1. Anasayfa
  2. Söyleşi

Bünyamin Erul Hoca ile Bir Baba ve Bir Oğul Hikâyesi: Her Hastanın Refakatçiye, Her Refakatçinin de Refîke/Dosta İhtiyacı Vardır

Bünyamin Erul Hoca ile Bir Baba ve Bir Oğul Hikâyesi: Her Hastanın Refakatçiye, Her Refakatçinin de Refîke/Dosta İhtiyacı Vardır
1

Baba-evlat ilişkisi, sanatımızda ve edebiyatımızda anne-evlat ilişkisi kadar yer almasa da önemli bir yere sahip olduğu şüphe götürmez. Aslında anne-baba ile çocuklar arasında mükemmel bir yakınlık, eskimeyen bir muhabbet ve kopmaz bir bağ vardır. Ancak bunların dışa yansıması her zaman mümkün olmaz. Ve yansıyanlar da her zaman takdir edilmez. “Ne de olsa bunu yapmak zorunda” denir. Söylenmese bile zihne gelen budur.

Bu yazıda kamuoyunun yakından tanıdığı Prof. Dr. Bünyamin Erul Hocamızın babasıyla olan beraberlikleri ve babasının yedi yıl, yedi ay süren hastalığı boyunca bir evlat olarak gösterdiği çabayı konuştuk. Bünyamin Hoca, ilim ehli, gönül ehli, sohbet ehli, kadir kıymet ehli bir vâkıf insan. Sorularımıza verdiği cevaplar da samimiyetini ortaya koyuyor. Temennimiz bir baba, bir oğul üzerinden hepimize bazı güzellikler sunmak. Merhum pederine ve tüm geçmişlerimize rahmet, hocamıza ve hepimize de sıhhat ve afiyetler diliyorum.

– Bismillahirrahmanirrahim.

Hocam öncelikle Rabbim rahmet eylesin, muhterem pederiniz vefat etti. Allah mekânını cennet eylesin. Hatırladığım kadarıyla bir defa evde sizi ziyaret etmiştik. Merhum babanızın son yıllarında bazı rahatsızlıkları oldu ve siz de tabi bu dönemde bir evlat olarak babanıza gereken ihtimamı gösterdiniz. Hem benim şahsen çok dikkatimi çeken hem de yakın çevrenizin de bildiği ve bizler için de örnek olacak bir ilgiyi ona gösterdiniz. Yani aslında normalde her evladın yapması gereken bir davranış bu. Ama yaşadığınız durum hepimiz için ibret verici oldu.

Son durumdan başlayarak geriye doğru gidebiliriz hocam. Hastalık döneminde yaşananlar, o dönemde sizin ve babanızın yaşadığı sıkıntılar… Bir taraftan akademik, ilmî çalışmalarınız var, bir taraftan da yoğun mesainiz var. Bunun dışında sosyal bazı faaliyetler var. Bu yoğunlukla birlikte, bir evlat olarak babaya karşı vazifenizi yerine getirme durumu oldu. Neler oldu? Ne diyeceksiniz hocam?

– Çok teşekkür ederim hocam, öncelikle hoş geldiniz. Cenabı Allah babama ve tüm geçmişlerimize rahmet eylesin. Babam 1942’de Gerede’nin Samat Köyü’nde doğmuş, iki yaşında babasını kaybetmiş, köyde çiftçilikle geçimini sürdüren çok sağlıklı bir insandı. Ufak tefek alım satım işleri yapar kendi geçimini sağlardı. Emeklisi falan yoktu. Köyde annemle birlikte yaşardı. Rahmetli annem de son yıllarını hep hastalıkla geçirdi ve bundan sekiz sene önce maalesef onu kaybettik. Babamla annemin 60 yıla yakın bir evlilik süresi olduğu için annemin vefatından sonra,  ‘babam dayanamaz’ diye babamın yanında kaldım. Babam yalnızlık hissetmesin, sıkıntı yaşamasın diye taziyeleri kabul ettim ve sonrasında Ankara’ya dönmedim…

Fakat annemin vefatından 55 gün sonra bir Ramazan Bayramı arifesi babam maalesef sabah namazını kıldıktan sonra eve döndüğümüzde rahatsızlandı. Ben önce ne olduğunu anlayamadım ve hemen bir ambulans çağırdım. Meğer şiddetli bir beyin kanaması geçiriyormuş, hemen yoğun bakıma aldılar. Yoğun bakımda bir süre kaldıktan sonra servise çıktı. Serviste üç ay kadar kaldı. Sağ tarafı felç olmuştu, sağ ayakta ve kolda hiçbir hareket yoktu. Sonra biraz canlanmaya, hareketlenmeye başladı. Bolu’da yaklaşık 1 yıl hastanelerde kaldık. Yeniden ayağa kalkabilir mi diye çabaladık. Bu süreçte hastanelerde babama fiilen ben refakat ettim. Bu esnada İlahiyat Fakültesi’ndeki görevimi de ihmal etmedim. Doktorlar “babamın ayağa kalkamayacağını” söylediler ama ben hep içimden ‘iyileşecek ve namazını kılabilecek, camiye kendisi gidip gelebilecek’ diye ümit ediyordum. Bu, tam istediğimiz gibi olmadı. Fakat elhamdülillah sonunda kolçaklı bir bastonla yanında ben olduğum hâlde yürümeye başladı.

– Bu bir yıllık zaman zarfında yine hep sizin irtibatınız devam etti mi hocam?

– Hocam babamın beyin kanaması geçirmesinin üzerinden toplamda 7 sene 7 ay geçti. Bu beyin kanamasından vefatına kadar geçen süreçte, babam defalarca hastanelerde kaldı. 5 defa yoğun bakımdan çıktı. En son girdiği altıncı yoğun bakımda vefat etti. Geçenlerde benim fiilen babamın yanında hastanede refakatçi olarak kaldığım süreyi hesapladım, tam iki yılı geçiyor. Ankara’da, Bolu’da, çeşitli hastanelerde. Sizin de ifade ettiğiniz gibi tabi bizim vazifemiz. Zaten babamın tek oğluyum iki de kız kardeşim var. Biri Almanya’da birisi de köyde. Köydeki kız kardeşim dayımda gelin ama aile kalabalık ve kendisi de rahatsız. Dolayısıyla bütün yük benim omzumdaydı. Bu süreçte kız kardeşlerim, eşim, dostum, arkadaşlarım, bazı akrabalarım, öğrencilerim az ya da çok bana yardımcı oldular. Allah hepsinden razı olsun. Belki de en önemlisi ziyarete gelmeleriydi. Hatta ben artık vecize hâline getirmiştim söyleye söyleye: “Her hastanın refakatçiye, her refakatçinin de refike/dosta ihtiyacı vardır.” Hastane şartlarında bir dostun kısa ziyareti, benim enerjime enerji katıyor, bana güç veriyordu. Hakikaten zorlu bir süreçti. Önümüzde kaç yıl var onu bilmiyorduk. Ankara’da babam için hem hastanelere yakın hem de site içi giriş katta bir ev tuttum ve orada birlikte yaşadık.

– Kız kardeşiniz köydeydi, yanında kalamaz mıydı? Hem köy ortamı daha ferah olmaz mıydı hocam?

– Kız kardeşimin zaten kalabalık bir ailesi var, orada kalamazdı. Bir de babamın yürütülmesi falan gerekiyordu. Zaten bütün sağlık güvencesi benim üzerimdeydi. Bu sebeple benim bakmam daha uygundu.

Şayet hastalık öncesinde bana deselerdi ki 7 sene, 7 ay böyle bir imtihanın olacak, doğrusu o gücü kendimde bulamayabilirdim. Yani ona dayanabilir miyim diye en azından endişe ederdim. Çok şükür Yüce Rabbim sabır ve metanet verdi, bu zorlu süreci başarıyla tamamlayabildim.

– Gaybı bilmemenin bir hikmeti de bu değil mi hocam?

– Allah güç kuvvet veriyor, sabır veriyor, metanet veriyor. Bir süre sonra sevmeye başlıyorsunuz. Hatta öyle bir hâletiruhiye oluştu ki, hani anneler bir şey yerken evladını düşünür ya ben artık anne evlat gibi mesela dışarıda bir şey yediğimde ‘babam da bunu severdi’ diye babamı düşünecek kadar ona bağlandım. Bu şekilde böyle bir yakınlık oluştu. Babam bana, ben babama bağımlı hâle geldik.

İlk yıllarda iki bakıcı hanımefendi ile çalıştık. Fakat üç dört sene sonra yürüyemez hâle gelince bakıcıdan da vazgeçtim. Bu bakım işlerini de bizzat kendim üstlendim.

Bu zorlu süreçte belki en güzel taraf, belki de şükretmem gereken taraf, akademik çalışmalarımı ihmal etmeyişimdir. Derslerimi vermeyi, düzenli bir şekilde sürdürdüm. Hatta hastanelerde bile internet üzerinden derslerimi verebildim. Akademik çalışmalarımı yapmaya gayret ettim. Makaleler yazdım, kitap bölümleri, sempozyumlara bildiriler vesaire. Yani süreçten kopmamaya gayret ettim. Bu arada tabii zaman zaman yurt dışı ya da Ankara dışı konferanslar, sempozyumlar vb. kaçırdığım güzel fırsatlar da oldu. Fakat kaçırmadığım fırsat, belki de en güzeliydi.

Mesela Hindistan’dan bir üniversite beni iki haftalığına ders vermek üzere davet etmişti. Bolu’da babamla hastanedeydik, mazeret beyan ettim. Kudüs kitabımı yazdığımızda Diyanet İşleri Başkanlığı fotoğrafçı arkadaşla beraber fotoğraf çekimi için beni Kudüs’e göndermek istedi, maalesef gidemedim. Bunlar görünüşte güzel fırsatlardı ama kaçırmadığım bir şey vardı: Babamla beraber olmak. Rabbime sonsuz hamd ve senâlar olsun ki neticede evlatlık vazifemi yaptım. Sadece evlatlık vazifesi de değil Nezir Hocam, bunu müteaddit vesilelerle eş dost, çevre dile getirdi. Hani biz kürsülerde, derslerde, şurada burada ana-babaya iyilik etmenin faziletini anlatırız. İşin teorik olarak anlatımı, muhatapları çok da fazla etkilemiyor. Ama pratiğini gördüğü zaman kardeşlerimiz, vatandaşlarımız hele hele bunu bizim gibi din adına konuşan birilerinin yaptığını gördüklerinde çok etkileniyorlar. Konferansa gittiğimde beni “hocamız sadece ilmiyle değil, babasına yaptığı hizmetiyle de örneklik teşkil ediyor” diye takdim ediyorlardı. Doğrusu bu beni biraz daha motive etti. Çünkü bir hakikatin temsil edilmesinde, şahidi olunmasında müspet bir rol oynamış oluyoruz. Bu da İslam ahlakı adına en azından bir kazanımdır diye düşünüyorum.

– Günümüzde aile ilişkileri noktasında ciddi sıkıntılarımız var. Anne babaların yaşlanınca huzurevine bırakılması, onların ilgisizliğe mahkûm edilmesi meselesi. Son yıllarda bu daha da derinleşti. Bugün bırakın yaşlıları, gençler arasında bile aile içerisinde iletişim, olması gereken noktada değil.

Birbirimizi daha çok sevdik dediniz, bu önemliydi. Bu özel yakınlık yani 7 yıl,7 ay sürekli beraber olma, size ekstra şeyler kazandırdı. Baba aslında doğumdan beri var ama babanız, fakat ahir ömründe farklı bir şekilde sizin hayatınızda yer almaya başladı. Bunu biraz daha açar mısınız? Ne gibi yansımalar oldu, duygusal anlamda neler söyleyebilirsiniz bu konuda?

– Şimdi babamla aslında ta çocukluğumdan beri bir arkadaş gibiydim. Babamın bir erkek çocuğuyum. Erkek çocukların bu gibi durumlarda özel bir sorumluluğu vardır. Onun için babamdan çok sıcak bir ilişki, alaka gördüm yani küçüklükten itibaren.

Babamın tek hedefi vardı, beni yetiştirmek. Ben öğretmenlerimin ısrarlı tavsiyeleri üzerine ilkokul üçüncü sınıftan itibaren köyden koptum ve tahsilime Gerede’de devam ettim. 1982’den itibaren de Ankara’ya yerleştim. Ayda bir giderdim annemin babamın yanına. İki üç gün kadar kalır Ankara’ya dönerdim. Ama yedi sene yedi ay beraber olma gibi bir fırsat ve nimet bu hastalık vesilesiyle ortaya çıktı. Burada babamla aramızda bambaşka bir yakınlık oluştu. Mesela bir günlüğüne bir yere gitsem babam bunu, sanki bir hafta gitmişim gibi algılıyordu. Benden kopamıyordu. Dolayısıyla bu ilişki bizi birbirimize daha da fazla bağladı.

Normalde Allah biliyor ben anneme çok daha bağlı idim. Babam sağlıklı, sağlam biriydi. Rahatsızlığı sebebiyle rahmetli annem daha çok gündemimizdeydi. Zaten Peygamber Efendimiz de iyilik yapma konusunda üç kere anneye işaret buyuruyor ya, biz de bunu fazlasıyla yapıyorduk. Fakat annem vefat edince babamın rahatsızlığında böyle bir imkân çıktı ortaya. Onu da değerlendirmeye gayret ettim hamdolsun. Yani onun bereketini de bana katkılarını da gördüm elhamdülillah. Ve en azından üzerime düşeni yapmaya gayret ettim. Bunun gönül rahatlığı var elhamdülillah. Şimdi geriye dönüp bakınca bununla teselli buluyorum. Yani keşke şöyle yapsaydım diyebileceğim bir şey yok. Var olan imkânlarımla hamdolsun elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım.

– Sadece gençlere diyemeyeceğim ama herkes için geçerli olan bir şey var. Yani annesi, babası veya birinci dereceden yakınının kendisinin bakımına, ilgisine muhtaç olan insanlar için bu anlamda nasıl davranmalarını istersiniz? Yani siz yaşayarak bunu ortaya koydunuz. En azından hatırlatma babından söyleyecek olursak neler dersiniz hocam?

– Hocam maalesef modern hayat insanları büyük aileden kopardı. Sizin babanız Antep’te, siz buradasınız. Fırsat kolluyorsunuz ama bazen haftalar geçiyor, aylar geçiyor görüşemiyorsunuz. Bizim Gerede yakın olduğundan ayda bir mutlaka görüşüyorduk. Yani mesele, sadece hizmet etme meselesi değil. Bir anne baba evladını görmek istiyor, beraber olmak istiyor. Ben Gerede’ye gittiğimde annem babam çok sevinirdi. Mesela hafta sonu gittiğimde annemin ilk sorusu ‘oğlum kaç gün kalacaksın?’ olurdu. ‘İki gün’ derdim, aslında üç günlüğüne gitmişim. İki günü yeterli görmezdi. Ben “Hadi bir gün daha kalayım” deyince annem buna çok sevinirdi.

Yani modern zamanlarda anne babalar evlatlarına doyamıyorlar. Modern şehir hayatı büyük aileleri dağıttı, aileler de birbirinden koptu, çocuklarına, torunlarına doyamıyorlar. Ve şu anda anne babaların çoğu, memleketlerde, köylerde, şehirlerde yalnız yaşıyor.

Anne-babaların ihtiyacı maddi meselelerden çok manevi, duygusal ihtiyaç değil mi hocam? Beraber olma, birlikte olma, yaşama arzusu…

– Evet evet, sadece anne baba şefkatiyle ilgili bir durum. Nice sıkıntılarla doğurduğu, yetiştirdiği evladını biraz daha görmek istiyor. Biraz daha onunla beraber olmak istiyor. Şimdi şehir hayatında evli evlatlarla ebeveynlerin aynı dairede oturma imkânı yok. Oradan sağlıklı bir sonuç çıkmıyor. Getirdiniz ayrı bir daireye koydunuz. Köy hayatına alışmış, köyde çevre var, akrabalar var, tertemiz hava var ama şehirde ayrı bir dairede yaşamayı da hapis gibi değerlendiriyorlar. Onun için ben şimdi sık sık arkadaşlara söylüyorum. Yani fırsat buldukça gidin onları ziyaret edin, video, ses kaydı yapın. Haberli, habersiz video kayıtlarınız olsun. Bunlar önemli.

Babama ait bazı ses-video kayıtlarımız var ama hastalandıktan sonra oldu. Hastalanmadan önce babamın çok güzel bir muhabbeti vardı. O zamanlar ben böyle bir kayıt yapmayı ihmal etmişim. O bakımdan sağlıklarında onları ziyaret konusunda, onlarla beraber yeterli vakit geçirme hususunda, onların dualarını alma konusunda bizim gayret etmemiz lazım. Hele hele annenin babanın duası çok önemli. Hadislerimizde de var. Zaten karşılıksız, en hasbi, en samimi ihlasla yapılan dualar, onların duaları. Onlar göçtüklerinde bizim doğrudan Allah’a ulaşan dua kapımız kapanıyor. İşte bunu iyi bilmek gerekiyor.

Ayet-i kerimede “Onlardan birisi yahut ikisi yanında ihtiyarlığını yaşarlarsa, onlara öf bile deme!” uyarısı var ya… Bakıma ihtiyacı olduklarında elbette onlara koşacağız. Bu noktada da tabii imkânlar, şartlar da dikkate alınmalı. Öyle arkadaşlarımız var ki, çok üst düzey görevleri var. Bizzat ilgilenmeleri çok zor olabiliyor. Onlar, bu durumda onlara imkânlar hazırlayacaklar. Ben babamla Ankara’ya geldim. Bir iki sene sonra bir hocamız bana: ‘Babanın önünde uzun yıllar var. Senin de bir görevin var. Hem resmi görevini hem de babana karşı olan görevini sağlıklı yapabilmen için uygun bir mekân bulalım. Babanı, senin yerine getiremeyeceğin sağlık hizmetlerinin de verildiği bir bakımevine yerleştirelim.’ Dedi. Bu teklif benim kafama pek yatmadı ama hoca beni bir bakımevine yönlendirdi. Gittim, oranın yöneticisi hanımefendi beni gezdirdi dolaştırdı, bakımevinin imkânlarını anlattı. Hocam dedi, ‘babana ne harcıyorsun?’ dedi. Ben de işte kira, bakıcı, mutfak masrafı vs. söyledim. ‘Siz o miktarı bize verin, babanıza biz bakalım’ dedi. Yani çok iyi bir teklifti bu. Rakamsal olarak çok iyi bir teklifti. Baktım iş nerdeyse gerçekleşecek, o anda gözlerim doldu. Babam o zaman zihnen iyiydi, iletişim kurabiliyordu, konuşabiliyorduk. Dedim ki, ‘hanımefendi ben akşamları babamla bir bardak çay içiyorum ya, o bana yetiyor. Şu anda babamla ben iletişim kurabiliyorum, konuşabiliyorum. O zorlukları ben aşacağım. Ama ne zaman beni aşan bir durum ortaya çıkarsa, beni aşan bir zaman dilimine girildiğinde o zaman ben size getireyim.’ dedim. Gözlerim doldu, müsaade istedim. Hakikaten birkaç yıl babamla beraberliğimiz, muhabbetimiz, çay içmemiz, yemeğimizi beraber yememiz devam etti.

Bu arada şunu da söyleyeyim: Hocam, huzurevi de bakımevi de aslında bir ihtiyaç. Bizim mahallede çok aleyhte yazılıp çiziliyor ama oralar da gerekli. Babamı geçen sene Kurban Bayramı öncesinde acile kaldırdım. Doğrudan yoğun bakıma aldılar. Yutmakta zorlandığı için yedikleri içtikleri kısmen ciğerlere kaçıyormuş. Derhal PEG takacağız dediler. Mideye balon gibi bir şey yerleştiriyorlar. Makine mamayı doğrudan oraya veriyor. Dolayısıyla ağzından beslenme imkânı kalmıyor. Ben önce olmaz falan dedim, sonra mecbur kaldık. Çünkü su bile içemez hâle geldi. Şimdi o makineye bağımlı hâle gelince tabii suyunu ayrı veriyorsunuz, mamasını veriyorsunuz, onun dozajı var, makine bozuluyor duruyor, bilmem ilaçları sıvılaştırarak enjeksiyonla veriyorsunuz. Yani başında bir hemşirenin yahut bir bakıcının sürekli bulunması gerekiyor. Baktım ki bu şartlar beni aşıyor, işte o zaman babamı doktorun, hemşirenin görev yaptığı bir bakımevine verdik. Orada da zaten birkaç ay kaldı. Sonrası tekrar yoğun bakımlar başladı. Kısacası böyle zaruri durumlarda huzurevleri, bakımevleri de artık bir ihtiyaç hâline geldi.

– Burada önemli olan hem bir ihtiyacın varlığı, bunun görülmesi hem de oraya bırakıp kaçmamak, ilgiyi sürekli devam ettirmek değil mi hocam? Belki ortamı da biraz daha insanileştirmek, vicdanileştirmek.

– Öyle ama hakikaten oralar da acil ihtiyaç duruma göre… Bazıları bakamıyor, bakabilecek imkânı da yok. En azından orada sağlık imkânları var. Bu yönüyle güvenli ortam.

Şimdi yaşlı nüfus gittikçe artıyor. Böyle farklı alternatifler de oluşturmak lazım. Mesela yaşlı ve hasta bakımı için sıfırdan bir köy oluşturmak gerekiyor pek çok yerlerde. Ve oradaki yaşlılara özel mekânlar ve imkânlar oluşturmak lazım. Onları özel durumlarına göre yerleştirmek lazım. Diyelim ki bir amcamız Ankara’da yalnız yaşıyor; teyze vefat etmiş. Tek sosyal alanı camisine gidip geliyor. Emekliliği var, parası var. Ama bir müddet sonra cami de yetmiyor ona, bazı sorunlar yaşıyor, oradan da soğuyor. Şimdi böyle bir köy ortamında o amcayı alacağız, sabah yürüyüşleri olacak, sohbet halkaları olacak, film seyrettirilecek, araçla ziyaretler gerçekleştirilecek, gündüz vakitleri camide cemaatle namaz kılınacak vs. Yani çeşitli etkinliklerle o amca, geride kalan ömrünü dolu dolu geçirecek. Evlatlarına da diyecek ki ‘ben burada çok daha mutluyum, burada çok daha huzurluyum.’ Maddi yönden de manevi yönden de böyle ortamlara ihtiyaç var. Yahut özel/resmî kurumların buna bir zemin oluşturması lazım. Her üniversite, kendi emeklileri için böyle bir ortam oluşturabilir. Mesela yılların profesörü sıradan bir bakımevinde kalıyor. Orada konuşacak kimse yok. Halkla teması olmuyor, iletişim kuramıyor. Orada hafıza hızla geriliyor, mesela alzheimer vesaire başlıyor. Çok kötü bir şekilde hayat sona eriyor.

Bunları bir alternatif ve ihtiyaç çerçevesinde söylüyorum. Aslolan anne babaya aile ortamında evlatların bakmasıdır. En doğrusu, en huzurlusu budur elbette. Ancak oluşturulan alternatiflerde gerçekten muhabbet ve huzurun olması için de üzerinde düşünülmesi, çalışılması gerekmektedir.

– Evet hocam, eyvallah. Konuyu hafif değiştirelim isterseniz. Siz imam hatip mezunusunuz, sonra da Ankara İlahiyat Fakültesi’nde okudunuz. İlmi hayatınızda babanızın arzusu, değerlendirmesi, bakışı neydi hocam? Sizinle ilgili özel bir gayreti, çabası olur muydu?

– Asıl konuşulacak şey bu hocam. Şimdi ben Gerede’nin Samat köyündenim. Bizim köy Gerede’nin en büyük köylerindendi. Ekrem Doğanay Hocamızı duymuşsunuzdur.

– Allah rahmet eylesin. Yakinen bilirim. Ziyaret ederdik.

Merhum hocamız, askerlik öncesi 1 yıl, askerlik sonrası 1buçuk yıl olmak üzere 2 buçuk yıl bizim köyde imamlık yapmış. Ve bizim boş bir evimiz varmış, orada kalmış.

O zaman hocamız kitap falan yazmış değil henüz “Hafız Ekrem”, biraz klasik Arapça öğrenmiş bir hoca. Henüz Diyanetin kadroları yok. Köylü hocayı ücret karşılığı tutuyor. Hocamız köylüye: “Vereceğiniz ücreti babam ile konuşun. Ama benim köyde görev yapmak için bir şartım var. Ben burada görev yapacaksam benim arkadaşlarım var, onlarla Arapça okuyacağım.’ Köylüler de bunu kabul ediyor ve Ekrem Hocamız köyümüzde adeta bir Ashab-ı Suffe oluşturuyor. Orada 10-15 kadar kendi akranları olan genç yerleşiyor ve camide kalıyorlar. Köylü o günkü ekonomik sıkıntılara rağmen onların iaşesini, ibadetini falan karşılamışlar. Gece üçte kalkıyorlar, gaz lambasını yakıyorlar. Bir başka köyden Fahreddin Razi’nin tefsirinin Arapçasını ödünç almışlar. Her gün 50-60 sayfa okuyorlar. Sabah namazını kılıyor, sabah namazından sonra okuyorlar falan. Orayı tam bir medreseye döndürüyorlar.

– Ders okuyanlar sizin köyden mi çevreden mi hocam?

– Çoğunluk çevre köylerden. Yatılı kalıyorlar.

Babamla rahmetli Ekrem Hoca neredeyse aynı yaştalar. İyi bir arkadaş oluyorlar. Evde zaten ücretsiz oturuyor. Ailecek tanışıyorlar. Ekrem Hoca babam için iyi bir rol model olmuş. Babam o zaman beş vakit namazını kılan birisi değil. Cuma’dan cumaya, bayramda, Ramazan’da ibadet eden biri. Klasik, imanı sağlam, ameli zayıf Anadolu insanlarından. Fakat ahdetmiş. ‘Bir oğlum olursa şöyle Hafız Ekrem gibi, Ekrem Hoca gibi yetiştireceğim.’ Bizim sülalede hoca yok. Babam, dedem vs. geriye gittiğimizde hoca yok. Babamın samimi arzusu ve Ekrem Hoca’nın duası, bereketiyle Cenabı Allah bizi lütfetmiş. Babam beni okutmaya başladı. Yani hedef okutmak üzerine kuruldu. Ablam ilkokula giderken ben okumayı, yazmayı ondan öğrenmişim. Beş yaşımdayken okula kayıtsız gittim. Yaş küçük olduğu için kaydedemediler. Fakat sonunda sınıfta en başarılı öğrenci olduğum için beni kaydettiler. 6 yaşında 2’ye geçmiş oldum. Üçüncü sınıf bitti, iki ve üçüncü sınıflarda Hanımefendi bir öğretmenimiz vardı. O kocasıyla konuşmuş. ‘Bünyamin burada harcanıyor. Babasıyla konuşsan da onu Gerede’ye verseler, orada yetişse, bu zeki bir çocuk, diğer çocuklara fazla zaman ayırdığımızdan biz ona ileri seviyede bir şey öğretemiyoruz’ demiş.

Babam köyde sade bir vatandaş. Şimdi çocuğu ilçeye verecek, ev kiralayacak, bir sürü masraf yapacak. Ama öğretmenin o sözünü tutuyor. Akrabalarımızdan, imam-hatip lisesi altıncı sınıfta okuyan bir Halis abimiz vardı. Bir başka köyden ama bizim evde hafızlık yapmıştı. Durumları çok fakir, evli ve bir çocuğu var. Babam onunla konuşuyor. “Ben ilçede evi kiralayacağım, bütün masraflarınızı, odunu kömürü her şeyi ben karşılayacağım, Bünyamin senin yanında kalacak. Böyle bir şey yapar mısın?’ diyor. O da ‘tamam abi’ diyor ve ben Halis abinin yanında kalmaya başladım. İlkokul 4 ve 5’te onlarla kaldım ilçede. Onlarla beraber oluşum, bende imam-hatip hayranlığı doğurdu. İlkokul hocamız bizlere soruyor: “İlkokuldan sonra nereye gideceksiniz?” diye. Herkes ortaokul diyor, ben imam-hatip diyorum. Hoca hanım da beni çok seviyor ama imam-hatibe gitmemi istemiyor. Babamı çağırıyor, ‘senin çocuk imam-hatibe gideceğim diyor. Onu ikna et, ortaokula gitsin. Büyük adam olur bu, potansiyel var, yoksa yazık olur’ diyor. Babam da ‘çocuk nereye istiyorsa oraya gidecek’ diyor. Orman memurluğundan emekli bir dedem vardı, onu çağırıyor, belki onu ikna ederim diye onunla konuşuyor ama onu da ikna edemiyor.

Neticede biz imam-hatibe gittik. Ama o öğretmenim imam-hatipte de beni takip etti.

– Ekrem Hoca siz ilkokuldayken nerede hocam?

– Hocamız o dönemde Yeniçağa’da bir camide imamlık yapıyor, Kur’an kursunda Arapça ders veriyor hafızlara. Yaz tatillerinde de ilahiyat talebeleri geliyor, onlara ders veriyor. Ama o sıralarda ben Ekrem Hoca’yla tanışmış değilim. İmam-hatip okuduk, işte yazları Gerede’de bir Kur’an Kursu’nda kaldım. Beni Yeniçağa’ya vermediler. Nedense iki yaz Gerede’de kaldım. Biraz Emsile, Bina vb. klasik Arapça okudum. Aslında beni o zaman Yeniçağa’ya Ekrem Hoca’nın yanına verselerdi daha da uygun olabilirdi. Neticede imam-hatip bitti, Ankara İlahiyat’ı kazandım. İlahiyat süresince artık Ekrem Hoca ile irtibatımız başladı. Her ay düzenli bir şekilde gider ziyaret ederdim. O Ankara’ya geldiğinde bizi arar, bazen bekar öğrenci evimizi ziyaret eder ve görüşürdük.

Ekrem Hoca’nın bir hocası vardı. Gerede’de Hacı Ömer Cevahircioğlu diye esnaf ama bakış açışı çok daha geniş. İstanbul’da askerlik yapmış üç sene. İstanbul’un o münevver havasından çok istifade etmiş. Çok farklı ve zengin bir kütüphanesi vardı. Onu da ziyaret etmeye başladım. İlahiyat okuyoruz. Ekrem Hocaefendinin tavsiyesi ile imam-hatipteyken Diyanet’ten burs almaya başladım, çok cüzi bir para veriyorlardı ama ben bursla kitap alıyordum. İmam-hatibi bitirince mecburi hizmet çıktı bize. Gerede’nin Çalaman Köyü’nde göreve başladım. İlahiyatı kazanıp okula başlayınca iki iş bir arada sıkıntı oluştu. Baktım hem görev hem ilahiyat birlikte yürümeyecek. Müftümüz, Allah razı olsun kendisinden, ‘ben seni idare edeceğim, sen Ankara’ya git gel. Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe git, perşembe, cuma hafta sonu burada ol ben seni idare ederim’ dedi. Asaletim tasdik olunca da beni Ankara’ya gönderecekti. Benim hakikaten idealist olduğumu gördü. Fakat ben baktım ki görev de tahsil de yarım oluyor, içim rahat etmedi. Dilekçe verdim ve görevden ayrıldım. Ankara’ya geldim. Köye ayda bir gidiyorum, babam cebime harçlık verecek. Baktım bir iki defa harçlık vermekte zorlanıyor. Komşulardan borç alıyor. Üçüncü sınıftaydım o zaman. Boş bir müezzinlik kadrosu buldum. Hasip Asutay Hoca Altındağ müftüsü. Bir dilekçe verdim ve müezzin olarak göreve başladım. Babam ezilmesin, üzülmesin diye…

1965 yılında Gaziantep’te doğdu. Nizip İmam-Hatip Lisesini 1983’te bitirdi. Aynı yıl Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girdi ve 1987’de mezun oldu. Hatay-Dörtyol, Erzurum-Köprüköy ve Nizip Anadolu İHL’de öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Eğitim yönetimi, din öğretimi, öğretmen yetiştirme gibi alanlarda, MEB Şurası’nda özel ihtisas komisyonu üyesi olarak çalışmalarda bulundu. Hâlen Millî Eğitim Bakanlığında çalışmaktadır. Gül; öğrencilik yıllarından itibaren yazı çalışmalarında bulundu. Diyanet Çocuk, Yeni Dünya, Genç Doku, Anadolu Gençlik, İlk Adım ve Turuncu dergilerinde, Akit, Millî Gazete ve Milat gazetelerinde pek çok yazı, makale yazdı ve röportajları yayımlandı. Yazı çalışmalarının yanı sıra, sosyal etkinliklerde de yer aldı. Türkiye Yazarlar Birliği Gaziantep Şubesinin kuruluşunda yer aldı. MGV, İHH, Türkiye Yazarlar Birliği, Eğitim-Bir-Sen, Cihannüma gibi dernek ve vakıflarda, üye ve yönetici olarak görev aldı. Yurt içi ve yurt dışında “Peygamber Efendimiz, Aile Eğitimi, Mehmed Akif, Gençlik Meseleleri, İmam Hatip Nesli” gibi konularda pek çok konferans ve seminerler verdi. Evli; üç çocuk babasıdır. Yayımlanmış çalışmaları: Tüm Zamanların Efendisi - 100 Soruda Hz. Muhammed, Elips Kitap. Esmâü’n-Nebi - Peygamberimizin İsim ve Sıfatları, Nesil Yayınları. Cemil Dede Namaz Surelerini Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Cemil Dede Namaz Dualarını Anlatıyor (Resimli, Ortaokul Öğrencileri İçin), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. İslam’ı Aşkla Yaşayanlar, Elips Kitap En Yüce İnsan, Elips Kitap. Duruşunu Bozmayan Adam - Mehmet Akif Ersoy, Elips Kitap. Yusuf - Bitmeyen Sevdanın Romanı, MGV Yayınları. Bana Sana Ona Dair Öyküler, MGV Yayınları. Latîfeler-Hikmetler, Mevsimler Kitap; O’nun İzinde, Mevsimler Kitap Fâtıma –bir genç kızın kalbi- MGV Yay.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (1)

  1. Allah rahmet eylesin hocam. Cenneti ile mükafatlandırsın. Allah bizlere de sizin gibi evlatlar olmayı nasip etsin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir