1. Anasayfa
  2. Düşünce

Yunus Emre Bizim Neyimiz Olur?

Yunus Emre Bizim Neyimiz Olur?
0

Yunus kimdir?

Sadece şair mi?

Yunus’u, filolojik metotla irdelediğimizde gayet tabi, dönemi içerisinde değerlendirmek durumundayız. Ama çağlar boyu “âşıklar ölmez” düsturuyla içimizde yaşayan, ruh dünyamıza esenlik getiren ve güzel düşüncelerle zihnimizi ve dimağımızı besleyen bir şairden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.

 

Yunus bir sûfîdir.

Şöyle diyor:

Adım adım ilerü beş âlemden içerü

On sekiz bin hicabı geçtüm bir dağ içinde

 

Beş âlem, hazerat-ı hamsedir (1. Lahût âlemi 2. Ceberût âlemi 3. Melekût âlemi 4. Nasût âlemi 5. İnsan-ı kâmil mertebesi)… Seyr-i sülûk çıkarmış bir sufidir.

[Lahût âlemi: La taayyün mertebesidir.

Ceberut âlemi: Taayyün-i evvel, Hakikat-i Muhammediyye mertebesidir.

Melekût âlemi: Âlem-i misal, âlem-i ervah ve taayyün-i sanı mertebesi

Nasût âlemi: Cismani âlemdir.

İnsan-ı Kamil mertebesi: Sayılan bu âlemlerin tamamı insanda mevcuttur. O halde insan-ı kâmil bütün âlemlerin özetidir.]

Hazerat-ı hamse konusunda okunacak makale:

http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/2140586634_10_7_2003_IV_10_CELIKI.pdf

Bilmek

Sufiye göre bilmek, hakikate ulaşmaktır; bu ise salt okuma eylemi ile kazanılan bir husus değildir, irfanî aydınlanma ile elde edilir.

İrfani aydınlanma, enfüsten afaka seyretme… İçteki kitabı, insanın kendi kitabını okuması ve bunu kevni ayetler olan âlem içerisinde anlamlandırması. Nefsini bilmek, nefsini tanımak… Bu manevi eğitimle alakalıdır. Bir mürşit rehberliğinde seyr-i sülûk çıkarmak, can miracına ermektir. Varlığı idrak…

Bu yolculuk ahlaki / riyazet yönü olan bir yolculuktur; ama neticesi varlık bilgisine eriştir. Duyarak bilmek. Hakkal yakîn bilmek…

Bu bilgiye ermiş bir sufidir. Bir kâmil insandır. Bir gönül sultanıdır.

 

Yunus bir kimyagerdir

Hacı Bayram-ı Velî üzerinde eşsiz bir eser kaleme alan tasavvuf tarihçisi ve felsefeci Mehmet Ali Aynî’nin, kitabının “büyük adamlar” başlıklı girişindeki peygamber ve veliyi tanımlamak için ileri sürdüğü “kimyacı” tabirini yahut metaforunu burada zikretmek isterim. Aynî, insana yaratıcı bir kuvvet verdiğini ileri sürdüğü kimya ilminin önemine atıfta bulunarak, insanlığın ilk buluşu olarak gösterilen, bakırla kalayı karıştırıp tunç elde etmeyi ve bunu da avcılık ve korunma amaçlı kullanmayı hikâye ediyor. Tunç, korunma ve av, yani beslenmeyi sembolize ediyor.

Diğer bir ifadeyle tunç, medeniyetin ilk nüvesi oluyor.

İşte bunun gibi peygamber ve veli de ölü kalpleri dirilten söz iksiriyle adeta bir kimyacı olarak hizmet ifa ediyorlar; eğrileri doğrultmağa, ümitsizlere cevap vermeye, inleyenleri ve ağlayanları sevindirmeğe hizmet eden bir kimyacı.

Bizim medeniyetimiz söz medeniyetidir. Ancak söz, laf değildir, sadece sanat kaygısıyla mühendislik mahsulü edebi ürün de değildir; söz hakikatin dile getirilmesidir… Önce söz vardı, cümlesinde de bu vardır.

 

Hakikati dile getirmek!

Yunus hakîkati dile getirdi… Fakat tesiri nedir? Tesiri halk eden, söze hayat veren, insanı düşünmeye ve anlamaya sevk eden varlığın sahibidir.

Yunus’un döneminde ne gibi etkisinin olduğu konusu, bir kısım menkıbe niteliğindeki bilgilere müstenittir.

Yunus, Cumhuriyet döneminde entelektüel kriz içerisinde olan pek çok aydının tutunduğu bir dal olmuştur. Mamafih o, Rıza Tevfik’ten Fuat Köprülü’ye, Necip Fazıl’dan Burhan Toprağa, A. Baki Gölpınarlı’dan Sabahattin Eyüboğlu’na, A. Hamdi Tanpınar’dan Nurettin Topçu’ya ve Mehmet Kaplan’a, Yakup Kadri’den Kemal Tahir’e, Talat S. Halman’dan Sezai Karakoç’a, Pertev Nail Boratav’dan İlhan Başgöz’e akademi ve edebiyat dünyasının farklı cenahlarında bilim ve düşünce üreten pek çok kimseyi, kendi bulundukları dünya içerisinde onaran saadet ve esenlik iksirini üreten bir kimyagerdir.

Bu sebepten toplum içerisinde farklı Yunuslar resimlerine rastlamak mümkündür; ümmi, köylü ve miskin Yunus ile bilge, şehirli ve üretimin içindeki Yunus tabloları yan yanadır… Hatta devrin modasına uygun olarak hümanist ve sosyalist Yunus resimleri de çizilmiştir.

Yunus, efsane ve gerçeklik arasındaki bir şahsiyettir. Yunus resimleri, kendi zaviyesinden bakan ressamların dünya görüşü ve estetik değeri ile anlam kazanmıştır. Bu çok renklilik, onu anlama kaygısının ürünü olarak görüldüğü gibi, aydınımızın ruhi ve düşünsel krizinin neticesi olarak da görülür. Şurası bilinmeli ki, bu resimlerin pek çoğu zaman içerisinde kaybolacak, ama Yunus bütün çıplaklığı ile yarınlara da anlam kazandıracaktır.

Bir şeyi tanımlamak, yalnızca onun kendi cinsine özgü farkını belirlemek değil, aynı zamanda onu yakın cinse, yani genel kavramlara bağlamak demektir.

Tanımlamak=fark + bağlamak

 

Peki, Yunus bizim neyimiz oluyor?

Bir derviş, sufi, aydınlanmış, manevi miracını yaşamış bir kâmil… Söz mülkünün sultanı.

Ama benim neyim oluyor?

Onu bugün burada neden anıyorum? Sadece bu kimlikleri dolayısıyla mı? Onun şair olması mı, burada onu anmama sebep? Filozof olması mı? Derviş olması mı?

Bunların hepsi birer anma vesilesidir… Lakin Yunus’u anarken farklı oluyoruz. Zira o, “Bizim Yunus”tur.

Peki, onu bizim kılan ne? Bu “bizim” tabiri, sadece Tabduk’un, o menkıbeye bağlı ifadesinden mi ibaret?

Hayır, o bizim vicdanımızdır.

O, bizim dilimizdir… “Türkçenin süt dişidir.” Toprağımızdır. Sözümüz ve sohbetimizdir.

O, bizim derdimizdir… Aşkımızdır.

 

Yunus, bizim bahçıvanımızdır.

“Yunus bizim vicdanımızdır”,  derken bizi nefis muhasebesine çağırdığını, dünyanın geçiciliğini ve bu geçici hayat içinde onurlu insan olarak yaşamak gerektiğini telkin ettiğini düşünmekteyiz.

Neden böyle düşünüyoruz? Şundan: Vicdan, fıtrattır… Yaratılıştaki safiyet. O bozulmamış hâl. Hakka, hayra ve adalete dönük iç sesimiz. Bu ses zamanla bozulur. Eğitim, çevre, endişeler ve kaygılar bu sesi normal seyrinden çıkarır.

Yunus ve Yunus gibi kâmil insanlar, bozulan sesin akordunu, sözleri ve sohbetleriyle tanzim ederler, yeniden düzene sokarlar. Onlar hatırlatırlar… Hafızamızı yeniler, gidişatımıza çekidüzen vermemizi salık verirler. Çok uzakmış gibi görülen, ama yakının yakını olan “mutlak geleceği” hatırlatırlar.

Vicdani farkındalık, daha çok ölüm düşüncesi ve ahret bilinciyle kazanılır. Yunus, bize sıkça ölümü hatırlatır. O, görmezlikten gelinen gerçeklikle, ölümle yüzleşmemizi ister. Bu ölüm tefekkürü, râbıta-ı mevttir…

 

Anmaz mısın sen şol günü gözün nesne görmez ola

Düşe sûretin toprağa dilin haber vermez ola

Çün ‘Azrâîl’i ne tuta assı kılmaz ana ata

Kimse döymez o heybete halkdan meded irmez ola

Gele sana cân alıcı dahi cân alur kılıcı

‘Aklını başdan alıcı bir dem amân virmez ola

Evvel gele şol yuyucu ardınca şol su koyucu

İledüp kefen sarıcı bunlar hâlün bilmez ola

Oğlan gider dânışmâna saladur dosta düşmâna

Sonra gelmek peşimâna sana assı kılmaz ola

Agaç ata bindireler sinden yana göndereler

Yir altına indireler kimse ayruk görmez ola

Üç güne dek oturalar hep işini bitireler

Ol dem dile getireler ayruk kimse anmaz ola

Yûnus miskîn bu öğüdü sen sana versen yig idi

Bu şimdiki mahlûkâta öğüt assı kılmaz ola

Yunus, vicdanımızın sesidir.

 

Yunus bizim derdimiz ve aşkımızdır, dedik ya…

 

‘Aceb ‘aceb ne nesnedür bu derdile firâk bana

Cânumı serhoş eyledi ‘ışk agusı tiryâk bana

Kimün ki renci varısa derdine dermân istesün

Kesdi benüm bu rencümi dermân oldı bu derd bana

‘Işk odına yan dirisen gönüllere gir dirisen

Karanular aydın ola ne kandîl ü çerâk bana

Gökden inen dört kitâbı günde bin kez okurısan

Erenlere münkirisen dîdâr ırak senden yana

Miskîn Yûnus erenlere tekebbür olma toprak ol

Toprakda biter küllîsi gülistânı toprak bana

 

Yunus bizim bahçıvanımızdır; içimizdeki savaşı sulha dönüştürmemizi salık verir.

Bu sulh nefis tezkiyesidir… Ama bunun ilk durağı istiğfardır, yakarıştır.

 

Ulu ulu günâhlarum yüz komadı bana Çalap

Hiç kimse çâre kılmadı döndüm yine sana Çalap

‘Âlimlere sordum nedür dermân günâhlu derdüme

Anlar dahı eyitdiler dermân ana yine Çalap

Va‘de yitüp ölicegez ol sinleye varıcagaz

Zebânîler gelicegez sen ‘inâyet eyle Çalap

Zebânîler çün geleler beni yalınuz bulalar

Bilmedügüm dil soralar sen yardım eylegil Çalap

Gürde soralar bu sözi esirgemez anlar bizi

Biz de sana tutduk yüzi sen esirge bizi Çalap

Sensün bu benüm sultânum bu cânlar içinde cânum

Çokdur benüm günâhlarum sen meded eylegil Çalap

Uçmakdagı Hûrîleri geymiş anlar nûr tonları

Ne bahtılu mü’minleri bize nasîb eyle Çalap

Turmayup söylerem sözüm günâhuma göyner özüm

Günâhlu Yûnus’un sözin sen kabûl eylegil Çalap

 

Yunus, bizim dilimizdir… İnandığımız temel değerleri Türkçe dile getirmiş; milletimizi iman ve amelin tatlı meyveleriyle buluşturmuştur.

Bilal Kemikli, Sivas’ta doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı; 1998'de doktor, 2002’de doçent ve 2008’de profesörlüğe yükseltildi. Halen Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Daha çok klasik şiir ve tasavvuf edebiyatı alanında akademik çalışmaları olan yazar, dini kültür ve düşünceye ilişkin denemeleri, hatıra, günlük ve eleştiri yazılarıyla da tanınmaktadır.   Prof. Dr. Kemikli’nin eserlerinden bazıları şunlardır: Sun’ullah-ı Gaybî Dîvânı, Şair Şeyhülislam Ârif Hikmet Beyefendi, Oğlanlar Şeyhi Müfid ü Muhtasar, Dost İlinden Gelen Ses, Şiir ve İrfan, Sufi Aşk ve Ölüm, Şiir ve Hikmet, Şehir Hayat ve Dervîş, İnsan Deniz ve Hayat, Pîr Sultan Abdâl, Oğul Sen Sen Ol, Süleyman Çelebi ve Mevlid, Erzurumlu Bilge İmam Muhammed Lutfî Efendi,  Mihenk, Çiğdem Der ki Ben Âlâyım: Memleket Yazıları, Kapı, Kıyıya Vuran Deniz, Kûşe-i Uzlet: Karantina Günlüğü, Ramazan Güzellemeleri, Âteş-i Aşk: Mesnevî Mektupları, Sufiyem Halk İçinde Yunus Emre, Demleyen Coğrafya ve Hacname.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir