Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Dâr-ı Gurbette Mühmel Bir Kabristân-Unutulmuş Ervâh-ı Müslimîne

EKLENDİ

:

Dâr-ı Gurbette Mühmel Bir Kabristân-Unutulmuş Ervâh-ı Müslimîne[1]

(Gurbet Diyarında İhmal Edilmiş Bir Kabristan-Unutulmuş Müslümanların Ruhlarına)

Yazar: Prenses Kadriye Hüseyin (1888-1955)[2]

Transkribe: Dr. Müslüm Yıldırım

 

Küçük bir şehir cesâmetinde (büyüklüğünde) ve Paris’in tâ bir ucunda bulunan “Père Lachaise” kabristânını teşhîr eden bazı nefîs ve acayip heykellerin ve türbelerin resimlerini evvelce görmüş olduğumdan orasını fırsat düşünce ziyâret etmeyi arzu ediyordum.

Bu defa seyir ve temâşâsına muvaffak olabilmekle arzumu yerine getirmiş oldum.

Bulutlu ve soğuk bir sabah idi. Bilmediğim ve asla görmediğim mahallelerden geçerek yarım saatlik bir mesafe kat’ından (geçtikten) sonra otomobilimiz kabristân kapısının önünde tevakkuf etti.

Kocaman bir servî ormanı gibi görünen bu ârâmgâh-ı emvât (ölülerin dinlenme yeri) Paris’in şaşasından sürat ve telâşından pek çok uzak gibi samt (sessizlik) ve sükûn içinde duruyordu.

Sadâsız, sessiz, cansız bir âlem!…

Müteaddit yollara münkasim(ayrılmış) olan bu kabristân meşcerî, azametli koyu renk serviler bölüyor ve makberelerin beyazlığıyla ikiye ayırıyordu.

Salkım söğütlerin vaziyeti muhafazakâr yelleri ise yorgun gökleri sâye-i istirahatine (dinlenme gölgesi) davet eyliyordu.

Garîp, cesîm, muazzam türbelerin üzerlerinde, yanlarında mevzû’ (konulmuş) bulunan mümtâz manîdâr heykeller ise birer timsâl-i mücessem gibi her şahsın kable’l-mevt (ölümden önce) mevki-i ictimaiyesini (toplumdaki yerini) i‘lâm (bildiriyor) ediyordu. Çok meşhur isimler okudum…… Ressamlar fırça ve boya tahtalarıyla sevimli levhalarının unvanıyla bir mebhûtiyet-i ebediye (sonsuz şaşkınlık) deryâsına pûyân (dalmış) olmuş, şâirler, edîpler kitap ve kalemlerinin mücâveretiyle bir âlem-i hayâlde dalgın, musikişinâslar en muazzez güftelerinin müsâmeresiyle imrâr-ı evkât (zaman geçirmek) eyliyor, cerrâhlar hekîmler neşter ve hikmetiyle meşgûl, zâbıtlar kılıçlarına dayanarak tâ uzakları seyre koyulmuşlar, siyâsîler musâra-i hayattan (hayat mücadelesinden) kurtularak mesûd bir sîmâ ile henüz bir hayât-ı hakîkiye âlemine girmiş olduklarından dolayı mahzûzâne (zevkle) ortalığı süzüyorlar…

Hepsinde bir âsâyiş fevkalâde meşhûd (görünüyor). Nihâyet hayâtın halecânından kurtulmuş ve darabât-ı kalplerinden (kalplerin atışlarından) âzâde (özgür) bir hâlde dinleniyorlardı… Bitmez, tükenmez yollarından yürüdüm. Tepelerinden indim. Yokuşlarından çıktım. Her tarafı gezdim. Nihâyetsiz bir manzara temâşâ ettim. Sağımda solumda hâsılı her cihette çimenler, çiçekler, şiirler, sûretler, her yerde râhat, sükûn, sükût, hüzün ve ferah gördüm… Her köşe muntazam ve müzeyyen!!… Bu ravzâ-i emvâta (ölüler bahçesine) mebhût ve hayrân oldum.

Havasında vezân (esinti) olan bu sükûnet ervâh-ı insânı âlem-i bâlâya (yüksek) sevk ile irâhe (rahatlatmak) ediyordu. Ne kadar da başka bir hâl idi!… Nazarıma müsâdif olan yollara doğru ziyâretimi temdit (sürdürme) ettim. Birden bire bir yol ağzında bir binâ nazar-ı dikkatimi celbetti. Kırmızılı beyazlı rengi, biraz cami şeklinde görünüyordu. Ağaçların yeşilliklerin sıklığından pek de temyîz edemediğim için tâ nokta-i maksûduma müteveccihen yürüdüm. Karşısına gelince taaccübümden, hayretimden durakaldım. Acaba ben rüya mı görüyordum?? Hayır!! Bir hakîkat karşısında bulunuyordum. Etrafına ve yanındaki mezarlara sâye-i kutsiyetini neşreden bu alacalı musallâda bir heybet-i İslâm vardı!!… Fakat neden etrafına kordon çekilmiş? Acaba vîrâne hâli ile bir kimsenin üzerine yıkılmasın diye mi duhulü/girişi memnu (yasak) idi? Ya.. Yanındaki kabirlerde kimler yatıyorlar? Böyle ayrıca neden herkesin nazar-ı dikkatinden dûr (uzak) kalmış? Rikkât-i kalplerinden ırâk edilmiş bir kütle-i mensiye (unutulmuş)?? O müzeyyen (süslü) müzehher (çiçekli) bahçenin derûnunda (içinde) bu mertebe vîrân ve bîkes bir köşe-i nisyân nasıl mevcut olabilirdi??

Türbelerin bazısı neden böyle kırık dökük kalmış? Neden böyle sarmaşıklarla sarılmış hem öyle sarılmış ki yer ile yeksân olmuş!…

Enzârdan (bakışlardan) uzak, Fâtiha’lardan mahrum, bu unutulmuş biçârelerin türbelerine yaklaştım. Taşlarının üstündeki isimleri okumaya başladım… İslâm vatandaşlarımız!

Müslüman!! Hep Müslüman zavallı garipler!!.. Kabirden kabre giderek isimlerini okudukça yüreğimin ra’şe (titreyiş) ve halecânlarından (çarpıntılarından) müteezzi (rahatsız) oluyordum.

İsimlerin pek çoğu silinmiş, kabirlerin ekserisi, çökmüş bir küme topraktan ibâret kalmıştı.

Âh yâ Rabbî?! Bu ne hüzünâver (üzüntü veren) bir temâşâ! Bu ne dilhırâş (yürek parçalayan) bir ziyârettir!! Türkü Mısırlısıyla, Hintlisi Afgan ve İranlısıyla, Merâkeşlisi Cezayirlisiyle hep birlikte yatıyor! Türbesi yıkılıyor, toprağa karışıyor, mescidi, musallâsı harap oluyor da hem-dînleri, hem-zebân ve cinsleri tarafından bunlar tecdîd ve imâr edilerek nâmları ibkâ (kalıcı) edilmiyor, ruhlarına Fâtihalar bahş olunamıyor!!…

Müslümanlık uhuvvet, şefkat, adl (adalet) ve ihsân değil midir?? Cihânın her köşesinden akın akın gelen Müslümânların Paris, bir mev’id-i mülâkâtı (buluşma yerleri) olduğu hâlde asrımızın Müslümân servet sahipleri, küberâsı (büyükleri), enâniyet (bencillik) ve şahsiyâttan tecerrütle (soyutlanarak) umûmen ittifâk etseler, hep dîn kardeşlerinin şu toprakta beraber yattıkları gibi, dünyada da el ele verip büyük ve âlîcenâp bir hamle ile Paris’in münâsip bir mevkiinde bir câmi şerîfin binâsına gayret ve vatanından, âilesinden sevdiklerinden bîgâne ve garîp vefât edenlerin şu kabirlerini tamire bir himmet ile ruhlarını şâd eyleseler ne olurdu?…

Hayfa (yazık) ki bu muntazam ve müzeyyen bahçenin en mehcûr ve metrûk, en vîrân bir köşesi, teessüflerle azîm hüzünlerle gördüğüm şu küçük sarmaşıklı kabristânımızdır!…

Yağmur yağmaya başlamıştı. Musallânın etrafına sarılan kahkaha çiçeklerinin penbe ve mâî yürekleri katarât-ı baranla (yağmur damlalarıyla) dolmuştu.

Kalbimin sızısından, acısından o derece müteessir olmuş idim ki büyük damlaların şiddetine rağmen orada, o bîkes biçare kabirlerin gizlediği merhûm ruhlara okuyordum, bütün canımla o unutulmuşların ruhlarına Fâtiha’lar okuyordum.

Paris, Haziran 1911.

[1]  Prenses Kadriye Hüseyin’in Paris’te yaşadığı dönemde ziyaret ettiği “Père Lachaise” mezarlığında gördüklerini edebî bir dille anlattığı bu çalışması, Türkçe -Arapça harflerle- kaleme aldığı “Temevvücât-ı Efkâr/Fikirlerin Dalgalanması” adlı eserinden alınmıştır. Temevvücât-ı Efkâr, Mısır: Maarif Matbaası, 1330, s. 109-119.

[2]  Prenses Kadriye Hüseyin, Mehmet Ali Paşa’nın (ö. 1849) soyundan gelen Mısır valisi ve ilk hidivi İsmail Paşa’nın (1863-1879) oğlu Hüseyin Kâmil Paşa’nın (1853-1917) kızıdır. Hüseyin Kâmil Paşa, Mısır’ın son Hidivi Abbâs Hilmi Paşa’dan (1874-1944) sonra Mısır’da kral olmuştur. Edebiyatçı kimliğiyle öne çıkan Kadriye Hüseyin’in “Temevvücât-ı Efkâr” adlı eseri dışında Türkçe ve Fransızca kaleme aldığı yayınlanmış te’lif ve tercüme çalışmaları bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları Arapça’ya tercüme edilmiştir. “Muhadderât-ı İslâm/İslam’ın Örtülü Kadınları”, “Mehâsin-i Hayat/Hayatın Güzellikleri”, “Nelerim”, “Mühim Bir Gece” “Mukaddes Ankara’dan Mektuplar” önemli çalışmalarıdır. Şiir, hikâye, gezi ve deneme türündeki yazılarından bazıları Mihrâb, Kadınlar Dünyası ve Şehbâl dergilerinde yayınlanmıştır.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar