Vefatının 21. Yılı dolayısıyla
Aliya İzzetbegoviç
(Bosanski Samac, 8 Ağustos 1925-Saraybosna 19 Ekim 2003
“Carrington ‘un arabuluculuğu. Vance- Owen Barış Planı. Karadzic Planı reddediyor: Atina ‘da ikna. Karadzic imzalıyor, Sırp Meclisi Planı reddediyor: Sözde Ortak Eylem Planı. Batı, Karadziç ‘in Bosna-Hersek vatandaşlarına bildirisine teslim oluyor. Vance geri çekiliyor, ‘yerine Stoltenberg qeliyor: Owen-Stoltenberg Planı. UNPROFOR’un ikili oyunu. Baskılar: Britanya uçak gemisi HMS lnvincible’deki toplantı. İlk Boşnak Meclisi ile ilk Bosna-Hersek Cumhuriyeti Parlamentosu toplantısı. Richard Holbrooke ve Amerikan barış inisiyatifi: İgman’daki trajedi. Hava harekâtı durduruluyor: Başkan Clinton ile Chirac’a mektup. Holbrooke ile Ankara’da görüşme ve Sırp Cumhuriyeti. Cenevre Konferansı ve temel ilkeler: Sky News’in sorularına cevap. Tudman’ın Le Figaro’yla söyleşisi. New York’ta toplantı. Amerikan ültimatomu ve ateşkes.”
Savaştan tiksindim; yine de 50 yıl önceki savaşı bütün berraklığıyla hatırlıyorum. Bu savaş Yugoslavya’yı silip süpürdüğünde 16 yaşındaydım. Açlık, bombalama, mülteciler ve savaşın kuralsızlığını hatırlıyorum. Bu konuda, II. Dünya Savaşını yalnızca kitaplardan bilen genç dost ve arkadaşlarımın birçoğundan farklı bir tecrübem var.
Mümkünse müzakere et; zorunluysa savaş -bu, tutunduğum ya da daha iyi bir ifadeyle, halihazırdaki şartlarda tutunmak zorunda olduğum ilkeydi.
Ama askerî açıdan hayli zayıf olan bir taraf adına müzakere ediyordum. Zayıf olanlar ilkelere başvurmalıdır; çünkü güçleri yoktur. İlkelerinden başka kozu olmayan bir müzakerecinin işi zordur.
Avrupa Topluluğu ‘nun Yugoslavya’dan Sorumlu Temsilcisi Lord Carrington’ı 3 Temmuz 1 992 ‘de kabul ettiğimde üç aydır yıkıcı ve kanlı bir savaşın içindeydik.
Her ikimiz de toplantı konusunda hayal kırıklığına uğraydık. Ben, saldırı kurbanı olan küçük bir Avrupa ülkesini koruma konusunda onun ya da gerçekte Avrupa’nın isteksizliği dolayısıyla; o ise, -bana göre tamamıyla makul olan görüşme şartı olarak bir haftalık bir ateşkes ilan edilmesi ve JNA ağır silahlarının BM kontrolüne verilmesi konusundaki taleplerim dolayısıyla.
Ben o kadar şaşırmadım. 1988’e ait bir AET raporu, Avrupa’nın Yugoslavya’da çıkmakta olan krize karşı bu mütereddit tavrını ima eder nitelikteydi: “[AET ile Yugoslavya arasında] 1988’de Belgrad’da imzalanan anlaşma nev’i şahsına münhasır bir anlaşma olarak tanımlanır; şu anlamda ki özellikle ülkede kötüleşen şartlar nedeniyle ve aynı zamanda Yugoslav dış ticaretinde SEV bölgesinin artan rolü ve Başkan Tito’nun ölümünü müteakip ortaya çıkan siyasal ortam nedeniyle, siyasal güdüler ekonomik güdüleri geçersiz kılar. Yugoslavya’nın karşılıklı vaatlere bağlılığında neredeyse bütün önemli kusurlar, siyasi karakterli güdülere dayanır.” Bu satırlar, Avrupa Parlamentosu Milletvekili Giorgio Rosetti’nin Dış İlişkiler Komitesi adına sunduğu raporun 17. maddesinin ikinci paragrafından. Rapor, Ocak 1988’deki Avrupa Parlamentosu toplantısında kabul edildi ve ilkeli yaklaşımdan ziyade pragmatik bir yaklaşımın tipik bir örneğiydi. Avrupa, idealleri için gayret göstermeye uzun zaman önce son vermişti. Her şey hesaplanmış çıkarlara dönmüştü.
Kabul etmeliyim ki Lord Carrington bir meselede bana karşı dürüsttü: Dünyanın, özellikle de Avrupa’nın saldırı altındaki Bosna’ya yardım edeceği gibi bir yanılsamaya kapılmama bir an bile müsaade etmedi. Tam aksine, hayli açık sözlüydü: “Sakın böyle bir şeyi hesaplayarak hareket etme, çünkü bu gerçekleşmeyecek. Sırplarla müzakere etmeye çalış; tek yol bu.”
Görüşme bitmeden birkaç dakika önce ikimiz de sessiz kaldık. Ona çıkışa kadar eşlik ettim. Merdivenlerde birden durdu ve “Pekâlâ, ne yapmak niyetindesiniz” diye sordu. “Savaşacağız” dedim. “Ne demek istiyorsunuz, neyle uğraştığınızı biliyor musunuz?” dedi. “Biliyorum” cevabını verdim, “Fakat başka şansımız var mı?” Hiçbir yorumda bulunmadı; ama eminim benim çılgın olduğumu düşündü.
İyi ki hepimiz o zamanlar bir parça çılgındık. Çok sonra, Bosna Ordusundan subay ve askerlerin bir toplantısında, onlara, halkın arasına katılmalarını ve halka şunu anlatmalarını söyledim:
“Bosna’nın her bölgesini dolaşmanız sizin için iyi olacaktır. İnsanlarınızı tanımak zorundasınız. Ben bile bugünlerde doğrudan temaslarla halkı yeniden keşfettim. Güzel İnsanlar onlar, özellikle de cesur İnsanlar. Tuhaf şeyler meydana geliyor bugünlerde. Bana diyorlar ki: “Sayın Başkan, kurşunumuz yok, yiyeceğimiz yok!” Ardından şunu demelerini bekliyorum: “Hadi bir çözüm bul!” Fakat şu beklenmedik cümle dökülüyor dudaklarından: “Ama lütfen onların bizi faka bastırmalarına izin vermeyin; kuvvetimiz var ve sonuna kadar savaşacağız.” Bazen onlara ne diyeceğimi bilemeden şaşırıp kalıyorum; nerdeyse her zaman başıma geliyor bu. (…) Bazıları bunu mantıksızca bulabilir. Mantık yok! Hiçbir mantık olmaması da iyi bir şey. Hayat ile mantık arasındaki ilişkiye değinerek felsefeye girmek İstemiyorum; ama tam olarak mantıklı olmamamız iyi bir şey. Çünkü mantıklı olsaydık, 1992 Nisan sonunda ya da mayıs başında teslim olurduk. Dünyanın bütün mantığı o zaman bize karşıydı. Şimdi o mantıksız halk var elimizde: yiyeceğimiz yok, kurşunumuz yok; ama savaşacağız ve kazanacağız. Bu halka layık olmak için ne yapmalı? Onlar güzel İnsanlar, cesur İnsanlar.”
(9 Aralık 1993’te Saraybosna Bosna-Hersek Ordusu Genelkurmay Karargahı’nda düzenlenen moral seminerinde mezunlara yapılan konuşmadan.)
Bu yazı vefatının 21. Yılı dolayısıyla günümüzde olup bitenleri doğru anlamamız amacıyla Bilge Kral Aliya’nın şu eserinden alınmıştır: “Tarihe Tanıklığım, Aliya İzzetbegoviç, Tercüme: Alev Erkilet, Ahmet Demirhan, Hanife Öz, Klasik Yayınları, İstanbul 2015, s. 273-274-275.”
