Yaraya kimlik veren, onun derinliği ve o derinliğe bağlı acısıdır. Hele de bu gönül yarasıysa, koca bir ömür bile o derinliğe boy vermekte acze düşer.
Yıllar yıllar önceydi. Ben diyeyim kırk, siz deyin elli yıl. Bir rüyanın peşine düşmüştüm. Bir türlü tamamlanmayan/tamamlanamayan bir rüyanın peşine… Geceler yetmiyordu. Araya giren her gündüz, rüyayı başa sarıyordu. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Çırpınıyordum. Yarım bir rüyanın te’vile gelir ne bir fıkhı ne de şeriatı olurdu. Tabirine kavuşamayan her rüya gönlü yaralar, kanatır, kabuk bağlamaz. Hani yaranın kaşınması, iyileşme emaresi sayılır ya, gönül yarasında, kaşınan yaranın kendisi değildir, ondan sızan kandır. Ehl-i dîl buna aşk diyor.
Aşka düşmüştüm. Aşka düşünce dara düştüm. Allah’ın isimlerinden birinin Dârr olduğunu öğrendiğimde anladım ki, dara düşünce, Allah’a düşmüşüm. Ne gece kaldı ne gündüz. Ne siyah ne beyaz. Zaman ve mekanın, gözden sıyrılıp atılan bir çapak mertebesinde olduğunu fark ettim. Fark edince farksızlığa düştüm. Görülebilecek ne kadar rüya varsa kapımda sıraya girmişti. Rüyalar beni görmeye çalışıyordu artık. Rüya adam olmuştum rüyalarıma giren, (hayır hayır bu çok fantastik bir cümle, sakın aldırış etmeyin).
Bir gün kabuk değil de toz bağlayan yaramı kuvvetlice tutup silkelediğimde, bütün rüyaların pul pul döküldüğünü gördüm.
Olacağı buydu. Farksızlığa düşünce FAKR’a düştüm. Yani Kerîm olanın kerem kapısına…
Anlamıştım; FAKR, AŞK’tır.
20.11. 2022