Muhabbette söz kadar sükût da vardır. Edebiyat, muhabbettir. Söylediklerimiz kadar söyleyemediklerimiz de edebiyattır, muhabbettir. Önce selam sonra kelamın içindeki anlayış… Dilersek selam da kelam da iyiliğimize ve güzelliğe hizmet eder, edecektir.
Edebiyat, insanı insana anlatma sanatıdır, biliyoruz. Kendimizi bilmek, bulmak ve olmak “ol” emrine mukabil söz ile olacak. Söz ki varlığın evidir, evimizdir. Değiştirir, dönüştürür.
Gregor Samsa’yı hatırladık değil mi tam da burada. Bir sabah kalktığımızda kendimizi bir böcek olarak bulma korkusu, heyecanı, olasılığı vs. ki edebiyat da insanı hâlden hâle çevirir.
Elimizde sihirli bir değnek mi var ya da sihirli lambayı mı ele geçirdik masaldan? Hayır. Edebiyatın gücü adına dediğimizde her şey birdenbire olmuyor değil mi? Olmayacak da.
Cemil Meriç “Bir kılıcın kazandığı zaferi, bir başka kılıç yok edebilir. Oysa kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, tarihe yani ebediyete…” diyor. Edebiyatın sınırları aşabilmesi, kalpleri fethetmesi onun iyileştirici gücüne de işarettir. Edebiyat, insanı zihnen geliştirerek insanın hassasiyet ve farkındalığını artırır.
“İnsan midesiyle değil, kulaklarıyla beslenir.” Yine Hz. Mevlana’dan bir söz inceliği ve önceliği… Bir motto da benden diyebilirim. Önce edebiyat, ince edebiyat. Nasıl ki bedenimizi organik besleyip tedavisine bakıyorsak, ruhumuzu da organik beslemeliyiz o hâlde. Mevlana, fabllarla asırlar ötesinden sesleniyor bize. Tahkiye metoduyla. “Din, nasihattir.” Ancak din de kıssa anlatarak vaaz eder. İnsanımızı, insanlığımızı iyiliğe ve güzelliğe sevk etmek tesirli sözle olacaktır elbette. Yani edebiyatla.
İyi bir hitabet gücü de gerek bize. Bunun için de ana malzememiz edebiyat. Tuz gibi. Tuz kadar seviyor olacağız belagati. Edep kökünden, maziden atiye edebiyatı.
“Yazmanın ve okumanın insanın üstünde iyileştirici bir etkisi olduğu hem yazarlar hem okurlar tarafından sık sık dile getirilir. Meseleye ‘hikâyeler kurmak’ açısından baktığımızda bile mesela hayal kurmanın, masallar anlatıp dinlemenin üzerimizde ‘terapi gibi’ bir etki yarattığı, bize teselli ve umut verdiği herhâlde inkâr edilemez.”
Yazmak eyleminin yazanı da okuyanı da sağalttığı bir hakikattir. Kafka’nın Bebeği romanı ile de bu hakikati örneklendirebiliriz. 1923 yılında geçen bir olaydır bu. Kafka, hayatının son zamanlarını yaşıyorken, hastalıkla mücadele halindeyken ve zamanı da çok değerli iken her gün yürüyüş yaptığı parkta bir kız çocuğu ile karşılaşır. Kız çocuğu bebeğini kaybettiği için ağlamaktadır. Kafka, kız çocuğuna çok üzülür ve hemen orada bir hikâye yazmaya başlar. Kız çocuğuna bebeğinin kaybolmadığını, kendisine mektuplar yazdığını söyler. Kız çocuğu nerede o halde mektuplar diye sorduğunda da mektupları sana okumam için bana gönderiyor, der. Kafka, kız çocuğunu kandırmak niyetinde değildir aslında. Güzel ve inandırıcı bir yalanla, bebeğin yerini doldurabilecektir. Peki, başarmış mıdır?
Evet. Kafka, sevgilisi Dora’nın anlattığına göre her gün kendi yazılarını yazdığı ciddiyetle masanın başına geçmiş, kız çocuğuna kaybettiği bebeğinden mektuplar yazmıştır. Yazdıkları komik, kusursuz ve inandırıcıdır. Tam üç hafta her gün bebekten haber gelir. Taş bebek büyür, okula gider, yeni insanlarla tanışır. Her mektupta küçük kızı ne kadar çok sevdiğini tekrar eder. Büyünün bozulmaması için de Kafka, inandırıcı bir son bulmalıdır. Bebeği evlendirmeye karar verir. Bebeğin âşık olduğu delikanlıyı, nişanı, köy düğününü, evi uzun uzun anlatır. Pekâlâ, ne mi olmuştur?
Kurmacanın dünyası, sınırları öyle geniştir ve büyüleyicidir ki kız çocuğu üç hafta sonunda bebeğinden gelen mektuplarla oyalanmış ve o arada da üzüntüsü geçmiştir. “Yazma, can simididir.” Bu hikâye ile üç hafta boyunca belki de kız çocuğunun üzüntüsü geçmiş, bununla beraber Kafka’nın acıları da hafiflemiştir.
Yazmak ve okumak bir nevi duadır. Edebiyatla meşguliyet yaşlılığa ve yalnızlığa panzehirdir. “Allah ile dolu kalpten daha şifalı ne olabilir?” Yazarın önce kendisiyle -Allah’tan ayrı değildir- konuşmasıdır edebiyat dediğimiz hâl, kal ve sanat. Edebiyatın iyileştirmesi ağrı kesici niteliği taşımasındandır. Büyülü bir atmosfer, biraz da narkoz etkisidir. Özellikle duygusal bağı ve empatiyi geliştirir edebiyat. Bir kitabın sonunda ağlamak da mümkün gülmek de. Dertlerimizi unutmak da mümkün yeni dertlerle dertlenmek de.
Şehrazat’ı da biliriz. “Tiril tiril kadın.” Bin bir Gece Masallarının anlatıcısı. Sanki önce söz vardı evet, der Şehrazat. Ülkenin hükümdarı Şehriyar, karısının kendisini aldattığı zannıyla bütün kadınlardan intikam almak ister ve her gece bir kadınla evlenip sabaha karşı onu öldürür. Vezir kızı Şehrazat ise Şehriyar ile evlenmek ister ve her gece hükümdara masal okumaya başlar. Tam da masalın heyecanlı yerinde devamını bir sonraki gün okuyacağını söyler. Hükümdar ise masalları hep merak edip bekler. Bin bir Gece sonunda zaten hükümdar kininden, öfkesinden ve intikam duygusundan kurtulmuştur. Kendimi Doğu medeniyetine ait hissettiğim için olsa gerek bu hikâye bana ilham olmuştur. Kendimi tabiri caizse masalların içinde buluveririm. Gerçekliğin sıkıcılığından uzaklaştırır.
Edebiyatçılar hep o kurmacada mı yaşar peki? Hepsi iyi midir? İyi değilse bir insanı tek başına edebiyat onu iyileştirebilir mi? Hepimize malumdur. Edebiyatçı dediğimiz edebiyat alıp satmıyor, sekiz beş masa başında edebiyat üretmiyor. Cam fanusta da yaşamıyor. Şöyle köşeciğine çekilmiş değil. Herkes gibi ancak herkes gibi değil. “Herkes gibi olmak, olmayacak bir şey.” İyi olmak, erken teşhis ve hastalığın seyri ile ilgilidir ki tedavisi mümkün ise de imkân meselesidir. Şartlar herkes için de bir değil neticede.
Son zamanlarda roman terapi, şiir terapisi vb. kurmacanın gücünden yararlanan tedavi yöntemleri var. Bibliyoterapi de denilen yeni bir literatür. Yunanca iki sözcüğün birleşmesinden oluşmuş. “Biblion” kitap anlamı taşıyor. “therapeia” sağaltma, iyileştirme anlamına geliyor. Kitaplar yardımıyla iyileşmek demek bibliyoterapi. Sanatla terapi, sinema ile terapi. İyileştirme yöntemleri ve tedaviler edebiyatın gücüne de yine güçlü kanıtlar diyebiliriz. Edebiyatçıların sezgileri çok güçlüdür. İyi ruh bilimcilerdir. Psikolojiye özellikle hâkimdirler. Önce hissetmeliler ki hissettirebilsinler. Düşünün. Edebiyat olmasa öfkemizi, aşkımızı, inancımızı nasıl hissettirecektik?
Tefe’ül kültürü var edebiyatın tam içinde. Doğu edebiyatında, klasiklerinde de hâlâ devam eden bir iyileştirme yöntemi gibi düşünüyorum. Hani Yaratıcı ile bağ kurmak istediğimizde Kuran-ı Kerim’den açar okuruz. Hafız Divanı’nı tefeülle açıp okuyor hâlâ insanlar. Hafız-ı Şirazi bize ne söyler acaba diye Hafız falı bakalım diyorlar. Zaman zaman biz de böyle yapar, şairlerle konuşuruz değil mi? İşte, ruhun beslenişi, yükselişi, başka ruhlarla buluşması ve şifa bulması bu olsa gerek ki o ruhlar, yüce yaradılışlıdır. Şairlere önceden kutsallık atfedildiğini de hatırlıyoruz. Gök Tanrı’dan icazetliydiler onlar.
Musab b. Umeyr’i, Kab b. Malik’i hatırlatalım yine. Şiire, belagate, sözün inceliğine ne kadar önem verilirdi? Şairlerden kendileri için şiir yazmaları istenilir ve şairlere ihsanda bulunulurdu. Yüce Sanatkâr, sanata aç yaratmış bizi. Ancak dünyada doyuracağız ruhumuzu. Ki edebiyat bütün sanatlar içinde en ekonomik olanıdır da. Düşünceniz, hayaliniz, sözünüz varsa kâfidir. Sahneye, dekora, boya fırçaya vs. ihtiyacınız yoktur. İstediğiniz zamanda, istediğiniz mekânda konuşun, buyurun size edebiyat… Sehl-i mümteni ile kılçıksız konuşup yazabilir, anlaşabiliriz ve iyileşebiliriz. Kılıçtan keskindir. Söz, söylenmek ister. “Ya ben öleyim mi söylemeyince” Midas’ın Kulakları’nda olduğu gibi kuyu sulara, sular sazlara, sazlar enstrümana dönüşür sonra. Ya biz de ölelim mi söylemeyince?
Orta Doğu şiirler diyarıdır. Şiir meclislerinde insanlar bütün dertlerinden kurtulmuş gibi hissettikleri için şair sözü ile iyileşmeye giderler. Bu böyledir. Duyguları zamanında yaşamak bizi ruhsal hastalıklara karşı koruyacaktır. Kendi kendimize de şiir okuyup dinleyerek yazarak iyileşmemiz mümkündür ancak meddah ile de saz şairleri eşliğinde de.
“Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde/ Binmiş gelirdi Ali bir kır ata./ Biz o atın tozuna kapanır ağlardık/ Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü/ Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü/ Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman/ Ali olmaktan bir sedef her çocukta.”
Ahsenü’l Kasas ve de. Kıssaların en güzeli. Allah en güzel kıssa diyerek tahkiye ile anlatıyor insana bilmediğini. “O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”
Musiki ile tedavi, edebiyatla tedavidir yine bir nevi. Sözlerin şifalandırıcı etkisi. Osmanlı’dan günümüze pek çok örnek mevcuttur bu konuda. Şifahanelerin bahçelerindeki gül kokularını duyar gibiyiz. Hayata edebiyatla bakmalıyız.
Edebiyat, ilk insan ilk peygamber Hz. Adem’den beri vardır, diyordu Prof. Dr. M. Fatih Andı. Muhtemeldir ki Hz. Havva, Adem’den söz istemiştir. O da söylemiştir. Havva yetinmemiştir. Bana söyleyeceklerin bu kadar mı, demiştir. Böylelikle söz çoğalmıştır. Biz de çoğaltıyoruz.
“Hayata, edebiyatla bakmak, hayatı çoğaltmaktır, büyütmektir, zenginleştirmektir. Hayata edebiyatla bakmak, hayatı bir sanatın estetik açılımları ile güzelleştirme inceliğidir. Hayata edebiyatla bakmak, hayata bir çift göz yerine, birçok çift göz ile bakabilme çoğalışıdır. Hayata edebiyatla bakmak, bugünü olduğu kadar, derin geçmişi ve sınırsız geleceği de yaşayabilme imkânıdır. Hayata edebiyatla bakmak, hayatın günlük kaba sınırlarının dışındaki hayatı da tanıyabilme başarısıdır. Onu var kılanın kudret ve iradesine vakıf ve ait olma şartıyla, o güzellik kapısından girme niyet ve iradesi olarak bir aidiyet ve şükür edasıdır.”
Cimri’nin, Hastalık Hastası’nın, Budala’nın, Raskolnikov’un psikiyatri kavramlarına girdiğini, psikolojiye kaynak teşkil eden roman kahramanları olduğunu biliyoruz yine. Bunlar burada verdiğimiz birkaç örnek. Yüzlercesi vardır böyle. Suç ve Ceza’nın katili olan Rakolnikov, hukuk terminolojisini altüst etmiştir. Bütün bunlar kurmacanın, edebiyatın, edebiyatçının gücü değil de nedir?
Hamdi Tanpınar, bir makale ile anlatabileceği Doğu- Batı çatışmasını bir huzursuzluk romanı olan Huzur’la nasıl anlatmıştır?
Milletlerin en buhranlı zamanlarında edebiyat da yetişmiştir imdada. Mehmet Akif Ersoy gibi büyük şairler halka yön verebilmiştir mesela. Eşiktir söz, o eşikten geçmek önemlidir. Beşikten mezara ilim ve edebiyat. İlmin hikmetle yoğrulması ancak edebiyat mayası ile.
İnsanız. Dünya’nın gözbebeği. Biriciğiz. Okumalarımız da bireysel ve biriciktir. Bize özeldir. Okuduğumuz her kitaptan bize biraz kalır. İhtiyacımız kadarını alırız muhakkak.
Sesin/ sözün de bir sahibi var. Allah. Sayılı nefes. Sayılı olmalı söz de. Fazla uzatmaya da gelmez. “Konuşma sanatını bilen adam düşündüklerinin hepsini söylemez fakat söylediklerini düşünür de söyler.” Der Aristotales. Haklıdır. Söz uzamasın, insan bozulmasın. Davamız, güzel söz de olsun, iyi bir lisan ile. “İnsan! Seni savunuyorum, sana karşı.”
Ve Yunusça, gönül dolusu selam, iki kelam ile birlikte…
“Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Yağ ile bal ede bir söz”