Şair, okuyucularına eşyayı kendi istediği şekilde göstermeyi başardığında iyi şair olur. Şiir ve nesir arasındaki sınırın iyice belirsizleştiği, tanımların muğlaklaştığı bir zamanda fazla net bir cümle. Yine de tecrübem bu cümlenin böyle kurulması gerektiğini söylüyor bana.
Yahya Kemal ve Mehmet Akif, şiirimizin iki burcu. Balkanlar, tarihimizin cereyan ettiği coğrafya. Balkan asıllı bu iki şairimiz aynı dönemde yaşamış olsa da anavatanlarını hatırladıklarındaki infialleri başka başkadır. Birisi “akıncı cetlerinin ihtirasını” duyarken diğeri dedelerinin kanlı mirasını görür. Balkanlar Yahya Kemal için çocuklar gibi şen akıncılar, vatanı dar gören fatihler, ölüm korkusu bilmeyen nesiller demek. O, şehitlerin göz kapaklarının altında kalan vatanı görür. O vatanı özler, bu özlemini de anlı şanlı devirleri hatırlayarak giderir. Akif ise Balkanlara içi yanarak, gözü yaşararak bakar. Viran haneler, sönmüş ocaklar, zairsiz mezarlar, yitirilen vahdet, çekilen zulüm, eğik başlar, çıkmayan sesler…
Balkan seyahati bu ikilik içerisinde başladı. İki dünyanın tam ortasında, her çeşit ikiliğin beşiği… Balkanlar yolculuğunun başka türlü başlaması ve bitmesi mümkün mü bilmiyorum. Bir de her çeşit seyahatin çerçevesini çizen bir ayet: Hem o günler, biz onları insanlar arasında evirir çeviririz.
Selanik

Bu ayetin kanlı canlı örneğini ilk Selanik’de gördük. Yüzyıllarca İslam toprağı olarak kalmış bu şehirde ne abdest alacak bir şadırvan ne namaz kılacak bir mescid bulabildik. Ziyaret için gittiğimiz her yer, zamanın insanlar arasında nasıl döndürüldüğünü gösterir anıtlardı. Bunların başında da Süleyman Hortaci Cami veya Galerius Rotundası geliyor. Pagan Roma döneminde imparator kendisi için mezar olarak inşa ettirse de rotundaya gömülemiyor. Daha sonra kilise olarak kullanılan yapı 16.yüzyılın sonlarında camiye çevriliyor. Evliya Çelebi’nin ifadesiyle, fethediliyor. Balkan savaşlarında Hasan Tahsin Paşa Selanik’i Yunanlara teslim ettikten sonra da tekrar kilise haline getiriliyor. Günümüzde ise müze olarak kullanılan rotunda, içine giren veya etrafını saran insanlara göre yeni anlamlar kazanmaya devam ediyor. Zaman bazen lehimize bazen aleyhimize akıyor. Biz zamanın aleyhimize döndüğü bir çağın çocuklarıyız ama Allah’dan onların ümit etmeyeceği şeyleri umuyoruz. Süleyman Hortaci Cami’nin külahı devrilmiş minaresi de Selanik Ayasofya Cami’nin çan kulesine çevrilen minare kaidesi de bizimle beraber Allah’dan onların ümit etmeyeceği şeyleri umuyor.
Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu?
Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu?
Üsküp
Üsküp’e vardığımızda güneş çoktan batmıştı. Yatsı namazı için dışarı çıktığımızda ilk gördüğümüz şey gecenin ortasında asılı gibi duran kocaman bir haç oldu. Buna rağmen her köşeden göğe uzanan minareler Üsküp’ün bir Müslüman şehri olduğuna yüksek sesle şahitlik ediyor. Güzel sesli ezanlar, tertemiz camiler, şenlikli avlular, şırıl şırıl sular, cıvıl cıvıl kuşlar, kalabalık cemaatler ile Üsküp bir vaha gibi.
Mustafa Paşa Camisinin imamı Fatih hocayla konuşuyoruz. Elbette bazı sıkıntılar var hem devletle Müslümanlar arasında hem de farklı Müslüman topluluklar arasında ama ümitvar olmak için sebepler daha çok. Türkiye’nin eli Üsküp’de birçok camiye dokunmuş. Türkler ve Türkçe konuşanlar da camileri doldurmuş.
Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın
Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın
Gerçekten de Üsküp dökülmüş temiz kanların, mücahidlerin toprağı. Paşa Yiğit Bey, İshak Bey ve Gazi İsa Bey ailesi yeri fethetmek için gelmiş o fatih neslin önderleri olmuşlar hem yiğitlikleri ile hem de kurdukları vakıflar ile Balkanların islamlaşmasında önemli roller üstlenmişler. Üsküp, Yeni Pazar ve Saraybosna bu gazilerin Osmanlı’ya hediyeleri olmuş. Hikayelerini okuyup eserlerini gördükten sonra akıncı cetlerin ihtirasını duymamak mümkün olmuyor.
Son gün yatsı namazı için Yahya Paşa Camisine gidiyoruz. Çoğunluğu Müslüman olan bir mahallede bulunuyor. Yolda Fatmî abi bize yardımcı oluyor hem de kırık Türkçesiyle bilgiler veriyor. Cami son cemaat yerine kadar dolu. Karışık bir cemaat var, imam da Arap usulü bir kıraatle kıldırıyor namazı. Çıkışta tekrar Fatmî abiyle arabaya kadar yürüyoruz. Üsküp’den kıpır kıpır, ümitle dolu olarak ayrılıyoruz.
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Meşhed
Balkanlara akın akın koşan askerler için ve bugün bir turist olarak Balkanları ziyaret eden bizler için bir kırılma noktası: Meşhed-i Sultan Murad. Biz gittiğimizde türbe boştu. Savaş alanında şehid olmuş bir sultanın karşısında olduğumuzu derinden hissettik. Orada Sultan Murad’ın duasını tekrar etmekten kendimizi alamadık: Bir yağmur verip, bu zulümâtı ve gubârı def edip âlemi nûrânî kıl, tâ ki kâfir leşkerini rahat görüp, yüz yüze ceng edelim! Ne dostu ne düşmanı rahat seçemediğimiz bir devirde biz de halisane bu duaya âmin dedik. Herkesin kolayına âmin diyemeyeceği kısımlar da vardı elbette. Asâkir-i İslâm için teslîm-i ruha razıyım. Tek bu mü’minler ruhuna benim ruhumu feda kıl! Evvel beni gâzi kıldın, âhir şehâdet rûzî kıl! Âmîn!
Türkiye buranın da düzenlenmesinde birçok gayretler sarf etmiş. Zahirde bir gurbet duygusu hissedilmiyor. Yine de insan şehidini yalnız bıraktığını düşünmekten kendini alamıyor. Biz çıkarken gelen bir turist kafilesinin hal ve hareketleri ise Akif’in mısralarını hatırlatmaya yetti. Meşhed-i Hüdavendigar’dan haşyetle dolmuş ayrıldık. Şah-ı Şehid’in burukluğunu da duyarak.
Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?
Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
…
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Neye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?

1911 yılında bu topraklara son defa bir sultan daha geliyor: Sultan Reşad. Çıktığı Rumeli gezisi sırasında burada Arnavut Müslümanlarla buluşmuş ve Cuma namazı kılmış. Rivayete göre padişahın hutbesini tercüme etmek için getirilen hoca Arnavutça bilmiyormuş. Haliyle Osmanlılığın devamını ve birliğini sağlamaya yönelik bu buluşmadan bir yıl sonra, 1912’de Arnavut isyanı ve Balkan Harbi patlak veriyor. Müslüman bir topluluğun da Balkanlarda isyan etmesi, II. Abdülhamid döneminden beri devam eden İslamcılık politikalarına da ağır bir darbe vuruyor. Sultan Reşad’ın bu ziyaret münasebetiyle yaptırdığı çeşmenin üzerindeki tarihin “feyzgah-ı ittihad” olması da insanı acı acı gülümseten ayrıntılardan.
İşkodra
Osmanlı’nın Balkanlarda kalan bu son toprağı da acılara ve kahramanlıklara ev sahipliği yapan müstesna bir yer. İki bin yaşını çoktan aşmış Rozafa Kalesi’nden İşkodra Gölü’nü izlemek ve Hasan Rıza Paşa’nın kahraman savunmasını düşlemek… Başkentle bağlantısı kalmayan bu toprak parçasında bir suikasta kurban gidinceye kadar direnen bu kahraman paşa da geçmiş gazilerin, akıncıların duyduğunu duyuyordu şüphesiz.
Kalenin Drin Nehri’ne bakan tarafına geçtiğimizde ise Kurşunlu Cami ile karşılaşıyoruz. Enver Hoca’nın 1967 kültür devrimi sırasında ayakta kalan tek cami. Arnavut Müslümanlar bir şekilde milliyetçilik akımına kapılmış, ayrılıkçılıklarıyla Akif’in şiirlerine konu olmuşlardı. Akif son yolculuğuna uğurlandı, yıllar geçti, isimler değişti ama bu topraklarda yaşananlar onun şiirlerine konu olmaya devam ettiler. 1945’de ülkenin %70’i Müslümanken kurulan komünist rejim, yıkıldığı 1992 yılına kadar ülkede bütün dini değerleri yok etti. Kalan, dokuz harap camiydi. Birisi de İşkodra Kurşunlu Cami.

1985’de Enver Hoca’nın ölmesi ile beraber devlet politikası gevşemiş, Hafız Sabri Koçi de yirmi yılın ardından tahliye edilmiş. Müslüman cemaati tekrar örgütledikten sonra 1991’de Müslüman, katolik ve ortodoksların katıldığı kalabalık bir miting gerçekleştirmiş. Hemen ardından da Kurşunlu Cami’de uzun süre sonra ilk Cuma namazı kılınmış. Videolar ve fotoğraflar orada bulunan herkesin heyecanını ve mutluluğunu belgeliyor. Bir de caminin olmayan minaresini.
Artık minaresi var. Restorasyonu tamamlanmış ancak hala yılın belli zamanlarında cami sular altında kalıyor.
Zavallı âlem-i İslâm eğer salîbe henüz
Sarılmıyorsa, kolundan çeken bu kudretiniz
Bu kudretiniz olmasa: Dünyâ tanassur eyleyecek…
O halde, şimdi bizim hakkımız değil ölmek.[1]
Bosna
Bosna tek kelimeyle müstesna bir yer. Osmanlı döneminde buraya tanınan imtiyazlar sayesinde Osmanlı’nın diğer bölgelerinde olmayan bir Müslüman elit Bosna’da yetişiyor. Tımar ve devşirme sistemindeki farklılıklar sayesinde Osmanlı ordusu çekildikten sonra Bosnalılar Avusturyalılara karşı bir sivil toplum hareketi sürdürmeyi başarıyorlar. Akif Emre 1993 Bosna savaşını yürüten kadronun, o zamanki Müslüman elit ailelerin nesli olduğunu vurguluyor. Bu önemli bir nokta. Doksanların başında kominist rejimlerin birbiri ardına çökmesiyle beraber hem Balkanlarda hem de Turan bölgesinde nüfusu Müslüman olan devletler kuruldu. Bu devletlerin kuruluşuna öncülük eden gruplar hep kominist sistemin ürettiği elitlerdi. Mesela Özbekistan’ın kurucu başkanı İslam Kerimov SSCB zamanında ekonomi bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yapmış bir devlet adamıydı. Bosna ise -yine- bir istisnaydı.
Bosna denince hatırlanması elzem olan yer elbette Srebrenitsa. Yapılan zulümleri, zalimlerin pişkin pişkin kaydettikleri videoları, yıkımı, ölümü anlatmanın bir yolu yok. Vefatından altmış yıl sonra cereyan eden bu yangını en iyi Akif tavsif ediyor yine:
Fezâ-yı mahşere dönmüş gırîv-i mâtemden…
Hem öyle arsa-i mahşer ki: Yok şefâ’at eden!
Ne bir yaşındaki ma’sûm için beşikte hayât;
Ne seksenindeki mazlûm için eşikte necat:
O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik…
Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik!
Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen;
Yüz elli bin bu kadar hânümânı buldu sönen!
Başta İsrail olmak üzere gelmiş geçmiş bütün zalimlere de şöyle haykırıyor:
Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz;
Hatâ etmektesin şâyed diyorsan “Kimse aldırmaz.”
Bu istibdâda artık bir nihâyet ver ki: İstikbâl
Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl!
[1] Kurulduğundan beri çoğunluğu Müslüman olan ülke statüsündeki Arnavutluk bu vasfını geçen yıl kaybetti. Müslümanlar ilk defa nüfusun yarısından azını teşkil ediyorlar.
