6 Nisan 1992’de Avrupa’nın göbeğinde kadın, çoluk çocuk, yaşlı vahşice hunharca katledildi. Bu savaşın adı Bosna Savaşı’ydı. İnsanlığını yitirmiş sır(p)tlan sürüsü kendisi gibi canavar Birleşmiş Milletler’i de arkasına alarak bugün Gazze’de olduğu gibi, açık hava hapishanesine çevirdikleri Bosna’da insan avına çıkmışlardı.
İnsanlığa bu vahşeti unutturmayan ve hafızamızı diri tutan diş hekimi, yazar ve oyuncu Gökhan Tunalıgil ile sinema sanatına, savaşa ve hayata dair bir söyleyiş yapacağız.

Söyleşimize Tunalıgil ailesini tanıyarak başlayalım istiyorum.
Ben Kosova kökenli bir ailenin çocuğuyum. Babam Cemali Tunalıgil, yıllarca Kosova’da Türk Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Daha sonra da Türk Partisi’nin başkanlığını üstlendi. Özellikle savaş yıllarında, yani Kosova’daki en zor dönemlerde, Türklerin hakkını en iyi şekilde savundu, onları temsil etti. Çocukluğum böyle bir mücadele ortamında geçti.
İlkokulu ve liseyi Kosova’da bitirdim. O yıllarda tiyatroya merak saldım, sahneye çıktım, insanlara bir şey anlatmanın gücünü hissettim. Ama çocukluğumun ve gençliğimin en derin izi, 1992’de Bosna’da başlayan ve ardından 1997-1999 arasında Kosova’da yaşanan savaşı birebir görmem oldu. Bir çocuğun gözünden savaş hem korku hem çaresizlik hem de hayatta kalma mücadelesiydi. O günleri yaşayan biri olarak, bugün sinemada anlattığım her hikâyenin arkasında kendi yaşadıklarımın ve ailemin mücadelesinin izleri vardır.
Biraz da Gökhan Tunalıgil’i anlatır mısınız lütfen?
Biraz önce bahsettiğim gibi, benim çocukluğum lise yıllarıma kadar Kosova’da geçti. Savaş bittikten sonra Türkiye’ye geldim. Kosova’da yaşarken hayallerim vardı: tiyatro, futbol, okulda başarı… Hepsini küçük yaşta hedef koymuştum. Türkiye’ye gelince hayatın akışı değişti ama o hedef koyma alışkanlığım hep sürdü.
2002’de Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde eğitime başladım ve 2007’de mezun oldum. 2014’e kadar Bursa’da mesleğimi sürdürdüm. Daha sonra Almanya Münster’de implantoloji ve çene cerrahisi üzerine yüksek lisans yaptım. Döndükten sonra hem mesleğimi icra etmeye devam ettim hem de kalbimin tutkusu olan oyunculuğa yöneldim
2015’ten itibaren ciddi şekilde çalışarak “Saklı Yüzler Bosna” filminde başrol oynadım. 2021’de vizyona girdi. Şimdi ise 2025’te “Güneşin Karanlığında Kosova” ile yeni bir sinema yolculuğuna çıkmış oldum. Bu film benim için sadece bir sanat projesi değil; doğduğum topraklara bir selam, yaşadığımız acıların ve kardeşliğin bir hatırlatıcısıdır.

Aktif olarak diş hekimliği yapan birisiniz, bununla birlikte sinema sanatı ile ilgileniyorsunuz. Sinema ile bağınız ne zamana dayanıyor? Hem hekimlik hem de sinema sanatı hayatınızı nasıl etkiliyor?
Benim sahneyle ilk tanışmam Kosova’daki lise yıllarıma dayanıyor. O dönemlerde küçük oyunlarda yer alıyordum. Ama belki de tiyatroya yönelmemin en büyük sebebi, yaşadığım coğrafyanın bana yüklediği duygulardı. İnsan kayıpları, göçler, savaşın bıraktığı izler… Hepsini çocuk yaşta içime gömdüm. Tiyatro benim için bir kaçış değil, bir anlatma aracıydı.
Türkiye’ye geldiğimde hekimlik yolunu seçtim ama içimdeki sanat tutkusu hiçbir zaman bitmedi. Hekimlik bana insanı anlama, onun derdini dinleme, sabır ve disiplin kazandırdı. Oyunculuk ise bu empatiyi farklı bir şekilde kullanmamı sağladı. Hekimlikte acıyı dindiriyorsunuz, oyunculukta ise acıyı yeniden inşa ediyor ve izleyicinin kalbine aktarıyorsunuz. İkisini de yaparken aslında aynı kaynaktan besleniyorum: insana dokunmak.
Koyu bir Galatasaray taraftarı ve futbol aşığısınız. Sinemada Cüneyt Arkın gibi büyük bir yıldız olmak mı yoksa Galatasaray’da efsane bir futbolcu mu olmak isterdiniz?
Çocukken, Kosova’da bile hep Galatasaray formasıyla top koştururdum. Hatta arkadaşlarımla aramızda büyük maçlar yapardık, ben kendimi hep Ali Sami Yen’in çimlerinde hayal ederdim. Futbol, bana çocukluğumda umut veren en büyük tutkulardan biriydi.
Ama yıllar geçti, hayaller başka yönlere evrildi. Sinema yoluna girdiğimde, Cüneyt Arkın gibi halkın kalbine dokunan bir sanatçının izinde yürümek istedim. O yüzden bu soruya cevap vermek çok zor. Futbol da sinema da insanlara sevinç, gurur ve umut veriyor. Benim yolum sinemadan geçti ama gönlümde hep Galatasaray’ın yeri ayrıdır.

Sinema sanatının insaniyet adına bir misyon üstlenmesi gerektiği fikrine katılıyor musunuz?
Evet, buna bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü sinema sadece bir eğlence aracı değil. Özellikle bizim coğrafyamızda, sinema toplumsal hafızayı canlı tutan, unutturulmak istenen gerçekleri yeniden hatırlatan bir sanat dalı. Savaş yaşamış bir toplumun çocuğu olarak biliyorum ki, insanlar bazen yaşadıklarını unuttukça tarih tekerrür ediyor. İşte sinema buna engel olabilir.
Ben sinemayı bir borç gibi görüyorum. Bize bırakılan acıların, kayıpların, ama aynı zamanda direnişin ve kardeşliğin hikâyelerini anlatmak zorundayız. Çünkü sinema, insanlığın vicdanıdır.
Sizin sinema filmlerinizde ve bundan sonraki projelerinizde sinemanın misyon üstlenmesini nasıl işliyorsunuz?
Her filmimde mutlaka bir toplumsal mesaj vardır. “Saklı Yüzler Bosna” vahşetin unutulmaması için çekildi. “Güneşin Karanlığında Kosova” ise kardeşliğin, direnişin ve dayanışmanın hikâyesini anlatıyor. Sıradan bir aksiyon filmi yapmak kolaydır ama ben kolay olanı değil, sorumluluk taşıyanı seçtim.
Gelecek projelerimde de bu çizgiden ayrılmayı düşünmüyorum. Çünkü bana göre sanat, bir milletin kalbine dokunduğu ölçüde değerlidir. Ve benim görevim, bunu beyazperdede mümkün olduğunca sahici bir şekilde anlatmak.
Gelelim ilk sinema filminiz “Saklı Yüzler Bosna’ya.” Bu filmin macerasını paylaşır mısınız bizimle…
O film aslında benim için bir başlangıç değil, bir vefa borcuydu. Çünkü Bosna Savaşı çocukluğumda hafızama kazınmış en büyük travmalardan biriydi. İnsanların vahşice katledildiğini gördük, duyduk, yaşadık. Bu hikâyeyi sinemaya taşımak kolay olmadı.
Kısıtlı imkânlarla, çok büyük bir gönül bağıyla yola çıktık. Evet, çok zorluk yaşadık. Hem ekonomik hem de teknik imkânlar sınırlıydı. Ama o filmin ruhunu güçlü kılan da bu oldu. Çünkü biz orada sadece bir film çekmiyorduk, aynı zamanda Bosna’da katledilen insanların hatırasına bir ağıt yakıyorduk.

İlk sinema filminizde birçok zorluk yaşamışken 5 Eylül’de vizyona girecek olan “Güneşin Karanlığında Kosova” filmini çekme motivasyonunuz neydi?
Kosova benim doğduğum toprak. Oradaki insanların yaşadıklarını, Türkiye ile olan bağlarını, kardeşliğini dünyaya anlatmak benim için bir görevdi. Bosna’dan sonra Kosova’yı da anlatmasaydım kendimi eksik hissederdim.
Bu filmle sadece aksiyonu değil, aynı zamanda bir milletin yeniden ayağa kalkışını göstermek istedim. Bu yüzden motivasyonum sadece sinema değildi; aynı zamanda kendi geçmişime ve milletime karşı duyduğum sorumluluktu.
Güneşin Karanlığında Kosova’nın da serüveninden bahseder misiniz lütfen…
Bu filmde Türkiye’den gelen özel ajanlarla Kosova istihbaratının birlikte verdiği mücadeleyi anlattık. Ama bu sadece bir ajanlık hikâyesi değil. Bu, milletlerin kardeşliğinin, dayanışmasının ve ihanet karşısında dimdik duruşunun hikâyesidir.
Çekimler boyunca çok farklı mekânlarda bulunduk: Prizren’in çarşısı, Mamuşa’nın Türk köyleri, Priştine Havalimanı, Mudanya kıyıları… Her sahnede sadece görsellik değil, bir ruh da vardı. Film aslında bizim tarihle, kültürle ve kardeşlikle olan bağımızın bir yansıması oldu.
Filmlerinizde elbette seyircinin kendisine çıkardığı bir hisse var. Senarist olarak filmlerinizde dünyaya vermek istediğiniz mesaj nedir?
Benim filmlerimde vermek istediğim mesaj çok net: Zalime boyun eğme. Nerede bir mazlum varsa, orada dayanışma vardır. Bosna’da da Kosova’da da bugün dünyanın başka yerlerinde de aynı şey geçerli.
Sinemayı sadece bir eğlence değil, insanlara umut ve güç veren bir araç olarak görüyorum. Her filmimde bu mesajı biraz daha farklı bir şekilde işlemeye çalışıyorum.

Bosna ve Kosova filmleri Balkanlarda hem sade vatandaş nezdinde hem sanat camiasında hem de kurumlar nezdinde nasıl bir karşılık buldu?
Benim en büyük mutluluğum, bu filmleri izleyen insanların bana gelip gözyaşlarıyla teşekkür etmesi oldu. Balkanlarda insanlar bu filmlerde kendi hikâyelerini, kendi acılarını ve gururlarını gördüler. Türkiye’de ve Avrupa’daki diaspora topluluklarında da aynı yankıyı gördük.
Sanat camiasından da olumlu tepkiler aldık. Çoğu yerde ödüller aldı.. Ama en büyük ödül bana göre, bir annenin gelip “Oğlum, sen bizim sesimiz oldun” demesiydi.
Bosna savaşında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yardımını filmlerinizde işlediniz. Tunalıgil ailesinin bir ferdi olarak bunu bir de sizden dinlemek isteriz.
Biz ailece Türkiye’nin desteğini birebir yaşadık. Babam Cemali Tunalıgil, hem öğretmen hem siyasetçi kimliğiyle Türklerin sesi oldu. Ama onun yanında hep Türkiye vardı. Türkiye’nin yardımları, o karanlık günlerde Balkanlardaki Türkler için bir nefes gibiydi.
O yüzden bunu sinemada anlatmak benim için sadece sanatsal bir tercih değil, aynı zamanda bir vefa borcu. Türkiye, Balkanlar’ın her zaman en büyük güvencesi oldu, olmaya da devam ediyor.
Kosova filminizden sonra gönlünüzde ya da masanızda başka bir proje var mı?
Evet, şu anda üçüncü ve final niteliğinde bir film üzerinde çalışıyoruz. Ama içeriğini şimdilik açıklamak istemiyorum. Çünkü bunun bir sürprizi olması gerektiğini düşünüyorum. Tek bildiğim şey şu: Bu film çok daha sarsıcı ve çok daha derin olacak. Çünkü biz her seferinde üzerine koyarak ilerledik, bu final de o yolculuğun en güçlü noktası olacak.
İnsaniyet ailesi olarak bize vakit ayırdığınız için size ve ekibinize çok teşekkür ediyor, sinema hayatınızda da muvaffakiyetler diliyoruz.

