Bu yıl bir dostum telefonda helâllik istiyordu. Estağfurullah dedim, ne demek, tabiiki de helâl ediyorum. Nasip olursa kutsal ve uzun yola çıkıyormuş. Hayırlı mübarek olsun, dedim. O ne güzel yol ve yolculuktur, kıymetini bilene ve değer verene…
Telefonu kapattım daldım gittim, bir yıl önceki o günlere; anılar yeni sıcak ve taptaze. İlk haber alıştan, yola çıkacağım âna kadar bir türlü zaman geçmek bilmiyordu. Tamı tamına on beş yıl beklemiştik. Bunca yıl beklemenin ardından, bir zahmet sevinmek hakkımız olsundu.
Benim yolculuğum, haberi aldığım anda başladı. Heyecan, sevinç, mutluluk birbirine karıştı. Bu duyguları sonuna kadar yaşadım. Yerde miyim gökte miyim, bilmiyorum ama son derece duygusal ve güzel şeyler düşünüyor ve yaşıyordum…
Dünyanın kalbine giden bir yola ve yolculuğa çıkacaktım. Maddi manevi hazırlıklar tamamlandıktan sonra Ankara’dan yola çıktık. Yol arkadaşlarımız olan o güzel insanlarla birlikte havaalanındaydık. Tanıştık, tanıştırıldık; en özel ve en güzel duygularla, dünyanın kalbi, Mekke ve Kâbe’ye…
Yanımızda bavullarımız, sırt çantalarımızda azığımız olan tüm güzelliklerle birlikte tavsiye edildiği gibi bolca sabır. Mekke’ye giriş, “sen çağırdın ben geldim” telbiye, tekbir ve telkinlerle birlikte oldu. Son derece duygusal, hızlanmış kalp atışlarıyla, heyecan dorukta. Otel muhabbetinden sonra toplu halde Kâbe’ye ilk ziyareti gerçekleştirdik. Bazıları için sadece bir yapı olabilir fakat bizler ve oradakiler için muhteşem bir yerdi. Etrafında yedi yirmi dört hiç boş kalmayan, insanlarla dolup taşan, sürekli ibadet ve tefekkür halinde olan güzel insanlar…
Bıkmadan usanmadan her gün her gece, Arafat yolculuğuna kadar vaktimizi orada değerlendirdik. Kâbe’nin etrafında dualarla dönmek ayrı bir haz, oturup seyrederken kendi iç yolculuklarınla baş başa kalmak, ayrı bir haz.
Bugünlerde bakıyorum da şükrü, her şeyi kontrol edebileceğimizi düşünerek teslimiyeti unutmuş ve neredeyse lügatımızdan çıkarmaya ramak kalmış. Daha fazla kazanmak ve harcamak çabasındayız. Herkes hırsının peşine takılmış gidiyor. Fakat nereye gideceğini ve nerede duracağını bilmiyor…
Yıllar yıllar önce kucağında çocuğuyla bırakılan anne hiç sorgulamadan, inanmışlığın teslimiyeti ile orada kalmaya rıza gösteriyor. Ve yıllarca beklenen; İsmail çocuk yaşta adanmışlığın sözünü yerine getirmek için etrafta tüm uyaranlara rağmen, babasına bir rıza uğruna, yardımcı oluyor…
Teslimiyeti yaşamış, hissetmiş ve farkındalığı çok yüksek olan bu aileye göklerden gelen bir ses, orada kendilerine bir koçla müjdeyi veriyor.
Birlikte bir başlarına orada bırakılan bir annenin çocuğu için su bulma telaşına katılıyor ve hissediyoruz. Onca klima altında…
Orada herkesin yüzüne bir tebessüm yerleşmiş ve insanlar sonsuz yardımlaşma halinde. Maddi manevi her türlüsüyle. Dünyanın kalbinde, her türlü alış veriş halindesin, kazanmak ve kaybetmek, her şey senin elinde. Heybeni doldurabildiğin kadar doldur, Ama dikkat et; iyi şeyler olsun…
Bu yıl çifte bayram yaşıyorduk. İsmail’in bebekliğinde annesine yoldaş olsun diye bırakıldıkları yerden başlayan, yeni bir yolculuğa şahit oluyordum. İbrahim, İsmail ve Hacer misali teslimiyetin yaşanmışlığına değip dokunacaktık.
Bayram arafe’si Arafat dağında Âdem ile Havva’nın cennetten çıkarıldıktan yıllar sonra affedilmiş olarak, kavuşmalarına şahit olacak, Arafat dağını gönlümüz ve kalbimizle kucaklayacaktık.
En önemlisi de orada doğan, orada yaşayan, kıymet verdiğimiz örnek aldığımız, en güzel ve en özel değerlerin sahibinin yaşanmışlıkları vardı. Dünyaya verdiği mesajlar orada olgunlaştı ve oradan servis edildi.
Her ne kadar şimdi kendisi yaşamıyor olsa da yaşanmışlıkları, tüm his ve duygularımızı diri tutmaya yetiyordu. Yürüdüğü yollar, tefekkür ettiği dağlar, bir örümceğin ve güvercinin şahitliğinde saklandığı mağaralar görmek isteyen herkese ilhamdı.
Arafat dağında çadırlarda ev sahibimizle gece boyu alışverişimiz devam etti. Sabah namazlarından sonra diyanet işleri başkanının programı içerisinde dualar eşliğinde bizlere müjdeyi verdi. Ve mübarek olsun diyerek son noktayı koydu. Gün boyu bu duygunun içinden çıkamadık. Ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bilmez bir şekilde… Ta ki cem edeceğimiz akşam vaktine kadar.
Gün boyu Arafat’ta çadırlarda olmaya devam ettik. Gece oradan ayrılıp Mina ve Müzdelife bölgesine gittik. Sözleşmelerimizi onaylatıp, bir daha şeytana uymamak adına gece yürüyüşü ile başlayan yolculuğumuzda, taşları gediğine koymaya geldik. Uzun ve zorlu bir süreçti…
Geceden öyle bir dağılmıştık ki sanki mahşerin bir provasını yaşıyorduk. Bayram sabahı her birimiz bir yerde, otelimizi bulmakta zorlandık. Ulaştığımızda odalarımıza kendimizi zor attık. En azından hepimizde başarmış olmanın bir huzuru vardı. Tüm zorluklara rağmen hiç kimsenin şikâyeti olmadı. Çünkü gönüllüydük, yılların hasreti ve özlemi vardı. Bu yaşımıza kadar bu günleri ve bu ânı beklemiştik. Hayallerimiz gerçekleşti. Sayılı gün çabuk geçiyordu. Ayrılık gelip çattı. Şimdiden yeniden kavuşmak için dualar, dualar, dualar…
Gelmişken o güzeller güzeli insan, efendimiz, önderimiz, dünya liderimizi görmeden gitmek olmazdı. Medine gibi bir güzel şehir şimdi onu misafir ediyordu. Her haline kefil olmuşlar. Korumuş kollamışlar. Sarıp sarmalayıp, başlarına taç etmişler. Doğduğu yerde değil sevildiği, sayıldığı yerde olmalıymış. Göklerden gelen nida da öyleymiş ve öyle de olmuş. Hicret denmiş bu olup bitene…
Dünya durdukça kalb her daim çalışmaya devam edecekmiş. Onu besleyen duygular insanların teveccühü imiş. Bu yıl da yine, bayram içinde bayram yaşayanlar var. Onlar adına çok sevindim. Bu yol ve yolculuk kutsal olduğu kadar ruhsaldı. Önceden gidip görmüş olanlar yeniden özlediklerini hep söylediler. Geçen yıl gitmeme rağmen, bu yıl yola çıkanları yüreğim ve kalbimle uğurladım. Gidenler çoktan yola çıktı bile. Bana kalan sadece özlemdi. Şimdi hadi deseler hiç düşünmeden yola çıkardım.
Yeniden gidesim, oraları göresim geldi. Özledim hem de çok özledim…