1. Anasayfa
  2. Düşünce

“Dün Dünde Kaldı Cancağızım”: Mevlânâ Ne Demek İstedi?

“Dün Dünde Kaldı Cancağızım”: Mevlânâ Ne Demek İstedi?
0

Hepimizin kulağına çalınmıştır şu meşhur söz:

“Dün dünde kaldı cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Kimi zaman bir yeni yıl mesajında, kimi zaman bir kişisel gelişim yazısında, bazen de sosyal medyada ilham veren bir aforizma olarak karşımıza çıkar. Peki bu sözü gerçekten anlıyor muyuz? Sözün sahibi Mevlânâ burada neyi kastediyor olabilir?

Burada biraz bu sözün arka planına, derinliğine birlikte bakalım istiyorum. Çünkü bu söz sadece “geçmişi boş ver, ileriye bak” demiyor aslında. Çok daha incelikli, çok daha derin bir mesaj taşıyor.

Popüler söylemde bu söz, sanki geçmişi tamamen terk edip yepyeni bir yola çıkmak gerektiğini söylüyormuş gibi algılanıyor. Meselâ sol tandanslı bir dergide yayımlanan “Dünden bugüne değil, gelecekten bugüne” başlıklı bir yazının epigrafında Mevlânâ’nın bu sözü rahatlıkla kullanılabiliyor. Hâlbuki Mevlânâ’nın derdi, geçmişi silmek değil; geçmişteki hakikati bugünün diliyle yeniden dile getirmek.

Tasavvuf geleneğinde “söz” sadece kelimelerden ibaret bir anlatım aracı değildir. Söz, hakikate açılan bir kapıdır. Ancak bu kapının her çağda açılabilmesi için anahtarın da zamana uygun olması gerekir. Yani aynı hakikat, her çağda farklı şekillerde dile getirilir. Mevlânâ da işte bu yüzden “yeni sözler” söylemek gerektiğini söyler.

Hakikat sabittir. Yani özü değişmez. Ama onu nasıl anlattığımız, hangi kelimeleri kullandığımız değişebilir, hatta değişmelidir. Çünkü muhatap değişir, zaman değişir, algı değişir.

Mevlânâ bunu çok iyi biliyor olmalı ki bir sohbetinde, şiir söylemeyi pek sevmediğini ama karşısındaki insanlar şiirle etkileniyorsa, mecburen söylediğini anlatır. Şöyle der:

Şiir söylemek bana göre değil ama misafir işkembe istediyse, elimi yıkayıp işkembeyi pişiririm. Çünkü mesele benim tercihim değil, muhatabın ihtiyacıdır.”

Ne kadar incelikli değil mi? Yani mesele, hakikati karşıdakine ulaştırmak. Bunun için hangi yol gerekiyorsa, onu kullanmak. Şiirse şiir, düz yazıysa düz yazı, sinemaysa sinema… Tıpkı rahmetli Mustafa Akkad’ın Çağrı filminde yaptığı gibi: hakikati sinemanın diliyle çağdaş zihinlere ulaştırmak.

Mevlânâ’nın bu yaklaşımı, sadece ona özgü değil. Yunus Emre’nin Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası deyişi ya da Mehmet Âkif’in Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı mısrası da aynı düşüncenin ifadesi. Hakikat aynı; ama anlatım dili sürekli yenilenmek zorunda.

Bu anlayış, geçmişle bağları koparmak değil, aksine geçmişin özünü bugünün kalbinde yaşatmak demek. “Yeni söz” çağrısı, geçmişin inkârı değil; onun ruhunu bugüne tercüme etme çabasıdır.

Mevlânâ’nın dil anlayışı da oldukça dikkat çekici. Ona göre söz, hem bir gösterge hem de bir perde. Yani bazen hakikati gösterir ama bazen de üstünü örter. O yüzden sözle kurduğu ilişki hep temkinlidir. “Söz küçük bir şeydir” der; “asıl olan mânâdır.” Ama yine de sözü tamamen bırakmaz; çünkü bazen başka çare yoktur.

Mesnevi’de şöyle der:

“Ey dost! Söz ne kadar açıklayıcı olsa da, aşk daha açıklayıcıdır. Aşkı anlatmaya kalkıştım, ama ne söylesem yetersiz kaldı.”

Sanki şöyle der gibidir: “Anlatmaya çalışıyorum ama ne desem eksik kalıyor. Aşk, hakikat, sezgi… Bunlar kelimelere sığmaz.”

Birçok insanın farklı farklı sözlerle aynı şeyi istemesi… Mevlânâ’nın meşhur “üzüm kıssası” bu durumu çok güzel anlatır. Dört farklı milletten gelen kişi üzüm ister ama her biri kendi dilinde söyler: biri “ineb”, biri “engur”, biri “üzüm”, diğeri “istafil” der… Ve birbirlerini anlamadıkları için kavga ederler.

Oysa hepsi aynı şeyi istiyordur. Mevlânâ bu hikâyeyle, hakikatin tekliğini ama yolların çokluğunu anlatır. Farklı kelimeler, farklı yollar ama aynı öz.

Mevlânâ’nın “dün dünde kaldı” sözü, bize şunu söylüyor:

  • Geçmişi silme, ama bugüne uygun şekilde anlat.
  • Hakikat zamanla değişmez, ama ifadeler değişmelidir.
  • İfadeyi değiştirirken özden kopma.

Yani değişimin peşine düş, ama köklerini unutma.

Bugün de aynı hakikate ulaşmak istiyorsak, onun çağımızın idrakine uygun biçimlerde ifade edilmesi gerekiyor. Belki sosyal medyada, belki bir şiirle, belki bir sohbette… Ama öz değişmeden.

Yazının sonunda Mevlânâ’nın şu sözünü hatırlamak yerinde olur:

Sen buna söz deme, âb-ı hayat de. Eski söz kalıbı içinde yepyeni bir can olarak gör.”

Mevlânâ bize “yeni sözler” söylemeyi öneriyor; çünkü zaman değişiyor, insanlar değişiyor.

Ama unutma: değişen sadece şekil, değişmeyen ise o kadim öz.

Yeni söz, işte bu yüzden bir diriliş çağrısıdır.

Hazırsan, şimdi sen de yeni şeyler söylemeye başla. Elbette özden sapmadan.

1980 yılında Şanlıurfa’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şanlıurfa’da tamamladı. 2002 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı’ndan başladığı lisansüstü eğitimini 2005 yılında tamamladı. 2005-2009 yılları arasında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak çalıştı. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı’nda başladığı doktora eğitimini hazırladığı “Osman Şems Efendi, Hayatı, Eserleri ve Dîvânı (Metin-İnceleme-Tahlil)” başlıklı tezle 2013 yılında tamamladı. Ocak 2014 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yardımcı doçent kadrosuna atandı. 2024 yılında profesör oldu. Halen Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir