1. Anasayfa
  2. Edebiyat
  3. Öykü

Aksâ Terazisi

Aksâ Terazisi
0

Sema ve kardeşleri, heyecanla, annelerinden önce kalkıp kahvaltıyı hazırladılar. O gün, günlerden Cuma ve onların tatil günüydü. Tüm ailenin bir arada olduğu kahvaltıdan sonra, herkes hazırlanıp yola çıktı. Erkek çocukları babasının elinden, kız çocukları ise anneleri ile birlikte güle oynaya Aksâ Camisine vardılar.

Bütün akrabaları konu komşu herkes oradaydı. Cuma vaktine kadar bahçede herkes sohbet eder, çocuklar oyun oynarlardı. Günün tam ortası ve öğle vakti; güneşin kum taneleri ile en sıcak teması olduğu o an. Tüm Müslümanların bir araya geldiği ve gelmek istediği, bayram havasında haftada bir gün. Dönerken köşe başlarında dondurmacılara uğranır, çoluk çocuk külahlarda rengârenk dondurmalarla yine güle oynaya evlerine dönerlerdi.

Ömür boyu, her hafta birçok insan, bu gelenek ve görenekle büyüdü ve yaşadı. Uzaklardan akrabalar, o güne özel gelirler ve birbirleriyle hasret giderirlerdi. Aksâ Camisi, dünyadaki insanlar için manevi bir huzur ve değerdi. Ama en çok da orada bulunanlar için özel ve önemliydi. Orada yaşayan, zamanın çocukları, şimdiye göre bir nebze olsun şanslıydılar, En azından bu muhteşem değerde doya doya vakit geçirebildiler. Fakat torunlar ve torunları, büyüyemediler bile…

Dışarıdan gelip yıllar önce buralardan toprak alarak yerleşenler olmuş. Birken iki, üç, beş, derken, neredeyse şehir ve şehirler kurmuşlar. Ederinin birkaç katı satılan ve alınan bu toprakların, bir gün her iki taraf için de başlarına bela olacağını düşünememişler.

Toprak satanlar; içinde, zengin insanların olduğu, koca koca şehirler kurulduğunda, bir şeylerin yanlış gittiğini fark etmişler. Fakat iş işten geçmiş, geri dönüşü olmayan bir yola girmişler. Pişmanmışlar, hem de nasıl, hiç olmadıkları kadar…

Kendi düşmanlarını kendileri oluşturmuş olmuşlar. Düşünmeden, belki de tamahkârlık, ne dersen de! Bilmeden kendi sonlarının başlangıcını hazırlamışlar…

Para ve güç, o bir avuç insanda olduğundan, zamanla yönetim, onlara geçmiş. Kendi kanunlarını oluşturmuşlar, bir avuç da olsalar. Yöneten durumunda olmak, tüm hakların sahibi olmak demekti. Onlar da bu durumu çok iyi değerlendirmişler.

O günlerde ve daha sonra Sema’lar, kendi mahallelerinde, şehirlerinde ve dahi ülkelerinde bir yabancı gibi bile olsa rahat rahat dolaşamaz olmuşlar. Kader, pişmanlık durağında, yolcularını tek tek indirmiş ve oracığa bırakıvermiş. Uzun süre bu yöne bir daha yolcu alınmamış. Onlar durakta düşünedursunlar…

O gün başlarının üzerinde yürüyenler vardı, Ayaklar yukarda ve baş aşağı. Ellerinden kan damlıyordu. Sakın yanlış anlamayın, insandılar elbet! Ne yaptılar da bu haldeler derken, herkesin elinde yalanlayamayacağı kendi kitabı ve meydanda bir büyük terazi: Öyle böyle değil ve herkesin gözü önünde, düşündüğümüz gibi hiç değil…

Yıllar, yıllar önce yönetim, kendilerinden alınıp başkasına verilmiş. Yönetimi alan kişiler, sadece bulundukları yeri değil, dünyayı yönetmeye kalkışmışlar. Kendilerini her zaman diğerlerinden farklı gören, zamanla bu gurubun içinden, insan görünümlü yaratıklar türemiş, yeryüzünde. Oradakilere, öyle şeyler yapıyorlarmış ki inanılır gibi değilmiş. Bu durumda ne yapacaklarını bilemez durumdaymışlar…

Dünya köyünün insanları toplantıya çağrılmış. İnsanlar grup grup, renk renk, kimi yaya, kimi atlı, davet edildikleri yere gelmeye başlamışlar. Toplantı yapılacak alan, tüm dünyanın görebileceği ve duyabileceği cihazlarla donatılmış. Her gruptan bir temsilci çıkıp derdini anlatacakmış.

Usulen de olsa yapılan bu toplantı, bütün ciddiyetsizliği ve usulsüzlükleri içinde barındırıyordu. O sırada babasının elinden, ya da babası onun elinden sımsıkı tutmuş; bir erkek çocuğu kanlı elleriyle, birlikte gelmişler, toplantı yapılacak alana. Bu ikiliyi yüksek sesle ve yüksek dozda alkışlayanlar olmuş. Fakat tepkiler devede kulak kalmış. Çocuk bu elin gücünü ve kudretini bildiğinden, hayal ettiği geleceği kurmak için isteyebileceği ne varsa istiyormuş.

Yakınında olan veya olmayan; yeter ki o, görmüş ve istemiş olsun, almadan oradan gitmezdi. Büyüdü, baba (A) ve oğul (İ) aynı karakterde olduklarından, hiçbir şey değişmedi. Yapıp ettiklerinden dolayı üzerinde bulundukları toprak bile huzursuz ve yorgun.

Aynı havayı soluyan, aynı göğe bakan ve aynı toprakta gezinen insanlardan nasıl bir üstünlükleri olabilirdi de ayrıcalıklı olduklarını düşünüp, akıl almaz ve mantık dışı hareket ediyorlar, anlaşılır gibi değildi. Şaşırmak yetmiyor, insanlar adeta akıl tutulması yaşıyordu… Sahnede sadece ve sadece onlar!

Bir yanda da dünyanın dörtte biri kadar baştan aşağı silahla donatılmış olarak gezen yüreksiz insanlar.

Evet sahnede her daim onlar vardı. Çünkü başka türlü yaşayamazlardı. Her şeyi onlar bilir. Egoları tavan yapmış, hak ve hukuk düşünecek durumda değillerdi. Kin ve nefret gözlerini ve kalplerini bürüdüğünden, insani duyguları yerle bir olmuştu. Azıcık aklı olan biri veya birazcık düşünen veya düşünebilenler, kendilerini bu ortamda nasıl konumlandırdıklarını sorgular ve sorgulamalı…

Dünyanın gözünün önünde, bu çocuk (İ) babasının elinden tutmuş gezerken, istekleri, kanımızı dondurdu. Bu nasıl bir hadsizlikti! Efendi babaları (A) hiç düşünmeden, tabi ki evladım sen nasıl istersen diyordu. Ne istediğine bakmadan…

Bir çocuğun gözünü, diğerinin kulağını, bir başkalarının elini ayağını, iç organlarını ve evlerini, talep etmek nedir? Büyüklerinin durduramadığı, sınırları hep zorlayan, sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan, bir yaratığın sınırsız istekleri… Onlar sormazlar, isterler ve alırlar. Bu hadsizler hangi gezegenden geldiler, anlayamadık. Dünya insanı bu kadar şuursuz olamazdı.

Bizim oralarda bunun gibi olmasa da buna benzer davranışlar sergileyene, başına bir gelecek mi var acaba, diye kimi içinden, kimi dışından, kimileri de ulu orta hiç düşünmeden söyleyiverirler. Sizce haksızlar mı? Bence sonuna kadar haklılar. Böyleleri belayı, bile bile çağırırlar. Bu kadar da olmaz diyebilmek; insan olan herkesin görmek istediği, sadece kalbinden diline yansıyanlar yetmez, icraata dökülmelidir.

Kötülerin çok cesur olduğu bu dönemde ve her dönemde, iyiler tüm cesaretlerini toplayarak tarafsız kalmamalı. İyiler hak hukuk köprüsünde düşünedursunlar. Atı alan, köprüden geçmek üzere, hem de dünyanın gözünün önünde. Kim durdurabilecek? Onca insan; kadın, çocuk, daha doğmamış bebekler, Sema’lar ve Ömer’ler, daha niceleri, bir yaratığın isteklerine kurban verildi

Bu insanların kabahati neydi? Merhametlerinden dolayı evini, sofrasını, toprağını paylaşmak mıydı? İnsanlık adına, “acıma, acınacak hale gelirsin” sözüne hükümsüzlük giydirerek, silahların altına gizlediler. Oysa güzel sözleri, tüm insanlara doğrultarak, duyguları, bedenlerden ayırmaya çalıştılar. Beden tek başına ruhsuzluğun içinde kaybolur ve kendini bulamaz. İnsaniyet namına, bunlara birileri bir şeyleri hatırlatacak mı, yoksa herkes başının çaresine mi bakmalı?…

Olan bitenden, kayıplardan ve masumların ahını almış bu insan görünümlüler; hiçbir şey olmamış gibi bu topraklarda yalnız ve yalnız kendileri için yeniden bir gelecek kurmayı nasıl hayal ederler, anlaşılır gibi değildi.

Onca kan, gözyaşı ve toprağa karışmış ve yerden kazınan bedenler, bombalarla havada uçuşan organlar, onları rahat bırakacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar. İnanıyoruz ki toprağın her bir elementi ve üstünde yaşamaya çalışanlar, yeryüzü ve gökyüzü arasındaki tüm canlılar ve insanlık, birlikte şahittir, tüm bu olup bitene…

Ama kötüler durmuyor, durmak bilmiyor. Bu gidişle durmayacaklar. Ey yerin göğün sahibi! Kötüler bu gücü nereden alıyorlar? Bağışlayın! Bu soruyu kime, nereye ve neden sorduğumu bilmiyorum, bilemiyorum…  Şaşkınım, üzgünüm ve düşünemiyorum, bende tüm ezberler bozuldu.

İnsanların ve insanlığın kalmadı ne hali ne mecali! Tüm dünyanın gözü önünde her türlü sınandılar. Elif’ler, Zeynep’ler, Ayşe’ler, Ömer’ler ve annesinin karnında bir kesecik içinde de olsa, kalpleri oluşmuş ama adları konmamışlar, yine de insan kalmayı seçerek, bazen tek tek, bazen toplu halde şehadete yürüyüp, şehitliğe talip oldular.

Fil ordusu, çoktandır yolda. İlle de ebabiller gelecek bir gün. Bekliyoruz, tüm insanlar ve insan kalanlar. O gün bugün olsun! Hatta hemen şimdi…

Aksâ’nın kader yolcuları, o gün o durakta inmiş olabilirler. Fakat hatalarını kabul ettiler. Durup düşündüler ve yanlışlarını geç de olsa…

Hatasız kul olmazdı! Önemli olan af dilemek ve affedilmiş olmak. Ne olup biteceğini kimse bilemezdi…

O gün gelinceye kadar bu durum, affeden ve affedilen arasında bir sır olarak kalacaktı

Zekiye Kahraman 13 Ağustos 1961’de Kütahya’nın Simav ilçesine bağlı Muradınlar köyünde dünyaya geldi. Kendisi altı kardeşin en büyüğüydü. İlkokulun ilk üç yılını babasının görev yaptığı İzmir- Torbalı’ya bağlı Eğerci köyünde, son iki yılını da Manisa-Selendi’de okudu. Selendi’de başladığı ortaokulu Akhisar’da tamamladı. Akhisar Kız Meslek lisesini bitirdi. Ayrıca dışardan bitirme sınavlarına girerek İmam-Hatip Lisesi’nin orta kısım mezunu oldu. 1980 yılında evlenerek hayatına ev hanımı olarak devam etti. Eşinin görevi dolayısıyla KKTC- Gazimagosa’da, Özbekistan–Taşkent’te ve Suriye–Halep’te bulundu. Yazı hayatına şiirle başladı. Şiir yazma çalışmalarının yanı sıra kumaş boyama, eskitilmiş yakma resim denemeleri ve tezhip çalışmaları yaptı. Anılarını, Öncü Kitap’ta, 2000 yılında Bi Dolu Dünya Yaşanmışlıklar adıyla yayımladı. Anılarına göndermelerle örülü şiirleri de bu anılar dosyası içindeki yerlerini aldı. Denemeleri Geçerken dergisinde yayımlanıyor. Şu anda Ankara’da yaşıyor. Biri kız biri erkek iki evladı, onlardan da beş torunu var.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir