Son zamanlarda Türkiye gündemini meşgul eden Narin olayı ile beraber entelektüel çevrelerde kutsal olan değerlerin tekrar sorgulanmaya açıldığını gözlemliyorum. Aslında buna kutsal olan mı demeliyiz yoksa kutsal olduğuna inandırıldığımız mı bilmiyorum.
Sahi nedir “kutsal?” Kelime anlamı olarak saygı uyandırması beklenen veya yolunda can verilecek denli sevilen şey olarak geçmekte. Bu bağlamda din, vatan, aile, anne-baba bizim toplumumuzdaki ilk kutsallarımız olarak akla gelir.
Ne var ki artık kimsenin inkâr edemeyeceği kadar göz önünde olan bir toplumsal çürümenin tam ortasındayız. Günbegün duyulan haberler, toplumun her kesiminden burna gelen kötü kokular, toplum ve devlet bazında yaşanan adaletsizlik, liyakatsizlik ve haksızlıklar bu çürüklüğün hem sebebi hem sonucu gibi görünüyor. Kutsal ve dokunulmaz olarak gördüğümüz ne varsa, modern dünyanın içinde anlamını yitiriyor ve insanların yeni yaşam biçimleri, yeni tercihleri, kendisine yakıştırılmayacak denli hataları ne yazık ki zihinlerdeki o kutsal şemasının içini boşaltmaya yetiyor.
Son olarak yaşanan Narin olayında annenin, ağabeyin, amcanın doğrudan suçlu görülmesi; aile ve akraba ilişkilerindeki bozuklukların nasıl bir çocuğun canına mal olabileceğinin sergilenmesi çok manidardı. Zira kapitalist dünya bir yandan aile kavramının içini boşaltmaya çalışırken, dinin sorgulanamaz olan yapısını kırıp atmışken, yine kutsal kabul edilen vatan anlayışı bile konfor için üstüne basıp terk edip gidebileceğin bir toprak parçasına indirgenmişken hangi kutsaldan bahsedilebilirdi ki?
Toplumların sosyolojik yapıları bu kadar hızlı ve her şeyi delip geçercesine bir değişime uğrarken akıllara Karl Marx’ın Komünist Manifesto isimli eserindeki o meşhur cümleyi getiriyor: “Katı olan her şey buharlaşıyor!”
Nedir katı ve nedir onun buharlaşması?
“Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevîleşiyor ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.” Marx burada kutsallık halesinin yok olduğundan artık varolana, insanla ilgili olana odaklanmalıyız demektedir.
Sanayileşmenin ardından hızlı bir cemaatten cemiyete geçişi yaşayan toplumlar aynı zamanda Heraklitos’un dediği gibi “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” sözünü bir yandan ispatlarken diğer yandan bu değişimin acı faturalarını da sırtına yüklüyor. Böylelikle önce sorgulanan sonra da dokunulmazlığını yitiren kutsallar, artık toplumu ve insanları güvence altına tutan, hayatına yön veren ve uğrunda can verilesi olan katılığını kaybediyor. Peki o halde toplumu ayakta tutmaya yardımcı olan kolonlar diyebileceğimiz kutsallarımız bu denli yerle bir olduktan sonra toplumlar, mevcut çürümeden kurtulmak için neye dayanacak? Sürekli dikte edilen bireyselleşmeye rağmen toplumun her bireyi özünde bir devrim gerçekleştirip kendi kutsalını seçip korumadıkça ve kendi öz değerlerinden inşa ettiği kimliğine sahip çıkmadıkça sistem her birini öğütmeye ve yok etmeye devam edecektir.