Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Gazzalî: Büyük Hesaplaşma 2

O bütün bunları aslında daha önceden görmeliydi. Ama içinde bulunduğu sarmal buna engel olmuştu. Şimdi düşündüğünde Tûs, Cürcan, Nişâbur ve Bağdat dörtgeninde tanıdığı dönemin uleması tam da yukarıda resmini çizdiği gibiydi. Sultanın otağı, Büyük Vezir’in yönetim merkezi ve Bağdat halife çevresindeki siyasal ve sosyal yapının işleyişi de benzerdi.

EKLENDİ

:

Ertesi gün uyandığında zihni daha berraktı. Bütün bir geçmişini adeta ölçmüş biçmiş ve tartmış vaziyetteydi. Sesli düşünüyordu. Duyanlar onu kendi kendine konuşur sanırdı. Hatta bilmeyenler ağır sarsıntılar altında ciddi bir bunalıma girdiğini bile düşünebilirdi. Ama onun umurunda değildi. Kendi kendine konuşmasını sürdürdü: “Bugüne kadarki durumumu şöyle bir gözden geçirdiğimde, gördüm ki, dünyevî ilişkiler ağı içinde sıkışmış kalmışım. Adeta her tarafımdan sarılmış ve kuşatılmışım. İşlerime baktım en güzeli ve şükredilecek olanı eğitim-öğretimdi. Fakat sanki bunları bile Allah rızası için değil de makam ve şöhret endişesiyle yapıyormuşum gibiydi…”

Evet, sözün bittiği halk tabiriyle dananın kuyruğunun koptuğu yerdi bu nokta. Yeni bir kararın başında, keskin bir dönemecin ucundaydı. Artık burada kalması, kendisi için mukaddes olan eğitim-öğretimi bu şartlar altında sürdürmesi neredeyse imkânsızdı. En büyük endişesi, kararını bildirdiğinde öğrencilerinin yaşayacağı hayal kırıklığı idi. Onu da bir şekilde aşmalıydı. Onlar da dünya hayatının bu yüzünü erken de olsa görmeliydiler.

Önce yardımcı konumundaki seçkin öğrencileriyle buluştu. Onlara kararını anlattı. Sanki onlar bütün bunların olacağını biliyor ve bekliyor gibiydiler. Eh, ne olsa Gazzalin Oğlu’nun dizi dibinde yetişmişlerdi. Onların bu hali, görüşme sırasındaki vakur tavırları ve sözleri onu daha bir cesaretlendirdi, kararında biledi. Zaten bazısı da tıpkı onun gibi düşünmüş ve Bağdat’dan ayrılmaya karar vermişti. Onlar da biliyordu ki bu siyasal ve sosyal çalkantı içinde zihni toparlayıp ilim yapmanın pek imkânı kalmamıştı.

Öğrencileriyle buluştu. Ama onlar hiç hazır değildi. En gencinden yaşlısına kadar hepsinde büyük bir burukluk vardı. Öksüz kalmış çocuk gibiydiler. Vedalaşmak ve ayrılmak çok zor oldu. Bir ara kararını değiştirmeyi bile düşündü. Ama şartlar o kadar ağırdı ki, öğrencilerin gözlerindeki yaşlar, yüzlerindeki bulutlar bile o ağırlığı dengeleyecek durumda değildi. Artık kararını değiştirmesinin imkânsız olduğunu anladı ve zor da olsa vedalaşarak ayrıldı.

Öğrencilerine en önemli hediyesi, yine bir Gazzalin Oğlu ismini taşıyan kardeşi Ahmed idi. Ahmed onun yokluğunda yerini dolduracak bir nebze olsun öğrencilerine teselli olacaktı. Hz. Musa’nın yerine kardeşi Hz. Harun’u bırakması gibi gelmişti öğrencilerine. Bu sürpriz, vedayı biraz olsun hafifletmişti. Onlar da Hz. Musa gibi tekrar dönme hissi uyandırmıştı. Örnekler birebir her zaman örtüşmezdi. Kaderin nereye ve hangi maceralara sürükleyeceğini şimdiden kestirmek çok kolay değildi. Ayrılık kesin, dönüş belirsizdi. Bu öyle kırk günlük bir ayrılık gibi de görünmüyordu. Vazifeye şimdilik nokta konmuş, yeni bir ufkun kapısı aralanmıştı. Artık o ufkun son olup olmadığı da belli değildi. Belli olan, Gazzalin Oğlu’nun yeni bir yol ve yön arayışı içinde olduğuydu.

Neydi onu bu yönelişe sürükleyen. Bir vezirin Batınîlerce katledilmesi, bir sultanın şüpheli ölümü böylesi bir etki meydana getirmesi için yeterli miydi? Bu soru zihnini iyice kemirmeye başlamıştı. Bir dostu sormuştu ona bu soruyu. Sormasıyla da kafasına mıhlanması bir olmuştu. Bir sultan neticede dünya sultanıydı ve bir vezir de öyleydi. Yıllardır kendini dine adamış, bütün vaktini dini ilimleri öğretmeye ayırmış bir kişinin hayatını bir siyasî değişimin bu kadar etkilemesi normal miydi? Soru doğru ve son derece mantıklıydı. Ama cevap o kadar kolay değildi. Maalesef etkilemişti. Neticede dünya ahiretin tarlasıydı. Nasıl ki harmanın hasılatı tarlanın düzen ve verimine bağlıysa, ahiretin kurtuluşu da dünyadaki duruşumuza ve yapıp-etmelerimize bağlıydı. İkisini birbirinden ayırmak hayatın dengesini bozar ve zihinlerde tutarsızlık oluştururdu. Bütün bunlar önemliydi ama esas sorunun kaynağını bulmalıydı. Günlerce düşündü ve sonunda gerçek çerçeve zihninde belirdi. Aslında sorun, kendisinin de içinde bulunduğu dönemin âlimlerinin değerlere bakışlarında ve bu değerleri hayata yansıtmalarındaki tutarsızlıklarındaydı. Onların değerleri daraltmaları, dünya lehine döndürmeleri ve bencil bir tavır içine girmeleriydi. Dönemin âlimlerinin zihinlerinde dünya öne geçmiş, ahiret geri planda kalmıştı. Kur’an’da altı kalın çizgilerle çizilen dünya-ahiret dengesi bozulmuştu. Peygamberlerin vârisleri olarak yol göstericiler olması gereken âlimler artık kalmamış, onların yerini, görüntüleri dışında başka bir şey bulunmayan âlim müsveddeleri almıştı. Şeytan bunların birçoğunu tuzağına düşürmüş, bu nedenle de isyan içerisine dalmışlardı. Dünyalık çıkar peşinde koştuklarından, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermeye başlamışlardı. Artık din ve ilim görüntüde kalmış, yeryüzünü aydınlatan hidayet ışığı onların perdesiyle gölgelenmişti. O kadar ki fitne zamanlarında yargıçların hüküm verirken başvurdukları resmî fetvalardan, medrese öğrencisinin üstün gelmek ve rakibini susturmak için yaptığı kuru tartışmalardan, halkın dikkatini çekmek için vaizlerin kullandığı süslü ve gösterişli cümlelerden başka ilim kalmadığı zannına kapılmıştı halk. Kutlu ilk üç neslin gittiği yol olan ve Yüce Allah’ın Kur’an’da fıkıh, hikmet, ilim, ziya, nur, hidayet ve rüşd diye isimlendirdiği “âhiret yolu ilmi” ise, halk gündeminden dürülüp kaldırılmış, unutulmaya terk edilmişti. Bütün bunları not etmek, yeniden dönüşün, yeni bir hamlenin, bir bilinç dirilişinin kitabını yazmak gerekiyordu.

O bütün bunları aslında daha önceden görmeliydi. Ama içinde bulunduğu sarmal buna engel olmuştu. Şimdi düşündüğünde Tûs, Cürcan, Nişâbur ve Bağdat dörtgeninde tanıdığı dönemin uleması tam da yukarıda resmini çizdiği gibiydi. Sultanın otağı, Büyük Vezir’in yönetim merkezi ve Bağdat halife çevresindeki siyasal ve sosyal yapının işleyişi de benzerdi.

Hakkını inkâr etmemek lazım, bugün bu kavrayışı ve uyanışı kendinde sağlayan, fıkıhtan kelama oradan felsefeye dönemin revaçta ilimlerinden elde ettiği birikimdi. Bunlardan edindiği bilgi ve tecrübe, kendisinde olayların hakikatlerini arama susamışlığı meydana getirmişti. Baktığında zamane âlimlerinin bilimsel noktada ciddi bir kusurları yoktu, dinî ve ahlakî kuralları görünüşte yerine getirmelerinde de bir eksiklik görünmüyordu. Ama yaşanan hayatta bir aksaklık vardı; toplumsal çözülme ve bozulma apaçık bir gerçeklikti. Gidişatta bir yanlışlığın olduğu kesindi. Demek ki sorun yüzeyde değil, derindeydi; görünüşte değil, içerdeydi. Çözüm de buna göre ve oraya yönelik olmalıydı.

Bağdat ortamında zihnini kaplayan bütün bu sorunların tanısını koymak, bir tedavi yöntemi bulmak ve bir çözüme ulaşmak mümkün görünmüyordu. Bu ortamdan çıkmalı, yeni ufuklara açılmalı ve yeni bir çevre bulmalıydı. Belki o zaman zihni daha bir berraklaşır ve çözüm umudu belirirdi. Burada kaldığı sürece aynı yerde dönüp duracak ve bir adım yol alamayacaktı. Tıptı kar fırtınasına yakalanan kişinin farkında olmadan bir daire çizip süratle aynı yerde dönmesi ve bütün gücünü yok edip oracıkta ölmesi gibi. Bu anafordan, bu fasit daireden çıkmalıydı. Ağacıyla, çiçeğiyle, böceğiyle en önemlisi de insanlarıyla yeni bir çevreye açılmalıydı. Bu onun hicretiydi. Büyük medeniyetlerin başlangıcında ve bütün büyük düşüncelerin öncesinde bir hicretin olduğu kesindi. Yeni bir atılım, ancak yeni bir başlangıç ile mümkündü.

Bu düşüncelerle kararını verdi, en son ailesine vedasını yaptı ve ayrıldı. Onları da asla yokluk ve yoksulluk içinde bırakmadı. Bir aile reisi onuruna yakışır şekilde geçimlerini uzun sure karşılayacak imkânı ve rahat edecekleri bir ortamı onlara bıraktı ve ayrıldı. Bu ayrılışta hiçbir dünyalık beklentisi, güç arayışı, dünya güçlerine yaslanma gibi bir dergi yoktu. O zaten bunlardan kaçıyordu. Kararını vermiş, azmetmiş ve sadece Rabbine dayanarak yola koyulmuştu.

Çok Okunanlar