Türkiye’nin dört taraftan rüzgâr alan tek ovasıymış Göksun Ovası. İşte o meşhurun toprağında doğdum ve güneşiyle kavruldum. Fasulye sularken ovanın fotoğrafı çekilse nokta kadar dahi yer etmeyeceğime eminim. Güneş herkesi unutmuş yalnız bana nasipli sanki. Yandıkça yanan tenim kavrulmanın eşiğinde… Hele bir de zaman Ramazan Ayı ise iftara kavuşamadan ölecek gibi oluyor insan. İyi ki ayaklarım içemediğim suyun içinde. Bir taraftan tarladaki fasulyeyi sularken diğer taraftan da Kayseri yolu üzerindeki gelip geçen otobüslere, içindeki yolculara imrenir, onlara dair hayal kaçamakları yapardım. Har har ses çıkartan eski model Magirus otobüslerin sesi kulağıma ne de hoş gelirdi. “Bu otobüs ve içindeki şanslı yolcular kim bilir nereye gidiyor. Oh ne ala güneşte yanmak yok, yumuşak koltuklara uzan git. İşten güçten ari bir sürü adam ve kadın… Bir gün olur ben de bir otobüse biner farklı bir şehre gider miyim?” der, içimdeki bene hayıflanırdım.
Göksun, ovanın ortasında yerleşmiş müşfik bir anne gibi… Yavru köyleri yakından uzağa yerleştirmiş âdeta. Çağlayan, Yiricek, Taşoluk, Değirmendere, Gölpınar, Ortatepe, Kireç, Hacımirza her daim Göksun’u gözeten evlat nöbetinde. İşte o köylerden biri olan Çağlayan, doğumuma ev sahipliği yapmış güneşin efelenip durduğu bir ağustos ayında.
Çocukluk ve gençlik dönemimdeki mesafe aralandıkça olumsuzlukları unutuyor, güzellikleri pekiştiriyor zaman hafızam. Aşırı kar yağışı sebebiyle okuldan eve dönememiştim de rahmetli amcam gelip sırtında eve taşımıştı. Henüz ilkokul birinci sınıftaydım. Üçüncü sınıftayken şaka diye bir saatten fazla Hacı’nın sırtımdan inmeyişini, oyun bahanesiyle Çentik İbrahim’in ve Memidiklerin Ramazan’ın beni tekmelemelerini gönlüm bana unutturdu.
Mehmet’in çenesine vurarak davul çalmasını, birinci sınıf öğretmenim Reşit hocamın atıyla okula gelip gidişini ve öğle namazlarını, tüm sınıfın kurşun kalemlerini açmasını bir türlü unutamadım.
İkinci sınıf öğretmenim Lütfiye hocanın bir gece üçlerin öğretmeni Abdullah öğretmenle kaçmasını, üçüncü sınıf öğretmenim Gülay hocanın flüt resitallerini, dördüncü sınıf öğretmenim Perihan hocanın unutamadığı Kızılcık hikâyelerini, beşinci sınıf öğretmenim Abdullah hocadan ilkokul sürecinde yediğim tek tokadı attığını ise unutur muyum hiç!
Lütfiye hoca ile akrabalığımız vardı, bazı akşamlar bize gelir giderlerdi. Yine bir gelişlerinde plak diye bir şey getirmişti. Döndükçe türkü söylüyordu meret ne garip. Ertesi gün bir çocuk gibi incitmeden okula götürürken kendisini sevdiğim torpilli okul arkadaşlarıma yakından görme ayrıcalığı tanıyordum. Barış Manco’nun “Dağlar dağlar” şarkısını tekrar tekrar dinleyerek pürneşe okula gidişimiz hele, tariflere sığmaz.
Okul iyi güzeldi; ama bir de tatil olmasa ne iyi olurdu. Tüm işler okulun tatil olmasını bekliyordu sanki. 23 Nisan törenleriyle birlikte karnelerimizi alırdık fakat bazı arkadaşlarım onu bile bekleyemezlerdi, nisan ayının başında yaylaya gitmeleri gerekirdi.
Yayla deyince çok tatlı ve heyecanlı bir yayla yolculuğumu da paylaşmak isterim. Yedi yaşlarındaydım, okul tatil olmuştu. Beni güzel, sevimli, eyerli ve ağzı gemli bir ata bindirdiler. Babaannem bir eşeğe, Tülü halam başka bir eşeğe bindi, köyümüzden başkaları da vardı hatta. Ayağımı hafifçe hayvana vurunca ormanın patika yolunda yürüyor, yuların sağ kanadını çekince sağa, sol kanadını çekince sola, ikisini birlikte çekince duruyordu. Daha sonraları bunu hep kötülüğü fısıldayan nefsime teşmil ettim. Şu azgın nefsimi bir terbiye etsem sağ yularını çekince sağa, sol yularını çekince sola gitse, ikisini birlikte çekince dursa, benden izinsiz yürümese ne iyi olurdu, ama gel gör yaman iş vesselam.
Yayladayken unutamadığım iki hadiseden biri gök gürlemesinden korkup ağaca çıkmam, diğeriyse hâlâ hayret ettiğim çadırımızın, üzerine gerilen delik deşik kıl çuldan çadırımızın, yağmurlu havalarda altına su geçirmemesiydi.
Bir taraftan büyüyordum ama bir taraftan da işlerim, belki de çilem de büyüyordu. Ekinleri ve yoncaları anadutla traktörün römorkuna yüklemek, bir süre sonra da patoz denen aletle öğütmek ve önünden saman çekmek, akabinde o samanları samanlığa taşımak; “Ya Rabbi bundan daha zor bir iş var mı?” dedirtirdi bana. Elbette daha da zoru bu işleri oruçluyken yapmaktı.
İnek ve koyun gütmek sevdiğim işlerdi. Hele öğle azığımızı düzgün bir kaya üzerinde açıp yemek, bir de içinde şeker sucuğu veya kuru üzüm varsa, değme keyfime ya Yıldırım Efendi…
Fakir sayılmazdık; ama çarşıdan para ile alınanlar kıymetli olurdu. Kışa girerken sanırım on-on beş kilo kadar teh dedikleri kuru üzümün kötüsü alınırdı eve. Onu da babaannem sandığına kilitler, mutlu günlerimizde veya birimizi ödüllendirmek istediğinde çıkartırdı, yufka ekmeğe dürüm yapıp yemenin tadı hâlâ ağzımda.
Halil dedemi hep dışarda iken hatırlarım: Ya camız güderdi ya hindi… Ya mısır beklerdi ya da üzüm bağını… Beklerdi derken hırsıza karşı değil, ayı ve yaban domuzuna mukavemet için. Kimsenin hırsızlamasına gerek yoktu, tüm mahsulden herkese göz hakkı verilirdi. Elmalar olgunlaştığında kasa kasa caminin önüne götürür koyardık, sebil, cemaat yesin nefsi doysun diye. Üzüm çıkınca üzüm götürürdük aynı şekilde. Bahçenin yanından bir adam geçecek olsa tanıdık olsun olmasın, gerçi çoğunlukla tanıdık olurdu ya. “Bre Ali, Osman, Süleyman, Hatice bacı çocuklara elma götür, lahana götür, üzüm götür!” gibi nidalar hâlâ kulak evimde canlı durur.
Ve nihayet giden otobüslerden birine bir gün ben de bindim, hâlâ gidiyorum. Bundan sonrası ayrı bir sohbet konumuz olsun. Vesselam.