1. Anasayfa
  2. Söyleşi

Cemil Meriç Üzerine Ümit Meriç ile… “Babamın Son Sözü ‘Muhammed Sevgilim’ Oldu”

Cemil Meriç Üzerine Ümit Meriç ile… “Babamın Son Sözü ‘Muhammed Sevgilim’ Oldu”
0

Cemil Meriç denince aklıma gelen ilk isim muhterem kerimesi, Prof. Dr. Ümit Meriç Hocamız.

Ve hayırlı evlat, kendisini anne ve babasına adamış bir insan denince aklıma gelen ilk isim aynı zamanda. Veysel Karani’nin annesine olan itaati, bağlılığı nasıl ki biliniyor ve anlatılıyorsa Ümit Meriç Hanımefendinin babasına olan hizmeti, bağlılığı da bilinmeli, anlatılmalı ve örnek alınmalıdır. Sekiz yaşında başlayan bu hizmeti babası vefat edinceye kadar devam etti.

Yoğunluğuna rağmen bizlere vakit ayıran, sorularımıza cevap veren hocamıza insaniyet ailesi olarak çok teşekkür ediyoruz. Bu sohbette hem Cemil Meriç’i hem de Ümit Meriç’i yakından tanıma imkânı bulacağız. Kendisine sıhhat ve afiyetler diliyoruz.

Bugün Cemil Meriç üstadımızın vefatının 38. Yılı. Rabbimden sonsuz af ve mağfiret diliyoruz. Mekânı cennet olsun.

Cemil Meriç, yerli bir düşünürümüz, hakikat avcısı bir zekâ, marifet arayıcısı bir gönül sahibiydi. Tefekkür, tedebbür ve tezekkürün insanı getireceği güzel noktaları yaşamış bir mütefekkir. Sürekli okuyan, notlar alan, dinleyen ve zıtlıklar âleminde doğruları bulmaya çalışan bir münevver. Eserleriyle bizlere yol gösteren bir müellif.

– Cemil Meriç dendiğinde akla gelen ilk isim Ümit Meriç. Bunda sizin sadece onun kızı olmanızın ötesinde bir özelliğiniz var. Son nefesini verinceye kadar onunla oldunuz. Siz 7-8 yaşlarında iken merhum babanız Cemil Meriç gözlerini kaybetti. Onu hiç yalnız bırakmadınız. Babayla böyle anılmak, hayırlı bir evlat olarak bilinmek en büyük bir hazine. Ne dersiniz hocam?

– Muhterem Efendim, elhamdülillah Rabbim bana toplumsal açıdan büyük şerefler lütfetti çok şükür. Yani 11 yaşında profesör olmaya karar vermiştim ve o amacıma ulaştım. Daha büyük şerefler de hayatımda bana layık görüldü. 2010 Avrupa Kültür Başkenti danışmanlarından biriydim. Şu anda Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Politikaları Kurulu’nun üyesiyim. 6 yıllık bir çalışmadan sonra yeniden aynı görevi Sayın Cumhurbaşkanımız uygun gördüler. Velhasıl anne oldum, torun sahibi oldum. Bunların hepsi çok güzel lütufları Allah’ın.

Fakat sanıyorum bana sorarsanız en büyük şerefiniz nedir diye. Göğsümde, dünyada da ahirette de iftiharla taşıyacağım bir cümlesi var babamın, kalbimde mahfuz olan. Hastalığın son demleriydi. Felç geçirdi. Son iki buçuk üç yılında, biliyorsunuz yatağa mahkumdu. Yani hem gözleri görmüyor hem eli ve ayağı tutmuyordu. Hakikaten Helen Keller gibi büyük bir imtihan, ikinci bir imtihan. Kendisini ilk demlerde çok korkuttu. “Ben şimdi ne yapacağım?” dedi. “Babacığım siz hiç üzülmeyin, ben hep sizin yanınızda olacağım. Yine her zaman olduğu gibi elimden geldiği kadar size yardımcı olacağım.” dedim. O zamana kadar yüzü karanlıktı. Karamsarlığı çehresine vurmuştu. Emin olun gözlerimin önünde karamsarlığının geçtiğini, yüzünün pembeleştiğini ve masum bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. Ve rahat bir nefes verip “oh” diye sırtını yastığına dayadı.

Şimdi aslında benim yaptığım bir evlatlık vazifesi. Ne diyelim, katmerlenmiş bir evlatlık vazifesi, göğsümde iftiharla taşıdığım… Aslında ben hiç sormazdım babama. Yani gayet tabii bir şekilde benim hayatımın bir parçasından fazlası, neredeyse bütünüydü babamın hayatı. Ama o akşam sordum. Felçli olduğu zamanın son demleriydi. “Babacığım benden razı mısınız? dedim. O zaman şöyle, başını yastıktan hafifçe kaldırdı. Sol tarafındaydı felç. Sağ eliyle şöyle bir alnını taradı. Sonra elini indirip dedi ki:

“Ümit, eğer dünya kuruldu kurulalı bir baba evladından razı olduysa, o baba benim.”

Malumunuz bir hadis-i şeriften öğrendiğimiz üzere annenin bedduasına sütü mâni olurmuş. Ama babayla Rabbü’l-âlemin arasında perde yokmuş. Babaların duaları kabul edilirmiş hiç şüphesiz. Velhasıl ben bu açıdan çok bahtiyar bir evladım, baba duası almış bir insanım. Bütün okurlarımızın da fırsat ellerinde iken bu fırsatı ganimet bilmelerini ve tabii ki hem annelerinin hem babalarının duasını almalarını yürekten dilerim.

– Babanızın gören gözü, eli ayağı olmanız, kendinizi adeta ona adamanız ilk andan itibaren düşündüğünüz bir durum muydu? Yoksa doğal bir seyir mi? Bu durumun en keyifli ve en zorlu yanı neydi? Kendinize ne kadar özel zaman ayırabiliyordunuz? Bireysel hayatınızı kısıtlanmış olarak hissediyor muydunuz? Kendinize özel zaman ayırmayı nasıl gerçekleştirirdiniz?

– Efendim, bu planlandı mı? diye soruyorsunuz. Böyle bir tırnak içinde “babaya adanma” refleksi. Geçen gün bir televizyon programında da gündeme geldi. “Gençlerin hâlinden şikâyet ediliyor” dendi. Ben de şöyle dedim:

“Gençliği itham etmeden önce biz büyükler olarak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz çocuklarımıza, torunlarımıza ne ölçüde örnek oluyoruz acaba? Her açıdan, ahlaki açıdan, insani açıdan. Benim önümde böyle bir örnek vardı. O da şuydu 5- 5,5 yaşındayım. Yani henüz yeni okula başlamışım. Çünkü ben çok küçük yaşta okula başladım. Yatılı okula başladım, Şişli Terakki Lisesi’ne.

Fethi Paşa Korusu’ndan annemle Üsküdar’a indik. Çınar ağaçlarının gölgesinde yürüyoruz. Meydana geldik. O zaman tramvay vardı. Kadıköy Üsküdar tramvayı. Tramvay önümüzden dönerek iskeleye gidip orada durdu. O sırada vapurdan inen yolcular oldu. İçlerinden bir zatın elinde bir baston var. Gözlerinde kara gözlükler var ve mütereddit adımlarla yürüyor. Ben anladım, gözleri görmeyen bir insan. Nasıl yürüyor acaba diye kendi kendime düşünürken bizim mahallemizde bir hacı amcanın üç tane oğlu vardı. Birisi Necmettin abi o zaman herhalde üniversite talebesi, yeni talebe, birinci sınıfta ve yirmi yaşında ya var ya yok. Bir baktım Necmettin abi de vapurdan çıkanlar arasında. O âmâ zata yavaşça yaklaştı ve bir şeyler söyledi. Ben duymuyorum ne söylediğini ama anlıyorum. Yani “İsterseniz sizi arzu ettiğiniz yere kadar götüreyim efendim.” demiş olacak ki o âmâ zatın yüzünde bir tebessüm belirdi. Teşekkür etti. Necmettin abinin koluna girdi ve iskelenin karşısındaki Mihrimah Sultan’a, beraberce gittiler. Şimdi bu bir enstantane. Ama emin olun babam gözlerini kaybettiği zaman bu sahne gözümün önüne geldi.

Necmettin abi, o gün o zata yardım etmişti. O adamcağız titrek adımlarla yürürken, ne yapacağını bilmez durumdayken, bir abi, bir insan olarak ona yaklaşıp yardım teklif etmiş olması ne kadar güzeldi. Bu güzellik benim içimde öyle bir yer etmiş ki babam gözlerini kaybettikten sonra ben çok üzüldüm, ağladım. Ancak Necmettin abinin örneğinden, o küçücük yaşta gördüğüm örnekten hareketle 8 yaşında babam gözlerini kaybettiği zaman son derecede tabii bir refleks olarak babama yardımcı olmaya niyet ettim. O zaman okula gidiyorum, kış ayları. Ama yaz aylarında Fethi Paşa Korusu’ndaki evimizin önünde mermer merdivenlerde altımıza birer yastık koyup, babama Cumhuriyet Gazetesi’ni ya da Büyük Doğu’yu okumaya başladım. Bu benim için çok tabiiydi.

Elbette annem, ağabeyim, babamın hayatında yer alan öbür yakın çehrelerdi.

Annem zaten ayrı bir kahramandır. Onun babama hizmeti, dünyada pek az kadına nasip olmuştur. Hani ben nasıl baba duası aldımsa, annem de öyle zevcinin duasını almış olan bir melektir diyebilirim. Yaz aylarında babamın talebeleri geldiği zaman ben tabii çekilirdim. Babam, onlarla meşgul olurdu. Ama onlar gittikten sonra mesela bizimle bahçede oyun oynardı. Babam da “kuka” diye bir oyun oynatmıştı bize. Görmeyen gözleriyle oyunu tarif etmişti.

Babamın babalığı, hocalığı, arkadaşlığı hepsi birbirine karışmıştır. Bu açıdan tek bir kimliğimden bahsedemem babamın. Tabii aradan zaman geçti ve biz büyüdük. Ama o zamanın şartlarında biraz sıkı bir disiplin içinde büyüdük. Yani ben bir kız çocuğuydum zaten. O günün şartları içinde ailemin izninin dışında hiçbir şey yapmam mümkün değildi. Ama benden 21 ay büyük olan ağabeyime de babam izin vermezdi. Bazen mesela daha ileriki yıllarda Göztepe’ye taşınmıştık, Saint Joseph’ten arkadaşı gelir: Argun Yum. Sonradan mühendis ya da mimar oldu. Çok çalışkan bir arkadaşıydı abimin. “Hadi gel Mahmut Ali Caddebostan’a plaja, denize gidelim” diye abimi davet ettiğinde babam çok sinirlendi ve “ne münasebet gelip seni böyle evden alıp götürüyor” dedi.

Bu tabii kontrollü özgürlük prensibine biraz aykırı ama doğrusu benden çok abim bu hâlden rahatsız idi. Bense daima ailenin huzurunun devamı için annemle beraber elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Abim de isyankâr değildi ama kendine göre kaçamaklar buluyordu.

Mesela abim Paris’e doktora yapmak için gitmişti. Babamın orada bıraktığı bir küçük para vardı. Annemin de yardımıyla oradan bir araba aldı. Volkswagen. Onunla İstanbul’a geldi. Sonra bizi de gezdirdi. Bir akşam ağabeyim, iki kız arkadaşım, komşumuz, ki biri avukat oldu, öbürü de rahmetli oldu Yüksel diye bir arkadaşımız. Abim bizi Çamlıca Tepesi’ne götürmek istedi. Babam buna izin vermedi. Yani düşünün ağabeyimin arabası ile ben de o zaman asistanım Çamlıca Tepesi’ne gideceğiz. Abim ve iki kız arkadaşımız gitti, ben evde kaldım. Tabii üzüldüm, sıkıldım ama yine de sesimi çıkarmadan mûti (itaatkâr) Ümit olarak devam ettim.

Bu benim herhangi bir şekilde dışarıdan gelen bir telkinle içselleştirdiğim bir davranış değildi. Ben böyle olmayı tercih ettim. Bundan da hiç şikayetçi olmadım açıkçası. Tabii ki “kendi hayatımı” yaşayamadım. Ama kendi hayatımı yaşasam ne değişecekti? Hani bu kendi hayatı da tırnak içinde söylenmesi gereken bir tabir.

Bir itirazım oldu bir tek defa. O da ağabeyim Paris’te. Arabayla gelmişti, arabayla gidecek. 1971 yılı, ben 1969’da asistan oldum, iki üç yıllık asistanım. Abimle beraber Paris’e gitmek istedim. Ve pasaportumu falan hazırladım. Babam dedi ki:

“İstemiyorum gitmeni.”

Sabah kahvaltı sofrasındayız. Hiç unutmadım.

“Ben, Paris’e gitmeni istemiyorum senin abinin arabasıyla” dedi yine net olarak.

Ben de böyle bir an durdum ve dedim ki:

“Babacım ben Paris’e gitmek istiyorum ve Paris’e gideceğim!”

Bu benim tek isyanımdır. Hiçbir şey diyemedi. Çünkü diyecek hiçbir şey yok. Yani masrafları da kendim karşılıyorum ya da annem veriyor. Paris yolculuğunun başlayacağı sabah, annem elinde bir su kabı, yolumuzun açık olması için arkamızdan dökecek. Ben de abimle beraber ellerini öptük, öpüştük. Onlar bize hayırlı yolculuklar dilediler. Ama ikisi de nasıl hüngür hüngür ağlıyor arkamızdan. Onları böyle gözyaşları içinde bırakarak gittik. Zaten 21 günlük bir seyahatti o. Ondan sonra tabii ki bir sürü kitap aldım babama da yarayacak olan. Ve Paris’ten döndüm geldim.

– Belki dünyaya okumak, düşünmek ve yazmak için geldiğini düşünen bir insan, genç yaşta gözlerini kaybeder. Görememek ona nasıl yansıdı? Arayışlarının sonlandığı anda yeni bir âleme hazırlığı çok uzun sürdü mü? Sonrasında nasıl teskin oldu? Bunu kabullendi mi? Bu yeni durumu anneniz Fevziye Hanım nasıl karşıladı?

– Takdir buyurursunuz ki o zaman kütüphanemiz 3-4 bin kitaptı herhalde. Ama bütün hayatını, düşünceye, insanlığa faydalı olmaya ve önce kendi dünyasını aydınlatmaya adamış olan bir insan babam. Ve birdenbire elektrikler kesiliyor. Film sona eriyor ve sinema salonunun elektrikleri bir daha yanmıyor. Film bitmiştir ama elektrikler yanmamıştır. Bu çok zor bir durum. İnsanların kendi psikolojilerine uyarlayabilecekleri bir felaket. Tabii ki babamın, kabul etmesi çok zor oldu. Günlerce ağladı. Bizim de söyleyecek pek bir sözümüz yok. Tedavi imkânı, çok ufak bir ümit. Hem fiziksel olarak herhangi bir müdahaleyi kabul etmeyecek kadar ışığını kaybetmiş hem tıbbî imkân olsa da paramız yok.

Babam bu yeni durumu çok zor kabullendi. Hatta “intihar edeceğim” demeye başladı bize. Biz yaz akşamları Üsküdar’daki açık sinemalara giderdik. Yine böyle bir yaz akşamı yürüyerek evimizden Fethi Paşa Korusu’ndaki, o muhteşem Köşk’ten yürüyerek Üsküdar iskelesine geldik. Mihrimah Camii’nde değil, Yeni Valide Camii, Hatice Sultan’ın Camii’nde avluya girdik. Yürümek istedi babam. Ağlıyordu. Annem, “siz biraz uzaklaşın, oynayın uzakta” dedi. Ben babamın hıçkırıklarla ağladığını duyuyordum. Babamla annem konuşuyorlar. Fıs fıs fıs fıs fıs fıs.

Daha sonra öğrendim ki annem ona şunu demiş:

“Cemilciğim, diyelim ki sen intihar ettin, kurtuldun ama biz ne olacağız? Ben ne olacağım? İki tane küçük yavrumuz var, onlar ne olacak? Böyle düşüncelere kendini kaptırma. Sen, çok zeki, hafızası gayet kuvvetli bir insansın. Ben sana okurum, çocuklarım okur, öğrencilerin okur. Sen kitaplarını ondan sonra yazmaya başlarsın. Emin ol ki hayat bu şekilde çok güzel olarak devam edecektir hepimiz için.”

Bu muhavere birkaç kere daha tekrarlandı ve annem babamı hayata bağlamayı başardı.

– Sizin için hem baba hem de hoca oldu merhum Cemil Meriç. Oyun havasında dil öğretti, okumalar yaptırdı, yönlendirdi, sizi yetiştirmeye çalıştı. Bunun sizin üzerinizde tesiri nasıl oldu? Bir ömür onunla olmanızda bunun etkisi var mıdır? Bu anlamda şimdiki babalara neler tavsiye edersiniz?

– Evet, bizim ilişkimiz tek boyutlu değil. Onun özellikleri çok boyutluydu. Aslında babam öfkeli bir hocaydı. Yani ilkokuldayken bu öfkeden nasibimi aldım. Ben zaten çok küçük yaşta gitmiştim. Yatılıda okuyorum. Okumayı öğrenememişim ama baştaki sayfaları ezberlemişim. Babamın o zaman gözleri de görüyor. Baştan okuttu bana alfabeyi. Tamam. Takır takır ezberden okudum. Birkaç sayfa sonra daha öğrenmediğim yere gelince ben tabii tökezledim. Babam anladı, öğrenmediğim ama ezberlediğim anlaşıldı. Bunun üzerine çok öfkelendi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Her insanın öfke nöbetleri olabilir. Saçımdan bir tutam tutup çekti. Hem canım çok acıdı hem de haysiyetime çok dokundu. Ben ağlayarak öbür odaya gittim. Annem geldi beni teselli etti:

“Yavrum bak, sen daha çok küçüksün, yatılı okuldasın. Ama akıllı bir insansın sen hemen öğrenirsin okumayı. Ben sana çok kısa zamanda öğreteceğim, sen de ondan sonra güzel güzel okuyacaksın.”

Ve hakikaten haftada iki gün, Şişli Terakki Lisesi’nin arkasında ahşap bir bina vardı. Caddeye bakan bir paşa konağı ve at nalı şeklindeydi. Bir kagir yeni bina vardı, ilkokul kısmı orası. Hem sınıflar hem yemekhane hem yatakhane. Annem haftada iki gün geldi ve bana kısa sürede okumayı öğretti. Bu şekilde yıllar boyunca kitap okumalarım, babamın gözleri olma kimliğim başladı. Aslında benim ilk hocam hep annem olmuştur. Okumayı annem öğretti. Fransızcanın başlangıcını annemden öğrendim. Eski harfleri, Arap harflerini de annemden öğrendim. Babam önden anneme öğretmenliği devreder. Annem beni belli bir seviyeye getirdikten sonra kendisi beni devralır. Yani aslında ilk öğretmenim annem. Ondan sonraki öğretmenim babamdır diyebilirim. Bu arada babam bana Fransızca öğretirken de zaman zaman hatalar yaptığımda çok sert tepkilerle karşılaşırdım. Ama artık o da belki bir öğretme yöntemi. Sonunda öğrendim öğrettiklerini. Bu da en çok babamın işine yaradı.

– Ev ortamınız nasıldı? Anne baba ve çocuklar olarak iç iletişiminiz hakkında neler söylemek istersiniz?

– Tabii bir ömür boyu babamla beraber yaşamak, onunla okumak, onun söylediklerini yazmak, tekrar okumak, tekrar yazmak aslında bende bir çalışma alışkanlığı, zamanı boş geçirmeme kararını yarattı. Ben hakikaten beşikten mezara kadar ilim tahsil etmek isteyen bir insan kıvamındayımdır. Bir şey öğrenmediğim gün kendimi rahatsız hissederim, mutsuz hissederim. Nitekim babam için de en kötü gün, “evladım bugün, tek satır okumadık” diye kapanan günler idi.

Babamın hocalık vasfı, annemin hocalık vasfı, halamın hocalık vasfı, teyzemin hocalık vasfı vardı. Ailemin birçok ferdi öğretmendi. Bende hem genetik olarak hem çevre olarak öğretmenliğe karşı ilgi oluştu. Daha en başından ilkokul 5’te iken verdiğim bir karar oldu. Yani meşhur Mevlevi teşbihi ile söylersek sağ elimle Hakk’tan alıp bilgiyi sol elimle halka dağıtmak. Bugün de 78 yaş beş aylığım, bunun için yaşadığımı söyleyebilirim. Hem öğrenmek isterim, mutlaka her gün yeni bir şey, hem de öğrenir öğrenmez çevreme döner, onları da aynı bilgiyle donatmak isterim. Velhasıl bu öğrenme aşkı bende babamdan geçen en önemli haslet oldu sanıyorum. Bir de hani bazen sorarlar “Efendim Türkiye niye bu halde? Böyle işte, bir sürü aksamalar var” diye. “Evladım ciddi değiliz” derdi.

Babam ciddi bir insandı. Ben de ömür boyu ciddi bir insan olmaya gayret ettim.

– Hem asabi adam hem de mizahi yönü olan bir adam. Asabiyeti gözleri görmedikten sonra mı başladı? Mizahı ile bu asabiyetini örtmeye mi çalışıyordu yoksa fıtraten var olan bir durum muydu? “Senin sesin benim ışığım” diyen bir baba ile okumalarınız nasıl olurdu? Sadece okumakla işiniz biter miydi? Yanlışlarınızı bulur muydu?

– Mizacının asabi mi yoksa mizahı seven bir yaradılışta mı olup olmadığı meselesinde şunu söyleyeyim. Babam genelde neşeli bir insandı. Bizimle güreşirdi, salonun ortasında. Hatta bazen abimle ikimize, “birlikte saldırın bana” derdi. Çelme takmayı öğretmiştir bize. Velhasıl, baba, evlat ya da üstad-tilmiz ilişkimiz kadar oyun arkadaşı ilişkimiz de var.

Okumalar, bir başka örneği olmayan ilişki biçimiydi. Babam okumak için yaşıyordu, ben de okumak için yaşıyordum. Babam yazmak için yaşıyordu. Ben de onun söylediklerini yazmak için yaşıyordum. Velhasıl son derecede yoğun, cumartesi pazarı olmayan, sabah 9’dan akşam 5’e kadar süren çok yoğun bir çalışma ibadeti içinde geçti hayatımız.

Yanlışımı daha çok annem bulurdu. O, Türkçe telaffuz hatalarına hiç tahammül edemezdi. Hem benim hem üniversiteden gelen genç çocukların, Anadolu’dan gelmeleri sebebiyle bazen telaffuzlarında hatalar olurdu. Babam onları düzeltmezdi ama annem hemen anında müdahale eder ve doğrusunu söylerdi. Bu arada mesela lise son sınıfta beni Fransızcaya başlattığı zaman, yani üç ayda ne kadar öğrenilebilir ki Fransızca gibi bir muhteşem tarihi olan, edebiyatı olan, felsefesi olan bir dil. Aslında üç ayda çok ciddi yol aldım ama ona rağmen bazen okurken okuma hataları yapardım. Yazılıp okunmayan harfleri okur, telaffuz hataları yapardım. Metne başlangıç döneminde tam hâkim olamadığım için bazen okunmaması gereken yerleri de okurdum. O zaman çok sert bir tepki verirdi. Ne dediğini söylemeyeyim.

– Tabi Cemil Meriç gibi bir üstadın kızı ve talebesi olmak kolay değil. Farklı bir şey sorayım: Hiç merhum babanızla Hatay’a gittiniz mi? Hatay’ın sizde bir heyecan uyandıran yönü var mı?

– Elbette ben Hatay, Antakya bölgesini, özellikle Kur’an-ı Kerim’de de zikredildiği için çok severim. Aslında bir akraba fukarasıyım. Yani annemler altı kardeş fakat sadece annemin iki çocuğu olmuştur. Ama Hatay’da durum öyle değil. Orada pek çok yeğenim var elhamdülillah. Benim küçük halam iki kere evlenmiştir. İlk eşinden iki, ikinci eşinden beş çocuğu var. Yedi çocuklu bir anne. Dolayısıyla çok küçükken Hatay’a gittiğimizde de hatırlayamadığım kadar eski bir dönemdi. Akrabaların lezzetini, bize nasıl kollarını açtıklarını daha sonraki gidişlerimde de hep yaşadım o sıcaklığı, akraba sıcaklığını. O ilk gidişlerimiz yani benim hatırlamadığım zamanları, annem sonradan anlatır gülerdi. Köy evi, gerçi Ağa’nın evi ve tam bir ağa. Ağalık vermekle olur aslında. Rahmetli eniştem de böyle ağa olan bir zat idi. Ben anneme dışarıda olan tuvaleti göstermişim. “Anneciğim burası ineklerin helası mı?” diye sormuşum. Yani o kadar küçüğüyüm. Hatay’a biz de giderdik ama daha çok halam gelirdi.

Büyük halam, küçük halamın da geldiği olmuştur. Büyük halam geldiği zaman beraberinde yeğenlerinden bir ya da ikisini de getirirdi. Bu şekilde akrabalık ilişkimiz sadece Hatay’da değil İstanbul’da da devam ederdi. Gelirken de Hatay’dan bir sürü, güneşte pişmiş şekerpare reçelleri, tuzlu yoğurtlar, ince bulgurlar filan da getirirdi. Babam da pek mutlu olurdu. Bulgurla yapılan sarma içini çok severdi. “Evladım bugün bana sarma içi yap” derdi. Yaz günlerinde defaatle söylemiştir, ben de yapmışımdır.

Demek ki Hatay akraba cenneti olması hasebiyle enteresan, cazip ve tabii çok daha yıllar sonra gidip Hatay’a, Lamia Hanım’la babamın bir otel lokantasında tanışmış olması dolayısıyla, Antakya ikinci bir defa daha hayatımıza girmiş oldu. Lamia Hanım orada lisede öğretmendi. Sonra İstanbul’a tayini çıktı. Ama babamın hayatına Lamia Hanım Antakya üzerinden girmiş oldu.

– Bir baba olarak size olan sevgisi çok özeldir muhakkak. Hem kız çocuğu oluşunuz hem de onunla bir ömür devam eden birlikteliğiniz, çok kıymetlidir muhakkak. Bunu size yansıtır mıydı? Çok mu gizlerdi? Gizler miydi? Bir kıskançlığa yol açar mıydı?

– Babam sevgisini yansıtır mıydı? Aslında evet yansıtırdı. “Tokalon” derdi bana. Mesela ben kısa bir süreliğine yazıhanenin başından kalkıp bir iş için mutfağa gitmişsem bana şöyle seslenirdi.: “Tokalon, tokalon, tok, tok, tokalon, tokalooon…” Özellikle felç olduktan sonra ısrarla yanında olmamı hep ister idi. Tasavvur buyurun, bir kütüphanesi olan ve dört yaşından beri okuyan bir insan 38 yaşında gözlerini kaybediyor. Allah kimseye böyle bir tecrübeyi yaşatmasın. Hiçbirimizin tasavvur edemeyeceği bir facia. Buna babam hiç alışmadı aslında ama kendini narkozladı, kitaplarına verdi.

Evet, sevgisini yansıtırdı. Dediğim gibi ben de yansıtırdım. Yani güreştiğimiz gibi kucağına oturup kollarımı boynuna sarardım. Derin derin öperdim. Öyle havadan değil, yalancıktan değil, sahiden böyle. Hani ciğerine kadar hissedebileceği, derin derin yanaklarından öperdim babamı. Bazen makas alırdım yanaklarından ya da çenesinden. Kol güreşi yapardık mesela. Yani bunlar normal baba çocuk ilişkisinde çok rastladığımız hususlar değil.

Babam hakkında benimle ilk röportajlardan birini rahmetli Profesör Abdülkadir Karahan yapmıştı galiba radyo için. Bana “babanızı sever miydiniz?” diye sormuştu. Ben de ona şu cevabı vermiştim:

“İlkokul 3’te iken babamın gözlerini kaybettiği sene arkadaşlarım bana sorarlardı, “En çok kimi seviyorsun.” diye. “Ben de en çok Allah’ı, sonra peygamberi, sonra babamı, sonra annemi, sonra abimi seviyorum.” diye cevap vermiştim. Babamın, annemin önüne geçmiş olması ilginç bir tespit. Yani muhtemelen babamın gözünü kaybetmiş olması dolayısıyla ona herhalde çok üzülüyordum ve onu severek, her şeyden çok severek hayata bağlanmasını kolaylaştıracağımı zannediyordum.”

– Sevgi sıralaması çok dikkat çekici hocam. Peki efendim, hafta içi ve hafta sonu, bir gününüz nasıl geçerdi?

– Hafta içi hafta sonu fark etmezdi ama pazar günü çıkmayı hiç sevmezdi. Çünkü çok kalabalık olurdu dışarısı. “Evladım pazar günü erazil-i eşhas ortadadır” derdi. Hafta içinde hemen herkesin bir meşgalesi olduğundan pazar günleri bize gelme günüydü. Cumartesi, pazar aslında bizim babamızın dostlarını kabul ettiğimiz günlerdi ama dediğim gibi pazarları pek çıkmazdık. Sadece çeşitli dostlarımızla dışarıda buluştuğumuz, beraber akşam yemeğini yediğimiz de olurdu.

Mesela Celal Sılay ve eşi Nermin Hanım’la Beyoğlu’ndaki Rusların lokantasında, Rejans’ta buluşurduk. Ya da ben hafta içlerinde babamı Kadıköy’deki Hacı Bekir’e götürürdüm. Orada Salih Zeki gibi bir şair, Emin Ali Çavlı gibi bir tarihçi ve başka zevat bulunur idi.

Bu arada mesela Necip Fazıl Bey’in Erenköy’deki evine gittik. Biz hep yürüyüş de yaptığımız için akşam beşten sonra babamla, iki kere Necip Fazıl Bey’in evine gittiğimizi hatırlıyorum. Annem de vardı. Neslihan Hanımefendiyi de tanımış oldum. Necip Fazıl’ın evinde dikkatimi çeken babama çok büyük bir muhabbet gösterirdi. Babam da ona öyle. Yani hakikaten çok fazla görüşmemiş olmalarına rağmen mütekabiliyet esasına dayalı bir hürmet ve muhabbetleri vardı. Neslihan Hanım hizmet etmiyordu. Bir delikanlı garson vardı. Evde garson ilk defa gördüm. Yani çayımızı, pötibörleri filan o garson getirip götürüyordu. Necip Fazıl’ın o Erenköy’de bahçe içindeki meşhur iki katlı evinde dikkatimi çeken bir husus bu olmuştur.

Yine böyle beraber yürüyerek gittiğimiz, benim liseden Fransızca öğretmenim olan, Hikmet Gökalp’in Bostancı civarındaki Çatalçeşme’deki evi idi. Hikmet Bey, hanımı Emine Hanım ilkokul öğretmeniydi. İki çocukları vardı, büyük oğlu Altan Gökalp, sonradan Fransa’ya gitti zaten bütün aile. Kendisi de profesör oldu, antropologtur. Alevilik üzerinde çalışmıştır Fransa’da. Kızının akıbetini çok iyi bilemiyorum ama babamın Hatay’dan tanıdığı bir arkadaşıydı Hikmet Bey.

Kemal Tahir’e giderdik. Kemal Tahir bize gelirdi, Necip Fazıl’ın da bize bir kere geldiğini hatırlıyorum. Server Tanilli’nin evi bize çok yakın oldu bir müddet sonra. Onun da evine giderdik. Hatta Lamia Hanım’ın mektupları oraya gelirdi. Berke (Vardar) abiler Serdar-ı Ekrem Sokak’ta, Doğan Apartmanı’nda otururlardı. Aynı binada Şevket Rado, Erol Simavi, Kasım Gülek de oturmuştur. Ayrıca ilk kadın mimarlarımızdan Mualla Eyuboğlu Anhegger de o apartmanın sakinlerinden idi.  At nalı şeklindeki kagir binaydı, tarihi yarımadanın çok güzel bir manzarası vardı oradan. Berke Vardar, babamın Işık Lisesi’nden talebesi. Hanımı Engin abla İlhami Cıvaoğlu adlı bir kimya profesörünün kızıydı. Hiç unutmam onun zarafetini. Hepsi vefat etti. Engin abla, annem tansiyon hastası olduğu için o dönemde tuzsuz yemesi lazım geliyordu. Bizim geldiğimiz akşamlar hemen aceleyle beyaz peyniri sıcak suya koyar, onu birkaç kere değiştirir, öyle anneme getirir idi. Ali Özgüven, babamın talebelerinden, o da rahmetli oldu yakın zaman önce. Onların evi Eyüp Sultan’daydı. Ali abi de bizi evine davet etmişti. Dul hanımın çocuğuydu. Babası Rizeliymiş, annesi ayrılmış İstanbul’a gelmiş. Defterdar’daki fabrikada işçilik yaparak oğlu Ali abiyi okutmuş. Hayatımda İstanbul’da gittiğim tek elektriği olmayan ev orasıydı. İdare lambası altında yemek yemiştik.

– Yazı yazma sürecine nasıl destek verirdiniz? Azar işittiğiniz, hata yaptığınız olur muydu? Bir eserin, makalenin, tercümenin doğumuna şahitlik etmek nasıl bir duygu? Sizi nasıl etkiledi kişisel ve akademik hayatınızda…

– Hafta içi esas olarak, en hazır kıta olan okuyucu bendim pek tabii. Her an aynı evin içindeydik. Fakat benim üniversite talebesi olduğum yıllarda, ondan sonra asistan olduğum yıllarda yani üniversitede ders almak ya da ders vermek için gitmek mecburiyetinde olduğum yıllarda, babama gelen yeni asistanlar oldu. Nurcu çocuklar vardı bunlar arasında. Tarihten, felsefeden, Türkoloji’den gelenler vardı. Mesela pek çok eseriyle düşünce hayatımızda yeri olan Mustafa Armağan, babama gelip okuyan gençler arasındaydı. Muammer Muştu felsefedeydi, Konyalıydı. O da babama gelen gençler arasındaydı. Dergâh ekibi gelirdi, yani Ezel Elverdi, Mustafa Kutlu ve arkadaşları. Demek ki evimiz aslında sık gidip gelinen bir ev idi. Ve her dem misafir kabule hazırdı. İşte özellikle benim üniversitedeki talebelik ve hocalık dönemimde ben sabah çıkarken talebe gelirdi. Yani babam hiç boş kalmazdı.

Önce gazeteler okunur. O zaman Yeni Devir gazetesi falan geliyor. Dergiler okunur. Bir zamanlar Fransa’dan gazeteler gelirdi. Nuvel Literer diye mesela çok makbul bir edebiyat dergisi vardı Fransa’dan gelen. Bir de siyaset dergisi vardı, Le Monde Diplomatique. Ayda bir geliyordu zannediyorum. Velhasıl postadan gelen gazeteler, dergiler, yerli ya da yabancı yayınlar, yazıhanede üst üste konur. Eğer ben okuyacaksam ben okurum. Eğer talebe geldiyse o okur. Önce bir kere gazeteler ve eğer asistan Fransızca biliyorsa o Fransızca dergiler okunur. Ondan sonra “hadi evladım koy bakalım daktiloya kâğıdı” denir ve daha önce yapmış olduğu hazırlık yani hangi konu üzerine çalışıyorsa onunla ilgili olarak almış olduğu sayfalarca not tekrar okunur, bazılarının kenarı çizilir. Sonra oralar önem sırasına göre daktilonun şeridinden Cemil Meriç’in cümleleri olarak çıkar. Tabii ki bu çok ciddi bir mesai ama sonunda da nur topu gibi bir yazılmış olur. Daha sonra elhamdülillah bunların hemen hemen hepsi kitap hâline geldi. Elbette ki eserin doğumuna şahit olmak çok güzel, çok zevkli. Babamın hayatımdaki yeri her türlü tavsifin ötesindedir.

– Sizi nasıl besledi metinlerle? İnanç için başlangıçta bir yönlendirme yapmadı. Ama sonraları nasıl davrandı? İslamiyet ile ilgili olarak siz mi, o mu sizi etkiliyordu?

– Bir gün, Göztepe’deki evimizden çıktık. Caddebostan’da dayımın plajına yürüyoruz aşağı asfalt yolu, denize paralel. O sırada postacı geçmiş, ben ona selam vermemişim. Babam o varacağımız noktaya kadar bana selam vermenin ne kadar önemli olduğunu, zarif bir insan olduğuma inandığı hâlde postacıya selam vermememi büyük bir kabalık olarak değerlendirdiğini hiç çekinmeden ifade etti. Yani bazı konularda hatalarımı asla affetmez ve mutlaka tashih için söylerdi.

Tabii ki akademik hayatımda etkisi çok oldu.

Babamın ilgileri istesem de istemesem de benim ilgilerim oldu. Dolayısıyla konulara girdikçe ben de o konuları sevmeye başladım. Bana Fransızca öğretmiş olması, sosyal bilimlerle ilgili okumalar yapmış olmam, beni de sosyal bilimlere ve sosyolojiye yakınlaştırdı. Nitekim filolojide üçüncü sınıfa geçtiğim zaman, Fransızcayı tam öğrendim. “Bunu memleketinin hayrına kullan, sosyolojiye geç” dedi. Ben de hiç tereddüt etmeden geçtim. Ama acaba babamın kızı olmasaydım, böyle bir okuma bagajı arkamda olmasaydı sosyolojiyi seçer miydim? Bu hâlâ cevabını tam veremediğim bir sorudur. Ama muhakkak olan şu ki babamın kütüphanesinde benim için eksik olan raflar vardı. Aldığım ilk maaşla Kadıköy Adliyesi’nde bulunan bir sahaftan iki ciltlik Fransızca Dünya Sanat Tarihi kitabı aldığımı hatırlıyorum. Sosyolojiyi tercih etmem, babamın tavsiyesidir. Hiçbir zaman pişman olmadım. Ama tatmin olmamış, tecessüs noktalarım var. Ona da bir biçimde kendi başıma çalışmaya başladığım için, babamın vefatından sonra, Allah rahmet eylesin, tatmin etme imkanını da kısmen buldum.

Bu İslamiyet meselesi, o mu sizi siz mi onu etkilediniz? Tabii ki yani dini konularda terbiye ve telkin büyük bir önem arz etmektedir. Ama ben burada genetik hafızaya da çok inanıyorum. Yani dedemin dedesi Dimetoka müftüsü. Dedem hacı yani genetik olarak benim yapımda dindarlık var muhakkak ki. Evet, biz size dininizi öğretmeyeceğiz dediler, öğretmediler de. Ama ben Nadide Halam geldiği zaman yani ailede muntazam namaz kılan bir tek onu görmüştüm. İşte o namaz kılarken ben de küçücük halimle hemen abdest alıp onun yanında namaza durmuştum. Dolayısıyla tabi bu çok uzun bir konu. Ama mesela benim bu eski oruçlarımı kaza ettikten sonra geçtiğim nafile oruç böyle sekiz yüzüncü günlere filan gelince, böyle her gün oruçluyum. “Orucum bugün” diyorum. Annem yemeği hazırlıyor. Yazıhanenin bir tarafındayım. Babam gidiyor yemeğe oturuyor. Ben yazıhanenin başından kalkmıyorum. Sonunda “bu ne orucu evladım? Evliya mı olacaksın” diye bir isyan yaşadı bana karşı.

Sonraları mesela namazı uzun yıllar kılmamış olduğu için Allah affetsin yani bazı şeyleri bilmemek, bilmekten iyidir ama. Sonradan bendeki namazla beraber olagelen büyük değişiklik yani asabiyetimden uzaklaşmam, belli bir sükunete erişmem, onu çok memnun etti. Namaz kılmama memnun oldu. O arada Nurcu çocuklar da geliyor gidiyorlar, Risaleler okunuyor. Ben tabii Cevdet Paşa üzerinde çalışmışım. Kıblem Batı’dan İslam’a dönmüş. O dönemde “Ümit” dedi “sen imamım ol, ben arkanda namaz kılayım.” Ben öne geçtim. Yüksek sesle namaz kıldırdım babama. Ondan bir müddet sonra babam bana imamlık yaptı.

O arada gördüğüm bir şey dikkatimi celp etmiştir. Tahiyyat’ta “eşhedü en lâ ilahe illallah” derken şehadet parmağı kaldırılır ya. Baktım babam şehadet parmağını kaldırıyor. Yani arkadayım ama yan arkasındayım. O dikkatimi çekti. O zaman anladım ki babam zaten dedemle beraber Antakya Ulu Cami’ne ya da Habibü’n Neccar’a ya da başka yerlerdeki camilere gitmiş ve orada Tahiyyat’ta şehadet parmağının o şekilde havaya kaldırıldığını görmüş. Biz beraber namaza başlayınca hafızasının derinliklerinden bu güzel hal, kendisini ona hatırlatmış. Tabii ki ben dinî metinlere, başta Kur’an mealleri olmak üzere Kütüb-ü Sitte’ye başlayınca zaman zaman ona da okuyordum. Ya da mesela radyoda o sırada mevlit oluyordu. Kandil akşamları mevlidi dinliyor ve babamın teybine kaydediyorduk. Kani Karaca’yı çok severdi. Ona da rahmet olsun.

Burada yani tek taraflı bir etkiden söz etmek mümkün değil. Babamın da genetik kodunda benim de genetik kodumda olan dindarlık vasfı Rabbimin lütfuyla su yüzüne çıkmıştır. Babamın en son söylediği cümle “Muhammed sevgilim” olmuştur. Yani bu gerçekten çok önemli. Allah hepimize böyle bir hitam nasip etsin. Kulaklarıma inanamadım. Yani ben bir telkinde bulunmadım. Onun zaten şuuru yarı kapalıydı. Ama son nefeslerinin birinde, belki ondan sonra en fazla altmış kere nefes alıp vermiştir; bu her müminin gönlünde yatan cümleyi telaffuz etmiş olması beni gerçekten çok bahtiyar etmiştir.

– Gençler için Cemil Meriç ne ifade eder? Sizce gençler yeterince haberdar mıdır? Merhum Cemil Meriç’e ülke insanı acaba yeterince sahip çıktı mı? Anadolu Mektebi okumalarında var Cemil Meriç. Ancak sormak istiyorum yine de Cemil Meriç yeterince okunuyor mu? Bunun için ne yapılmalı? Okullarda fikirlerinin takibi için neler yapılabilir?

– Efendim gençler için Cemil Meriç. Evet şimdi gençler deyince çok amorf bir kitle. Her türlü gencimiz var. Yani uyuşturucu kullanan, sigara içen, efendim otobüste büyüklere yer vermeyen, okumayı gereksiz mecburiyet olarak telakki eden, kitapla ilgisi olmayıp Play station oynayan bir gençlik var. Şüphesiz bütün gençlik böyle değil. Ve ben eminim ki doğru yol gösterildiği zaman memnuniyetle ve çabucak oraya girecek bir genç kitle var Türkiye’de. Tabii ki son yirmi üç yılın Türkiye’si ondan önceki yıllara göre çok farklı bir Türkiye’yi gündeme getirdi. İmam Hatiplerin açılmış olması, Kuran kurslarının yasallaşması, Diyanet’in faaliyetleri, özellikle İstanbul’un, ellilerden sonra dindarlaşması ve yeni kuşakların artık İstanbul’da doğmaya başlaması çok ana hatlarıyla çizdiğimiz bir değişiklik oldu.

– “Pencerelerimizi hem batıya açmalıyız hem doğuya. Ama önce kendimizi tanımalıyız.” Gençler kendimizi nasıl tanıyacak, nereden başlayacak hocam?

– Şimdi gençler Cemil Meriç’i tanıyor mu? Bazıları hiç tanımıyor. Geçenlerde tesadüfen yetmiş yaşında bir tarih öğretmeniyle karşılaştım. Zaza tarihi hakkında bir de kitap yazmış imzalayıp bana verdi. Babamın adını duymamış. Ama geçen gün misafirlerim vardı. Üsküdar’dan Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin önünden bir taksiye bindik. Şoför beni sesimden tanıdı. Beni televizyondan tanıyor, babamın da kitaplarını okumuş. Bu sebepten yani gençler ne kadar tanıyor bunu tespit etmek için Türkiye çapında bir araştırma yapmak lazım. Ama Bu Ülke kitabı, elli yılda yetmiş baskıyı yaptı Türkiye’de. Bu kadar tefekkür sahasında çok okur bulmuş olan bir başka kitap var mı ben bilmiyorum. Yani romanlarda çok baskılar oluyor ama bir fikir kitabı için sanıyorum bu zirvedir. Okullarda okutuluyor. Evet bazı lise kitaplarında seçme parçalarına rastladım. Hatta üniversite giriş sınavında Cemil Meriç’ten bir alıntı üzerinden bir soru üretilmişti.

Gençlerin Cemil Meriç’i tanıması aslında bence çok zor değil. Basın dünyasını takip eden bir insanın kütüphanesinde muhakkak bir Cemil Meriç kitabı vardır. Artık neredeyse üçüncü kuşak Cemil Meriç okurları geliyor. Bir anneden babadan gelen Cemil Meriçcilik var. Bir de okuldan gelen bir aşinalık var.

– Cemil Meriç arayışları tabi bir süreçte mi yürümüştür? Batı, doğu, sosyalizm, İslam… Bu arayışlar bana Hz. İbrahim’in tevhidî arayışlarını hatırlatıyor. Önce yıldıza, sonra aya daha sonra güneşe meyletmesi ve en sonunda Allah’ı bulması. Cemil Meriç’in arayış ve sorgulayışları, sonunda nerede ve nasıl sonlandı?

– Cemil Meriç’te insanlar samimiyet buldu. Bir fikir rehberi buldu. Cemil Meriç, Rodos Heykeli gibi bir ayağı Asya’da diğer ayağı Avrupa’da olduğu için, sadece Batı’nın zirveleriyle tanışmamızın bizim kültür dünyamızın inşasına yetmeyeceğini dile getirdi eserleriyle. “Avrupa Asyalılaşırken, Asya da Avrupalılaşıyor” sözü vardır babamın. Asya’nın binlerce yıllık medeniyetinin tanıtımını yapması çok önemliydi. Batılılaşmanın esas alındığı dönemde, Cemil Meriç’in, Asya’nın medeniyet haklarını savunmasını, günümüzün tabiriyle söylersek, global bir refleks olarak değerlendiriyorum. Tabi “Bu Ülke” idi Cemil Meriç’in tasası. Bu ülke Ümrandan Uygarlığa tenezzül etmişti. Şimdi de Kültürden İrfana yükselmenin zamanıydı. Bu mesajını bizlere kitaplarında veriyor.

– Etrafında zıt kutuplardan insanlar var. İslamcısı, milliyetçisi, liberali, demokratı, nurcusu, muhafazakarı, dönem dönem yanında. Ne buldular bu insanlar?

– Cemil Meriç’in bu fikri yobazlıktan uzak tavrı, arayış içindeki gençliğe, cazip geldi. Meriç evet, Türkçü, milliyetçi, sosyalist bir dönemi var. Sosyalist dönemi hep sürmüştür. Saint Simon hakkında da yazmıştır. Ama tabi asıl onun günümüz Türkiye’si açısından önem taşıyan tarafı, kendimizle tanışma sürecini gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu süreç son dönemlerde kurulan okullarla, yapılan yayınlarla çok ciddi manada gerçekleşmektedir. Tohumlar toprağa atılmaktadır, filiz de vermektedir. Ama bu filizlerin topraktan başlarını çıkarabilmeleri için belki alfa kuşağını değil beta kuşağını beklememiz gerekmektedir.

Cemil Meriç’in Türkiye’de okunduğunu biliyorum. Daha da okunması için temennide bulunuyorum. Cemil Meriç’in üslubu, kelimeleri, düşünceleri bir biçimde yeni yetişen kuşakların zihinlerinde yerini buluyor.

– Anne ve babaları hayatta olan evlatlara ne tavsiye edersiniz?

– Annem 1983’te babam 1987’de vefat etti. Ben uzun süre her ikisinin de yanında kalmış bir evlatlarıydım. Anne baba ölümü çok acı. Şunu itiraf edeyim, hayatım boyunca hem anneme karşı hem de babama karşı bir evlad olarak yapılması gereken görevlerin hepsini mükemmelen diyemem ama büyük ölçüde yerine getirmiş olan bir insan olarak, anne ve baba duası almış bir insanım. Dolayısıyla anne ve babalar hayattayken onların dualarını almak için yeni kuşakların ellerinden gelen bütün sorumlulukları yerine getirmesi gerekir. Önce anne ve babayı mutlu edip, onların dualarını alacak kadar mutlu edip hayatta onların öneminin idrakine varıp bu idrakle hayatta olmalarının saltanatını sürmelerini tavsiye ediyorum.

– Peki efendim, çok teşekkür ediyoruz. Sizlere zahmet verdik. Ancak İnsaniyet ailesi için güzel bilgiler, değerlendirmeler oldu. Rabbimden sıhhat ve afiyetler diliyorum. Üstad Cemil Meriç’e de rahmet diliyorum.

– Bu vesileyle sevgi ve hürmetlerimi kabul buyurmanızı rica ediyorum. Çalışmalarınızı takip ediyorum. Allah sizlerden razı olsun. Rabbim bütün okurlarımızın geçmiş büyüklerine rahmet eylesin, bizlerin de arkasından dua edecek evlatlar yetiştirmemizi nasip eylesin.

1965 yılında Gaziantep’te doğdu. Nizip İmam-Hatip Lisesini 1983’te bitirdi. Aynı yıl Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girdi ve 1987’de mezun oldu. Hatay-Dörtyol, Erzurum-Köprüköy ve Nizip Anadolu İHL’de öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Eğitim yönetimi, din öğretimi, öğretmen yetiştirme gibi alanlarda, MEB Şurası’nda özel ihtisas komisyonu üyesi olarak çalışmalarda bulundu. Hâlen Millî Eğitim Bakanlığında çalışmaktadır. Gül; öğrencilik yıllarından itibaren yazı çalışmalarında bulundu. Diyanet Çocuk, Yeni Dünya, Genç Doku, Anadolu Gençlik, İlk Adım ve Turuncu dergilerinde, Akit, Millî Gazete ve Milat gazetelerinde pek çok yazı, makale yazdı ve röportajları yayımlandı. Yazı çalışmalarının yanı sıra, sosyal etkinliklerde de yer aldı. Türkiye Yazarlar Birliği Gaziantep Şubesinin kuruluşunda yer aldı. MGV, İHH, Türkiye Yazarlar Birliği, Eğitim-Bir-Sen, Cihannüma gibi dernek ve vakıflarda, üye ve yönetici olarak görev aldı. Yurt içi ve yurt dışında “Peygamber Efendimiz, Aile Eğitimi, Mehmed Akif, Gençlik Meseleleri, İmam Hatip Nesli” gibi konularda pek çok konferans ve seminerler verdi. Evli; üç çocuk babasıdır. Yayımlanmış çalışmaları: Tüm Zamanların Efendisi - 100 Soruda Hz. Muhammed, Elips Kitap. Esmâü’n-Nebi - Peygamberimizin İsim ve Sıfatları, Nesil Yayınları. Cemil Dede Namaz Surelerini Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Cemil Dede Namaz Dualarını Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. İslam’ı Aşkla Yaşayanlar, Elips Kitap En Yüce İnsan, Elips Kitap. Duruşunu Bozmayan Adam - Mehmet Akif Ersoy, Elips Kitap. Yusuf - Bitmeyen Sevdanın Romanı, MGV Yayınları. Bana Sana Ona Dair Öyküler, MGV Yayınları. Latîfeler-Hikmetler, Mevsimler Kitap; O’nun İzinde, Mevsimler Kitap Fâtıma –bir genç kızın kalbi- MGV Yay.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir