1. Anasayfa
  2. Söyleşi

Bünyamin Erul Hoca ile Bir Baba ve Bir Oğul Hikâyesi… (2) “İnanç ve Geleneğimiz Aileyi Oluşturur.”

Bünyamin Erul Hoca ile Bir Baba ve Bir Oğul Hikâyesi… (2) “İnanç ve Geleneğimiz Aileyi Oluşturur.”
1

– Muhterem hocam, söyleşimizin ikinci bölümüyle birlikteyiz. Babanızın size harçlık verirken yaşadığı zorlukları görünce ilahiyat fakültesi öğrencisi olmanıza rağmen tekrar görev aldınız. Okul bitip akademiye dâhil olduktan sonra Mısır’a araştırma yapmak için bir yıllığına gittiniz. Yola çıkarken babanız size bir şeyler verdi, neydi hocam o…

– Eyvallah hocam teşekkür ederim. Bu sorduğunuz husus benim için çok önemli ve zannedersem okuyucularımız için de ilginç gelecektir. 1989’da MEB bursuyla bir yıllığına Mısır’a eşim ve o zaman 3 yaşında olan oğlum ile gidiyorum. Ayrılacağımız zaman babam elinde bir demet parayı bana uzattı ve dedi ki: “Oğlum bu parayla kitap alacaksın. Başka hiçbir ihtiyacın için değil sadece kitap almak için veriyorum. Sen bir ilim ehlisin, kitap sizin için en önemli kaynak ve bundan mahrum kalmayasın.”

Babam tam 4 bin Mark biriktirmiş. Bana verdiği miktar 4 bin Mark idi. Çok iyi bir para aslında.

– Neredeyse 120 bin lira gibi bir şey yani.

– O parayı ben hakikaten hiç harcamadım. Babamın sözünü tuttum. Harcamayı Uluslararası Kahire Kitap Fuarı’na sakladım. Ben aylarca hangi kitapları alacağıma dair uzunca bir liste oluşturdum. Fuara gidiyorum, mesela bir yayınevi %30 indirim yapıyorsa benim listeyi görünce “sana %40 indirim yaparım” diyor. Neticede ben Mısır’dan 550 kilo yani 11 koli kitap ile döndüm. Oradan temel kaynaklarımı, ihtiyacım olan öncelikli kitaplarımı getirdim ve böylece şahsi kütüphanemi oluşturmuş oldum. Yıllar sonra babam fakültedeki odama geldiğinde “Baba bak, bu kitapların hepsini senin verdiğin o paralarla aldım” dedim, çok memnun oldu. Hâlâ o kitaplarla çalışmalarımı sürdürmekteyim, inşallah babamın amel defteri açık kalmaya devam eder.

İlginç hakikaten. Bir sade insanın, köylü, okumamış bir insanın, oğlu da olsa neticede “yavrum harcarsın, ihtiyaçlarını görürsün” demesinden ziyade kitaba odaklanması çok özel bir hassasiyet.

– Atladığım bir şey daha var bu konuda. Gerede İmam-Hatip Lisesi’nde öğrenci iken Mehmet Demir diye Maraşlı bir hocamız vardı. (Pandemide vefat etti, Allah rahmet eylesin) İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmuş ve ilk defa öğretmen olarak Gerede’ye atanmıştı. Altı ve yedinci sınıfta bizim bazı derslerimize girdi. Baktım hakikaten çok güzel ve başarılı bir hoca, iyi bir hafız, Arapçası çok iyi, edebiyatı çok iyi, bizim tefsir, hadis, hitabet gibi birkaç dersimize girdi. Beni severdi, okumaya karşı ilgimi de bildiği için bir gün: “Bünyamin, Çağrı Yayınları Kütüb-i Sitte’yi basacakmış ve Millî Gazete’de bir kampanya başlatmışlar. Babanla konuş, 12 milyon lira yatırınca bir sene sonra sana 20 ciltlik bu temel hadis kitapları gelecek. Sen bu imkândan yararlan.” dedi. Hocayı çok sevdiğim için hoca bir şey diyorsa mutlaka faydalıdır diye düşünüyorum. Hemen bunu babama söyledim. “Tamam oğlum, hemen alalım!” dedi.

Babam o zaman köyde ufak tefek alışveriş yaparak geçimini zar zor sağlıyor. 12 milyon lira da çok iyi bir para. Mehmet Hoca kendisi belki de öğretmen maaşıyla o kampanyaya katılmamıştır. Babam bir iki etmedi, hemen parayı yatırdı. Bir sene sonra benim 20 ciltlik bir hadis külliyatı setim oldu. O zaman için henüz benim Buharî, Müslim, Tirmizî okuyacak kadar Arapçam yok aslında ama Kütüb-i Sitte aldım diye çok sevindim. Böylece önemli bir adım atmış oldum hocamın ve babamın vesilesiyle…

– İmam Hatip’te Kütüb-i Sitte’niz oldu yani!

– Elhamdulillah. İmam-Hatip yedinci sınıfta benim Kütüb-i Sitte’m oldu. Babamın itiraz etmeden kabul etmesi, ‘Oğlum, daha ne olacağın, okuyup okumayacağın, hangi fakülteyi seçeceğin belli değil’ demeden kitabı alması çok anlamlıydı benim için. Çünkü İmam Hatip’teyiz, kazanırsak üniversite okuyacağız ama hangi fakülte belli değil. Hangi alana yöneleceğiz bilmiyoruz. Ama kader ağlarını örüyor. Biz Ankara İlahiyat Fakültesi’ni kazandık. Öğrenciyken önceleri hedefimizde hadis alanı yoktu. Biz üçümüz, Mehmet Görmez ve Mehmet Emin Özafşar aynı sınıftayız ve İslam Hukuku’nu istiyoruz aslında. Kendimizi ona göre hazırladık. Sonra bir el bizi hadis alanına yönlendirdi. Birlikte başladık yüksek lisans yapmaya, sonra doktora yaptık ve tahsil hayatımız öylece devam etti. Ve babamın bana ta o zaman aldığı Kütüb-i Sitte, her zaman kullandığım en temel kaynaklarım oldu. Hâlen de kullanmaya devam etmekteyim.

Anlattığım bu olaylarda da görüleceği gibi, Rabbim rahmetiyle muamele eylesin, babam bana hep bir arkadaş gibi oldu, beni hep destekledi ve onun hayatındaki belki en büyük hedefi beni yetiştirmekti. Hamdolsun Rabbime, ben de bu yolda hep gayret ettim. O da bunu gördü, görmek nasip oldu. Hedefine ulaştığını gördü ve benimle hep gurur duydu.

Babam hacca yazıldı, birinci yıl çıkmadı, ikinci yıl çıkmadı, üçüncü yıl çıkmadı. Köyde eş dost sağdan soldan onu tahrik ediyorlar. ‘Senin oğlun istese seni götürebilir ama o istemiyor’ gibisinden. Dördüncü seneydi. Ben o zaman Din İşleri Yüksek Kurulu üyesiyim. O yıl, DİB, beni hac irşad ekibi içerisinde hacca görevlendirdi.  O yıllarda, ücretlerini ödediğimizde eşlerimizi de götürebiliyoruz. Eşime ‘benimle hacca geliyor musun?’ dedim, eşim çocukların okulları, sınavları olduğu için gelemeyeceğini söyledi. O zaman ben Diyanet’e gittim ‘babamın ücretini vermek şatıyla onu yanımda götürmem mümkün mü?’ dedim. Tamam dediler. Babamı aradım ve dedim ki: ‘Baba benimle gelirsen ben 18 günlük kısa bir hac yapacağım çünkü derslerime yetişeceğim. Yok ben kurayı beklerim, 30-35 günlük uzunca bir hac yapayım diyorsan bekleyeceksin. Ne dersin?’ dedim, babam ‘Oğlum seninle geleyim’ dedi. Birlikte hocaların arasında, oldukça güzel bir hac yaptık. O da hocaları çok severdi. Hamdolsun sözün kısası, neticede babam ektiğini biçmiş oldu.

– Babanızın bir de Kur’an okuma olayı vardı, onu da anlatır mısınız hocam?

– Babam iki yaşındayken babasını kaybetmiş, dedem askerden dönmüş ve belki de apandisit gibi basit bir şeyden dolayı vefat etmiş. İlahiyatta okurken, ayda bir köye gittiğimde babam, “Dedene bir Kur’an okuyuver” derdi, ben de okurdum. Bir gün aklıma geldi. Bizim Gerede eskiden çok soğuk olurdu. Yani 7-8 ay kadar kış olurdu. Tabii o dönemlerde ellili yıllarda şehre göç falan olmadığı için köyde pek çok genç vardı. Gençler için de o zamanlar bir araya gelecekleri tek mekân, köy odası ve cami idi.

Bizim oralarda hemen her genç camide imamdan Kur’an okumayı öğrenir. Yarım hafızdır, tam hafızdır, ne bileyim en azından imamlık yapabilecek şekilde bir şeyler öğrenmiştir. Bir gün aklıma geldi, ‘Baba sen çocukluğunda hiç Kur’an okumadın mı?’ dedim. Çünkü ben babamın Kur’an okuduğunu hiç görmemiştim. Bana: ‘Bir iki hatim etmiştim aslında’ dedi. ‘Tamam’ dedim içimden. Ben bunu not ettim. Bir sonraki gidişimde babam tekrar ‘Oğlum dedene bir Kur’an okuyuver dedi. Biraz ters bir şekilde ‘Baba, sen ölünce ben sana okurum, kendi babana kendin oku!’ dedim. Babam bunu duyunca şaşırdı. Benden böyle bir cevap beklemiyordu. Biraz da şöyle tatlı sert söyledim. Bilerek böyle söylemiştim. Bir şey diyemedi. Ben çıktım geldim Ankara’ya. Ben döndükten sonra kız kardeşime: ‘Kızım şu Mushaf’ı indir bakayım’ demiş. Orada, duvarda duruyor Kur’an-ı Kerim ama yıllarca hiç okumamış. Tekrar harfleri tanıma falan derken okumayı yeniden geliştirmiş. İmam arkadaşlardan da epey yardım aldı ve sonrasında çok şükür sayısız hatimler yaptı.

Şimdi orada ben uysal evlat rolü oynasaydım, okusaydım babam hiç Kur’an’a bakmayacaktı. Bu şok tedavi sayesinde yeniden Kur’an okumaya başladı ve hastalığında bile unutmadı. Yüzünden okutuyordum bazen, önceleri rahat okuyordu, sonraları ezbere bildiği sureleri okurdu. .

– Allah rahmet eylesin. Son olarak hocam, özellikle baba ve erkek evlatları dikkate alarak son söz kabilinden neler söylersiniz? Bugün nüfusun yarısı erkek, yarısı kadın. Bir evlat için anne de baba da elbette çok kıymetli. O anlamda ayırt etmek mümkün değil. Her ikisine karşı da gereken yapılır. Ama konu babayla oğul anlamında iki erkek olunca, özellikle bizi okuyacak olan erkek okuyucularımıza bu anlamda ne dersiniz? Anne babasıyla, dedesiyle veya oğluyla, torunuyla olan ilişki bağlamında…

– Evet hocam, şimdi hakikaten zor zamanları yaşıyoruz. Biz geleneksel aile içerisinde yetiştiğimiz için belli bir terbiye ve disiplin içerisinde büyüdük, oysa şimdiki şartlar çok zor. Ben bu yedi sene, yedi ayı, hamdolsun, babama bakmayı zorluklarla da olsa sürdürdüm, zorluklarına rağmen devam ettirdim. Ben Allah’ın lütuf ve keremiyle bunu yapabildim. Bu, benden değil, Rabbimin verdiği sabır ve genişlikten.

Bazen hastanede benim babamla ilgimi, alakamı görenler, ‘Senin evlatların da sana öyle baksın’ diyorlardı. Ben “Aman öyle dua etmeyin. Ne ben babam gibi olayım ne çocuklarım böyle bir imtihana tabi olsun” derdim. Çünkü yeni jenerasyon, bizim kadar tahammüllü olmayabilir ama yine de bizim bunları bir şekilde onlara öğretmemiz lazım. Bu geleneği bir şekilde genç kuşaklara aktarmamız lazım. Ama görünen o ki yeni kuşaklarla zorluklarımız var. Belki biz o gelenekten nasiplenen ve normal olan son nesilleriz.

– Karamsar olacak mıyız hocam?

– Biraz karamsarlığım var ama ümitsizlik yok elbette. Biraz gerçekçi olmamız gerekiyor. Niçin? Siz de gidiyorsunuz, biz de gidiyoruz sohbetlere. Çeşitli dernekler, vakıflar konferansa çağırıyor. Geçenlerde Cihannüma’da da söyledim. Bir başka dernekte daha söyledim Hacı Bayram’da. Nezir Hocam, bizi oralarda dinlemeye gelenler bizim emsallerimiz. Bizi dinlemeye gelenler bizim yaşıtlarımız. Bizim çocuklarımız yok. Bizim torunlarımız yok. Genç jenerasyonu biz bu sohbet halkalarına, bu tür etkinliklere yeterince katamadık. Oysa bu tür şeyler, bu gelenekler, görerek aktarılıyor, yaşanarak aktarılıyor. O bakımdan gelecek nesillerden böyle bizim yaptığımız fedakârlığı tamam ümit edelim, dua edelim ama ne kadar yapabilirler bilemiyoruz.

Şimdi bir de konuya öbür taraftan bakmış olayım. Mesela babamın ben küçükken benimle ne kadar ilgilendiğini çok hatırlamıyorum. Köyde o kadar çok iş var ki. Ama daha önce de anlattığım gibi bana bütün imkânlarını sundu. Çocuğunu sevmeye, çocuğuyla ilgilenmeye zamanı kalmıyordu. Ben kendi çocuklarıma ne kadar ilgilendim? Fakülte yıllarım, yüksek lisans, doktora tezi, doçentlik ve devam eden kariyer çabaları. Onlarla da maalesef yeterince ilgilenemedik. Ama şimdi torunlara biraz zaman kalıyor, onlarla epey ilgileniyoruz. Şimdiki babalara bakıyorum. Çocuklarıyla iyi zaman geçiriyor, neredeyse hayatını çocuklara endeksli yürütüyor. Fakat o da küçüklükte oluyor. Ergenlik dönemine girdikten sonra, çocuk 12, 13, 14 yaşına girdikten sonra kız ise ayrı bir sıkıntı, erkek ise ayrı bir sıkıntı başlıyor. Hem anne ile hem babayla sıcak ilişki ve iletişim kopuyor. Anne baba çocuğuyla bir şey konuşamaz hâle geliyor. Çocuklar tamamen internet mahkûmu. İnternetten, dijital mecralardan besleniyorlar ve biz İslami kesim de kendi çocuklarımız başta olmak üzere en kaygan, en kırılgan dönemlerinde bu çocuklarımıza vermemiz gereken şeyleri yeterince veremiyoruz.

Benim Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi iken ortaya attığım bir projem vardı: “Gençlik Kitaplığı”. İnanç serisi, bilinç serisi, biyografi serisi ve kültür serisi diye 100 kitaptan oluşacaktı. Her biri, 100-120 sayfalık muhtasar müfit bir kitap olacak ve tamamen serbest bir dille yazılacak.

O gün için ergenlik döneminde yani 13-17 yaş diliminde Türkiye’de 6-7 milyon gencimiz vardı ve onlara hitap eden kitaplar yok denecek kadar az idi. Birkaç kitapçıya girip dedim ki: ‘Benim ergenlik çağında iki tane çocuğum var. Onların seviyelerine göre birkaç kitap almak istiyorum.’ Bir şeyler getiriyorlar, bakıyorum çocuk kitapları. ‘Benim çocuklarım büyüdü, artık delikanlı, onlara göre verin’ diyorum. Bazı kitaplar veriyorlar; Flört nasıl yapılır, ilk aşk, tamamen cinsellik üzerine kurgulanmış yani ona göre yazılmış ya da Batı’dan çevrilmiş. Sözünü ettiğim bu alanda hâlâ bir boşluk var ve biz Diyanet olarak epey çalıştık, Ankara’da iki üç toplantı yaptık, bir iki toplantı İstanbul’da yaptık. Yazar bulmakta zorlandık.

Önemli bir projeydi. Diyelim ki bilinç serisinde “Zaman Bilinci” diye bir kitap ile gençliğe zamanın kıymetini öğreteceğiz. Yazarlardan ilk şartım ayet ve hadislerle doldurarak vaaz etmemeleri, gençliğin aşina olduğu bir dil ile yazmalarıydı. Mesela şöyle başlasın diyordum: “Yıl, bin dokuz yüz doksan sekiz, yedi Oscar alan o meşhur filmdeki şu sahneyi hatırlarsın değil mi?” Böyle bir üslup ile adeta genç ile konuşacağız. Gerekiyorsa o kitaba karikatür, fotoğraf, grafik koyacağız. Tamamen serbest bir dil ve üslup kullanılacak. Kitabı belki delikanlı bir oturuşta okuyacak. Bu çocuk seküler bir ailenin çocuğu da olabilir, muhafazakâr bir ailenin de, İslam’dan çok uzak bir ailenin çocuğu da olabilir. Kitabı okuduğunda diyecek ki ‘vay be gerçekten benim zaman bilincim yokmuş. Bundan sonra zamanıma daha da özen göstereceğim.’ Okudukça ferahlayacak. İşte bu tür eserlere çok ihtiyaç var kısacası…

Şu anda size de Milli Eğitim’e de geliyordur. İşte okullarda öğrenciler değişti, ateist, deist, agnostik oldu vs. gibi. Kanaatimce ateistlikten ziyade din konusunda ilgisizlik söz konusu. Hani eskiler agnostik için “Lâ edrî” dermiş. Oradan mülhem benim gördüğüm, ciddi bir “Lâ ubalî’lik” var. Din konusunda aldırmıyor, umursamıyor, ilgilenmiyor, gündemine almıyor. Ne inanç ne ibadet ne oruç ne şu ne bu. Gençlik o tarafa doğru kayıyor ve bizim bu gençliğe çok şey vermemiz, sunmamız lazım. Sadece 100 kitap yayınlamak değil, özellikle dijital mecralarda onların ilgilerini karşılamak, onların ihtiyacı olan bilgileri, onların severek alabileceği bir tarzda orada sunabilmemiz lazım.

Şimdi tekrar asıl konuya dönelim. Anne ve babalar ergenlik çağına kadar çocuklarla ilgileniyorlar, tamam ama ergenlik döneminde çocuklarla iletişimde çok ciddi sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Çatışmalar başlıyor. Ayrışmalar oluşuyor, çocuk dik kafalılık gösteriyor. Ebeveyn onlarla iletişim kurmakta zorluk çekmeye başlıyor. Çocuğu koruyalım derken bazen tamamen kaçırabiliyor. Çoğu zamanda çocuğu serbest/özgür yetiştirelim derken tamamen kaybedebiliyor. Bunu en dindar ailelerde bile görebiliyoruz. Ben toplantılarda bazen soruyorum; ‘Ergenlik çağında çocuğu olanlar parmak kaldırsın’ diye. Diyelim ki yirmi otuz tane parmak kalkıyor. ‘Bu ergenlik çağındaki çocuğuyla günde beş dakika ciddi konular konuşabilen, gündemi, geleceği, insanlığın, Müslümanların durumunu konuşabilen parmak kaldırsın’ diyorum, hiç kimse parmak kaldıramıyor. Çünkü son yıllarda çoğumuz bu ergen çocuklarımızla 5 dakika bile iletişim kuramıyoruz. Bu durum da evlatların ellerimizden kaymasına, kaybolmasına yol açıyor. Onlar büyüdüğünde maalesef aile ile anne baba ve evlat arasında kapanması zor bir mesafe oluşuyor. Netice itibariyle artık anne babayla samimi iletişim, onlara hizmet vs. daha da zorlaşıyor.

Batı, çocuklarını 18 yaşında yuvasından gönderiyor veya onlar ayrılıyorlar. Ya biz? Tamam o aşamada değiliz ama çocuk ergenlik döneminde maalesef aileden kopmaya başlıyor. Aileyle limonileşebiliyor. Diyelim ki bir genç, Anadolu’da bir kasabada yetiştiği aile içerisindeyken vaziyeti idare ediyor ama üniversite okumaya büyük bir şehre geldiğinde tamamen bambaşka bir genç olabiliyor. Ailesinden aldığı değerleri, bir kenara atabiliyor. Onun için bizim ne yapıp edip o ergenlik dönemine dair çok ciddi çalışmalar yapmamız gerekiyor. O toplantılardan elde ettiğimiz bir kazanım var. Çokça yayın yapmamız, dijital içerikler hazırlamamız, gençlere mutlaka ulaşmamız lazım.

Bu alanda hâlâ ciddi bir boşluk var. Ve tabi bu dediğimiz şey ergenlik psikolojisiyle doğrudan ilgili bir mesele. Ergenlik döneminde gençler bu anlamda gevşiyor, sonrasında karşımıza başka başka aile sorunları çıkıyor. Mesela son yıllarda yaygınlaşan gençlerin evlenmemeleri, evlenmeyi hayli geciktirmeleri, çocuk yapmak istememeleri, neticede nüfus artışının düşmesi vesaire birçok sorun yaşanıyor. Ergenlik dönemindeki o iletişimin kopması pek çok değişik olumsuz sonuçlara yol açabiliyor. Onun için bazen biz iyi ki erkenden yol almışız, çocukları yetiştirmişiz diyorum.

Şimdi ilkokul 1 ve 3. sınıflarda okuyan iki tane torunum var, onları nasıl yetiştirebileceğiz diye ciddi ciddi endişeler taşıyoruz. Rabbim tüm çocuklarımıza ve gençlerimize fıtrat üzere yetişme fırsatı versin.

– Allah neslimizi muhafaza eylesin. Son dedik ama bir soru daha sorayım hocam. Gerek 7 yıl 7 aylık süreç, gerek önceki dönemde, sizi en çok babanızla birlikte olmaya iten şey nedir? İnanç mıdır? Babanın ilgisi midir? Örf müdür? Kısaca ne diyebiliriz?

– Kesinlikle inancımız, ahlakımız ve geleneklerimiz. Evet, inanç ve geleneklerimiz.  Kur’an ve sünnetten öğrendiklerimizi öncelikle bizim tatbik etmemiz gerekir. Babam, beni ömür boyu nasıl yetiştirmişse, benim de ahir ömründe ona bakmam gerekiyordu.  Daha önce de ifade ettiğim gibi ben tek oğul idim ve bu iş öncelikle benim üzerime düşen bir vazifeydi. Geleneğimizde de büyüklere öncelikle erkek evladın bakması beklenir. Ablam Almanya’dan yaz tatillerinde geldiğinde babama birkaç hafta bakabiliyor, kız kardeşim de köye gittiğimizde bir iki gün ilgilenebiliyordu. Ama son yıllarda gördüğüm o ki, genelde eşlerden, anne babadan birisi vefat etmişse kalan büyüğe çoğunlukla kızları bakıyor. Kızlar, bu konularda daha duyarlı, daha merhametli oluyorlar.

– Erkeklere biraz ekstra sorumluluk mu düşüyor?

– Evet daha fazla sorumluluk düşüyor ve bu çok önemli bir husus. Hatta bazen bana ‘Bir kızın olmadığı için sana acıyoruz.’ diyorlar.

İnancımız ve geleneklerimiz dedik. Bizim yıllarca okuduklarımızı, anlattıklarımızı tabii önce nefsimize uygulamamız gerekiyordu. Babama yıllar boyu bakarken zorlandığım zamanlar oldu ama hamdolsun, madden ve manen üstesinden gelmek nasip oldu.

– Allah razı olsun hocam. Rabbim iki dünyada da ecrini versin. Tabii bizlere de anne babasına, büyüklerine hem hürmet etmede hem onlara gereken ilgiyi, şefkati, merhameti, saygıyı göstermede Rabbim muvaffakiyetler, kolaylıklar versin.

– Son olarak babamla ilgili bir iki anekdot daha anlatayım müsaade ederseniz. Evvelki sene mübarek Ramazan ayındayız. Kadir Gecesi yatmadım, sabahladım, sonra da sabah namazına gittim. Camiden gelince artık biraz dinleneceğim. O akşam babam çok az yemişti. Eve geldim, babam yatağından bana ‘Karnım aç’ demeye başladı. Normalde oruç tutamıyor, kahvaltısını da saat 10 gibi yapıyordu.  ‘Baba kahvaltı için henüz erken, biraz daha yat’ dedim ve odama geçtim. Babam, tekrar ‘Karnım aç!’ diye sesleniyor. Ben gece hiç uyumadığım için ve yemek düzeni de bozulmasın diye babamı adeta duymazlıktan gelip uyumaya çalışıyorum. En son baktı ki benden ses yok. ‘Sen hiç Allah’tan korkmuyor musun?!’ diye tekrar seslenince ben hemen yataktan fırladım, kalktım kahvaltısını hazırladım ve babama yedirdim.

Yine o yıllarda ben bir gün mutfaktayım. Yatak odasından bir ses geliyor. Baktım ki babam yattığı yerden ezan okumaya başlamış. Ara sıra köyde ezan okurdu. Sanıyorum ezan okumaya uykuyla uyanıklık arasında veya rüyasında başladı. Hemen telefonun kamerasını açtım ve o ezanı kaydettim. İnsanların hayatın akışı içerisinde zihninde yer alan bazı konular, bu gibi hâllerde kendiliğinden ortaya çıkıyor. Rabbim, akıbetimizi hayreylesin.

– Âmin hocam. Çok teşekkür ederim. Rabbim merhum babanıza ve tüm babalara, annelere, vefat eden tüm mümin ve müminata rahmet eylesin.

– Eyvallah Nezir hocam, ben de teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.

Hocam son olarak burada teşekkür etmem gereken bazı kimseler var, izninizle onlara teşekkür edeceğim. Yıllardır gerek Bolu’da gerekse Ankara’daki hastanelerde babama tedavi hizmeti veren tüm sağlık personeline, 7 yıldır babama bakarken, kendisine yeterince zaman ayıramadığım eşime, çocuklarıma, dost ve akrabalarıma, öğrencilerime, imkânları nispetinde babama bakarak beni dinlendiren ablama ve kız kardeşime çok teşekkür ediyorum.

1965 yılında Gaziantep’te doğdu. Nizip İmam-Hatip Lisesini 1983’te bitirdi. Aynı yıl Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girdi ve 1987’de mezun oldu. Hatay-Dörtyol, Erzurum-Köprüköy ve Nizip Anadolu İHL’de öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Eğitim yönetimi, din öğretimi, öğretmen yetiştirme gibi alanlarda, MEB Şurası’nda özel ihtisas komisyonu üyesi olarak çalışmalarda bulundu. Hâlen Millî Eğitim Bakanlığında çalışmaktadır. Gül; öğrencilik yıllarından itibaren yazı çalışmalarında bulundu. Diyanet Çocuk, Yeni Dünya, Genç Doku, Anadolu Gençlik, İlk Adım ve Turuncu dergilerinde, Akit, Millî Gazete ve Milat gazetelerinde pek çok yazı, makale yazdı ve röportajları yayımlandı. Yazı çalışmalarının yanı sıra, sosyal etkinliklerde de yer aldı. Türkiye Yazarlar Birliği Gaziantep Şubesinin kuruluşunda yer aldı. MGV, İHH, Türkiye Yazarlar Birliği, Eğitim-Bir-Sen, Cihannüma gibi dernek ve vakıflarda, üye ve yönetici olarak görev aldı. Yurt içi ve yurt dışında “Peygamber Efendimiz, Aile Eğitimi, Mehmed Akif, Gençlik Meseleleri, İmam Hatip Nesli” gibi konularda pek çok konferans ve seminerler verdi. Evli; üç çocuk babasıdır. Yayımlanmış çalışmaları: Tüm Zamanların Efendisi - 100 Soruda Hz. Muhammed, Elips Kitap. Esmâü’n-Nebi - Peygamberimizin İsim ve Sıfatları, Nesil Yayınları. Cemil Dede Namaz Surelerini Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Cemil Dede Namaz Dualarını Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. İslam’ı Aşkla Yaşayanlar, Elips Kitap En Yüce İnsan, Elips Kitap. Duruşunu Bozmayan Adam - Mehmet Akif Ersoy, Elips Kitap. Yusuf - Bitmeyen Sevdanın Romanı, MGV Yayınları. Bana Sana Ona Dair Öyküler, MGV Yayınları. Latîfeler-Hikmetler, Mevsimler Kitap; O’nun İzinde, Mevsimler Kitap Fâtıma –bir genç kızın kalbi- MGV Yay.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (1)

  1. 12 Nisan 2025

    Maşa Allah tebrikler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir