar iki arkadaştı ama ne yazık ki sadece kendisi yolunda sebat etmekte kararlı oldu ve maşallah bugünlere kadar da birbiri üstüne katlanan başarılarıyla ulaşmayı başardı. Öbürüne ne oldu? Onu da bir gün konuşmak gerekir. O da temiz, müstakim ve arayışları sade bir öğrencimdi ama ne yazık ki çabuk buldu aradığı her ne varsa. Tabii ki yola çıkmış birine yol selametliği dilemek da bana düşer.

Dediğim gibi Sakarya hiçbir şekilde yabancılık çekmeyeceğim bir şehirdir. Nasıl olmasın, benim en yakın arkadaşlarımdan biri de burada mukimdir. Gerçi şimdi buradan oldukça uzak sayılabilecek bir yerlerde başka bir görev için gurbettedir ve orada pek de çile sayılmayacak bir şekilde gününü doldurmaktadır.  Hakikaten şehirde olmadığını bildiğim halde sanki şu köşeden hemen çıkıp geliverecekmiş gibi gözlerim hep onu aradı ama sağ olsun arkadaşlar da asla onun yokluğunu aratmadı.

Dekan bey sağ olsun, bu seneki Çarşamba seminerlerinden birine de bizi davet etti. Açıkçası benim gibi çalışmalarını üniversite dışında sürdürenler için bu tür davetler oldukça önemli ve değerli. Düşüncelerimizi dile getirmek, deneyimlerimizi paylaşmak, kaygılarımıza ortak bulmak için insan başka ne ister ki? Fakülte dekanı Hasan Meydan Din Eğitimi profesörüdür. Sahada çalışanların onun ismine denk gelmeden mesafe almaları zordur. Bilinen isimlerden olmanın ötesinde alana katkı veren birkaç önemli teorisyenden biridir. Çalışmaları özellikle de Milli Eğitim’in Ankara’da gerçekleştirdiği çalıştaylar sayesinde onu yakından tanıma imkânı bulmuştum.

Sakarya İlahiyat’ın yeni binasına ilk kez adım atıyorum Daha önce değişik kereler uğramışlığım var ama orası burası değil. Yeni bina gerçekten oldukça iyi tasarlanmış, mimarisiyle, akustiğiyle, ambiyansıyla ve kuşkusuz fazlasıyla göze çarpan temizliğiyle kesinlikle çok özel bir bina. Fakültenin akademik performansına bir şey demek için ileri atılamam, buna gücüm de yok. Üstelik kimseyle de özel oturmadım ama bina için pekâlâ “imrenilmeyecek gibi değil” diyebilirim. Dekan bey de bunun farkında olmalı ki konferans öncesinde bütün fakülteyi bir çırpıda gezdirmeyi ihmal etmedi.

Bu tür ziyaretlerde akılda kalan şeyler hiçbir şekilde önceden tasarlanamaz. Sizi istasyondan alacak olanlar, okulda karşılayanlar, eşlik edenler ve oturumlarda yanınızda olanlar. Hepsi de bir güzel planlanmıştır. İlk gözlemler de genellikle bu halkalar üzerinden olur ve normali de zaten budur. Sağ olsun hemen her adımda insana orasını kendi evi gibi hissettirmek hiç de basit ve kolay bir şey değil.

Ben sanırım 11.00 sularında Arifiye’ye indim. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmış, günün güne açılışını Polatlı civarlarında yakalamıştım. Tren yolculuklarının belki de en güzel yanlarından biri eğer bir şekilde yakalanabilirseniz geceye ve gündüze YHT hızıyla girmektir. Başka bir tadı vardır gerçekten; hele bir de şairaneliğiniz varsa hemen oracıkta kalem kâğıt tedarik edip hızlıca döktürürsünüz. Başka da şansınız yoktur. Uğurlayanlarınız ya da sizi karşılamaya hazırlananlarınız varsa hemencecik orada, o seansta onlara ulaşmak ister, yaşadıklarınızın sizde yarattığı mutluluğu paylaşmak istersiniz. Ben de öyle yaptım hem de ikisini birden. Oturdum zihnimde günlerdir kapı baca dolaşan birkaç ipsiz sapsız dizeye hayat verdim, onları disipline ettim, yazıya geçirdim. Sonra evdekileri aradım, “güneş doğuyor” dedim, “çıkın balkona bir bakın” dedim ve belki de sizin oradan da benim buradan yakaladığım kızıllık aynı haşmetle doğuyordur, kaçırmayın” dedim.

Konferansa daha vardı. Bol çay bol muhabbet. Beni almak için gelen sevgili Yusuf Asım’la daha yoldayken başladığımız muhabbeti Dekan beyin odasında kaldığımız yerden devam ettirmek hiç de zor olmadı. Çünkü herkesin derdi aynı. Dekan yardımcısı arkadaşlar da bizi yalnız bırakmadılar sağ olsunlar. Konferans saatine kadar sonradan aramıza katılan Fuat Aydın, Mahmut Zengin ve Mustafa Günerigök’le beraber oradan buradan ama kesinlikle olması gereken yerden ilerleyerek sahici ve buralı sayılabilecek mevzular eşliğinde muhabbetimizi sürdürdük.

Konferans için salona girdiğimizde hocalar, öğrenciler bir tarafa şu ya da bu şekilde önceden tanıştığım, aramızda öteden beri belli bir hukukun var olduğu arkadaşları da orada görmek beni ziyadesiyle mutlu etmişti. İnsan bir yerde söz almaya niyetlendiğinde ister istemez orada kendi dilinin döndüremediğini kolaylıkla anlayanlara, bunları evvelemirde kestirebilenlerin varlığına ihtiyaç duyuyor. Daha en başta bakışlarıyla sizi takip etmeyi başaranların dikkatini karşısında görmek istiyor. Benimki de öyle oldu. Salonun değişik yerlerine sanki adeta serpiştirilmiş gibi dağınık bir şekilde oturan arkadaşlar bütün bir hoşamedi, merhaba ve sarılma fasıllarını konuşmanın sonuna ertelemiş gibi öyle oturuyorlardı. Bu bana yeterdi.

Benim bugünkü konum entelektüel biyografiydi. Alelade anlamıyla öz yaşam öyküsünden, otobiyoğrafiden ve başka benzer formlardan oldukça uzak sayılabilecek yeni bir tür olarak entelektüel biyografi her şeyden önce bu işe soyunan bir yazarın incelenmeye, deşilmeye, çözümlenmeye gerek duyulabilecek biri hakkında bütün bunları gerçekleştirmek için gerekli her ne varsa onlara malik bir tarzda harekete geçerek yazdığı bir metindi. Kim bunun üstesinden gelebilir ayrı bir soruydu ama böyle bir konuyla akademisyenlerin karşısına çıkmanın benim için başka bir anlamı olduğu da kesindi. Okuyanlar öğrenir, dinleyenler duyar ve haberdar oldurdu ama benim bu konu üzerinden varmaya çalıştığım husus bugün kendileri hakkında gerçek hiçbir bilgiye sahip olmaksızın peşine takıldığım onlarca insan hakkında şimdi sahici bir çabayla gerçek araştırmalar yapmaya duyduğum ihtiyacı paylaşmaktı. Başka da bir konu yok mudur türünden sorular ses vermek için sıra beklese de benim için bu konu tam da bahsettiğim nedenlerle oldukça önemliydi. Hiçbir özen göstermeksizin duygusal gerekçelerle arkasına takıldığımız pek çok kişi üzerimizde birer rol model olma sıfatıyla hâlâ olanca yokluklarıyla bile pek çok hasar bırakabiliyorsa bütün bunların sebebi herhâlde kurucu metinlere sahip olamamamız ya da bütün bu metinleri yazmayı düşünemeyecek kadar mecalsiz bir topumun parçası olmamız olabilirdi.

Konu güzeldi, mevzu dallanıp budaklanmaya müsaitti ama açıkçası ben mevzunun daha fazla saçaklanmasına pek de razı değildim. Derdim, kısa ve öz bir şekilde problemi ortaya koymak ve bu süreçte neler yapılabileceğine dair bir aksiyon talep etmekti. Ondandır, kendimi tanımlamalarla, metodolojilerle ve türlü etkileşimlerle sınırlı tutarak olayı derinleştirmekten bilhassa sarf-ı nazar etmiştim.

Dinleyici dikkati de salon sıcaklığı da kuşkusuz pek güzeldi. Ama hepsinden önemlisi orada karşımda oturan iki ayrı kuşaktan öğrencilerimin hikâyeyi nasıl karşıladığıydı. Mustafa ciğerimi bilirdi, anlattıklarımın nerden nereye sarktığını kuşkusuz orada en iyi anlayan o olmalıydı. Yeni kuşak öğrencilerimden Merve ise pürdikkat konunun içinde konuşlanmış gibiydi. Takip heyecanı o kadar güzeldi ki ben konuşmamın sonunda notlarımın hepsini ona hediye etme gereği duymuştum. Biliyordum ki eve gider gitmez aldığı kişisel notlarıyla benim metinleri eşleştirecek ve içinden genç işi ve ama oldukça gerçekçi analizler çıkaracaktı.

Akşam her zamanki gibiydi, emsalsizdi. Emsalsizliğin tekrarlanabilirlik şansı olmayan şeyler için kullanılmasını seviyorum. Bütün ziyaretlerin belki de en güzel tarafı el ayak çekildikten sonra oturup muhabbet etmektir. Birbirine ayrılık-gayrılığı olmayan insanların bir araya gelişlerinin sohbet edebiyatının bildik formlarını yerle bir eden başka bir değeri vardır. Bir kere herkes sözüm ona mecaz kabilinden eğri otursa da kesinkes doğru konuşmaktadır. Aralarında protokolden eser yoktur ve ardı ardınca gelen çayların orada akıp giden muhabbete katkısı yokluğunda eksikliği kolaylıkla fark edilebilecek kadar yüksektir.

Bu tür bir araya gelişlerde akademinin hâli pür melâli kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelir. Burada birilerine laf dokundurma hesabı olmaksızın hikâye oldukça üst perdeden ele alınıp tartışılır. Siyaset, iktidar, hayatın çok yerde bir dilemmadan farksız akışı, çevremizdeki savaş oyunları, Kudüs, Gazze. Hepsi konuşulur. Bu mevzulara girilirken aslında kendi yerimizi, düşünce aralıklarımızı, dünyaya nerden baktığımızı afişe ederiz. Herkes sizin kadar siz de onlar kadar birbirinize açık olduğunuzu düşünmeye başladığınızda şimdiye kadar hissetmediğiniz bir entelektüel sıcaklık ortamı çepeçevre sarar. Dolarsınız, taşarsınız, dolarsınız taşarsınız, buna hiç doymazsınız.

Fuat hoca entelektüel kaygılar taşımanın ötesinde düşündüklerine bir zemin kazandırmayı, bu dil içinde yeni seslere, dillere açık bir duyarlılıkla hareket etmeyi içselleştirmiş bir arkadaştır. Benim gibi misafir kontenjanından orada bulunan Cemalettin Bey ise geniş ve derin birikimini bize kıyabildiği ölçüde açmaktan çekinmez; konuların seyri onun kendi akış istikametini yakalamakta asla zorlanmaz.  Mahmut Zengin, artık mütemadiyen sahadan bildirmekten sanki yorulmuş, dünyanın gidişatına ilişkin kaygılarına ortak aramaktadır.

Akşam sağ olsun bol ikramlı, bol neşeli ve bol huzurlu bir sohbet için kapılarını ardına kadar açan Mustafa’nın evinde toplandık. Otelin lokantasında ağırdan ağırdan başlayan soru-cevap faslını soruların da cevapların da birbirini kovaladığı daha hızlı ve kuşkusuz daha oturaklı girizgahlarla evde devam ettirdik. Yemekte Süleyman Abi de vardı ama o maalesef sonraki lezzetlerde yer alamadı. Süleyman abi benim Erzurum’daki öğrencilik yıllarımdan hatırladığım, unutmadığım bir büyüğümdür. Acemi okuyuşlarımızı heyecanla takip eder, yanlışlarımızı ne yapar eder bir başarıya hamlederek bizleri sürekli takdir ederdi. Okuduklarımın çoğunda onun ve arkadaşlarının bizi gözeten yakınlıkları vardır.

Böylesi oturumlarda benim gibi şehrin ve oradaki havanın görece tek yabancısı olarak görülebilecek biri olarak ben, arkadaşlar arasında dönen tartışmaları, muhabbetin birbiri üstüne katlanarak yuvarlanışını seyretmeyi hiçbir şeye değişmem. Gerçekten de gece boyunca gözlerimiz hangi kitaba odaklandıysa, kulaklarımız hangi mevzuda takılıp kaldıysa tam da oradan birbirimize destek atarak muhabbeti olabildiğince kanatlandırmayı birlikte başarmaktan bir hayli   yorulduk desem hiç de abartmış olmayacağım.

Sonrası malum. Ertesi günü yazmayayım. Mustafa’yla ve yakın arkadaşı İsmail’le Boşnak böreği ve zengin Sakarya mutfağının arzı endam ettiği bir mekânda daha daraltılmış senli benlilik içinde kendimizi konuştuk. Hayat sadece akademi değildi, akıp gidiyordu. Etrafımız sarılmıştı ve bizim bu çemberi yarmamız gerekiyordu. Rahat durmayan onlarca çeldirici barikat ne solcuyduk ne sağcı ama işte o her neyse kalkmış sonunda bizi birbirimize kenetleyerek boğmaya çalışıyordu. Biraz da bunlardan konuşmuş, sonra da Arifiye’den Ankara’ya gitmek üzere Mustafa’yla vedalaşmıştık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1961 Artvin doğumlu. Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi’nde ilahiyat eğitimi aldı. Doktorası Din Sosyolojisi alanındadır (1995). Akademik çalışmalarını Yüzüncü Yıl, Muğla ve Gazi Üniversitesi’nde sürdürdü. 60. T.C. Hükümeti’nce başlatılan “Alevi Açılımı”nda genel koordinatör olarak görev ve sorumluluk üstlendi (2009-2011). Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Strateji Geliştirme Başkanı olarak görev yaptı (2011-2015). 2015 yılında atandığı Başbakan Başdanışmanlığı görevini halihazırda MEB danışmanı olarak sürdürmektedir. Subaşı, 2020 yılından itibaren tüm dünyayı kuşatan covid-19/koronavirüs salgın sürecinde dijital düzeyde gerçekleştirilen Karantina Sohbetleri’nin daimi moderatörlüğünü üstlendi. Türk Aydınının Din Anlayışı (Yapı Kredi, 1995; Otto, 2016), Kutsanmış Görüntüler (Nehir, 1999), Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme (Vadi, 2003; Kopernik, 2018), Gündelik Hayat ve Dinsellik (İz, 2004, 2018), Ara Dönem Din Politikaları (Küre, 2005; Tezkire, 2017), Alevi Modernleşmesi (Kitabiyat, 2005; Timaş, 2012; Mahya 2019), Sınırları Yoklamak (Ötüken, 2007), Alevi Çalıştayları Nihai Raporu (Devlet Bakanlığı, 2010), Din Sosyolojisine Giriş (Dem, 2014), Din Sosyolojisi (Dem, 2014, 2017), Dinî Sosyaliteler (Tezkire, 2014), Yaz Dediler Ânı (Otto, 2015, 2016, 2017). Zamanın Behrinde -Ramazan Hikâyeleri-, (Dergâh, 2015, 2018), Tedâvüldeki Kitaplar (Tezkire, 2015, 2016; Mahya, 2019), Dışarıdaki Havalar (Hece, 2016), Gerisi Hikâye (Otto, 2016, 2017), Söz Uçar Sızı Kalır (Otto, 2017), Biz Dışarıda Kalanlar, (Büyüyen Ay, 2017), Gelince Söylerim (Otto, 2018), Adını Sonra Koyarız (Ankara: Otto, 2018), Sosyoloji Günlükleri (Mahya, 2018), Kamusal Maneviyat (Mahya, 2018), Sorusunu Bulan Cevaplar (Mahya, 2018), Mahir Zaman’la Yakaza Halleri (Mahya, 2020) ve Bir Güzel Yorulduk (Mahya, 2020) yazarın başlıca çalışmaları arasında yer almaktadır. Necdet Subaşı’nın aldığı ödüller arasında   Tuba Teşvik Ödülü (2008), Sıtkı Koçman Vakfı Araştırma Ödülü (2010), ESKADER Edebiyat Ödülü (2015) ve TYB (Türkiye Yazarlar Birliği) Edebiyat Ödülü (2018) yer almaktadır. Subaşı, evli ve dört çocuk babasıdır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir