Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Gül/lük – “Öleceksen Seçim Zamanı Öleceksin.”

Bizim başkan Ali Yıldırım abi; “Hiç bir cenazeye katılmak içimden gelmiyor., seçim zamanı.” demişti geçenlerde. Ne kadar haklı. Kendimi oradayken, oy toplamaya çıkan biri olarak görüyorum zaman zaman. Vatandaşın bize bu gözle baktığından da kuşkum yok. Ancak her halükârda birimizin bir tanıdığı olan mevtaya ilgisiz kalmak da hem insaniyet hem siyaset açısından uygun düşmüyor.

EKLENDİ

:

Bu sözü dün katıldığım bir cenazede işittim. Arkadaşına böyle diyordu birisi.

Tamamen haklı. Çünkü cenazelere hemen hemen tüm partilerden adaylar katılıyor, yanlarında parti kurmaylarıyla. Buna kendilerini mecbur hissediyor partiler.

Bizim başkan Ali Yıldırım abi; “Hiçbir cenazeye katılmak içimden gelmiyor, seçim zamanı.” demişti geçenlerde. Ne kadar haklı. Kendimi oradayken, oy toplamaya çıkan biri olarak görüyorum zaman zaman. Vatandaşın bize bu gözle baktığından da kuşkum yok. Ancak her halükârda birimizin bir tanıdığı olan mevtaya ilgisiz kalmak da hem insaniyet hem siyaset açısından uygun düşmüyor. Bu arada cenaze sahipleri kalabalık ve ilgiden memnun.

Adaylarda kendini gösterme gayreti, görücüye çıkan kız misali… Vatandaş da bu hale bıyık altından gülüyor. Adayları, partilileri birbirine gösteriyor, tanıtıyor.

Bu konuda gerçi en az gocunması gerekenler biziz. Çünkü yılın her mevsiminde taziye, hasta ziyareti, düğünlere mümkün mertebe katılmaya çalışıyoruz. Ama seçim ortamındaki görüntü, göz ve algı yanılmasına yol açabiliyor.

Fakat her şeye rağmen taziyelere katılmanın faydası oluyor.

Çoğunlukla bir tanıdığın yakını olan cenaze evini ziyaretle, onun gönlü alınmış olunuyor. Teşkilat, üzerine düşen görevi yerine getirmiş oluyor. Gelen insanlara da üç beş kelimeyle güzel mesajlar verilmiş olunuyor. (Ali Yıldırım abi, geçen hafta vefat etti. Bir hafta sonrasında da hanımı. Rabbim her ikisine de rahmet eylesin. 14 Aralık 2020)

                    13.03.1999- Nizip

Hayal

İnsan her zaman duygularını yansıt(a)mıyor kaleme, söze, kâğıda.

İçine atıyor mesela. Öyle bir atış ki; acısını derinleştiren, devamlı kılan, süreklileştiren.

Oysa paylaşmak ne güzel!

Paylaşmak, dertleşmek.

Dertleşmek, ferahlamak.

Ferahlamak ve normale dönmek.

Ne kadar gerekli…

Ne kadar önemli…

Ne kadar hayal…

                                         17 Kasım 1998- Nizip

Her Şey Mazi mi?

Bazı nesnelerin yenisi makbul, bazılarının eskisi. Ama genelde yeni olanlar makbul.

Yeni elbise, yeni araba, yeni koltuk takımı, yeni ev, yeni bahçe…

Yeni bir insanla tanışmak, onunla muhabbeti derinleştirmek, halkaya birini daha katmak ne güzel… Ancak bu güzellik, eski bir dostu bulmak, onunla sohbet etmek kadar heyecan ve mutluluk verici de değil.

Az önce hayatımın en verimli ve heyecanlı döneminden bir kısmını alan Dörtyol’dan bazı dostlarla beraberdik. Onlarla geçmişe doğru uzanıverdik. On sene öncesinin heyecanları yeniden yaşadık. On sene öncesinin ideallerini, gayretlerini, aşk ve şevkini andık. Ama yaşayamadık. Ve şu an o hisleri tadamadığımız için de üzüldük.

Her şey bir mazi mi artık?

Allah için yapılan sohbetler.

Mahalle ziyaretleri.

Hasta ziyaretleri, taziyeler…

Düğün programlarındaki coşkular.

Konferans salonlarındaki tekbirler.

Makama gelişte kardeşini kendine tercih edenler.

Harcadığını Rabbinin yolunda infak edenler.

Onlar geride mi kaldı?

Dostlar bunu hatırlattı bana.

Yaşadığımız acılara rağmen, dostlarla beraber olmak ne güzel.

Temiz bir mazinin olması ne güzel…

                                                    15 Nisan 2000- Osmaniye

 

Milli Gazete İdaresi ile İlk Temas

 

Bu günlerde postadan gelen mektuplar hayli sevindirici haberlerle dolu.

Önce Milli Gazete Dağıtım Müdürü Ülkü Kumral’dan aldığım mektupta, 120 abone bulduğum takdirde büro açmam için gerekli girişimlerde bulunabileceğim yazılıydı. 120 abone… Kolay bulabilir miyim acaba? Göreceğiz.

Birkaç gün sonra gelen ikinci mektup bir davetiye idi. Yine Milli Gazete’den Mustafa Karahasanoğlu, yapılacak Temsilciler Toplantısına beni davet ediyordu.  Doğrusu sevindirici bir haber. Bakalım gidebilecek miyim?

Üçüncü mektupta ise Mehmet Irmak’tan gelen muhabir kartımdı.

                           203 Nisan 1981- Nizip

Mülakat

Bugün edebiyat dersinde bir mülakat yaptık. Ben Afganistan’dan gelen bir gazeteci oldum, Yusuf da muhabir. O bana sordu ben cevapladım. Cihattan, mücahitlerin önderlerinden, yaşam zorluklarından, er geç zafere ulaşacaklarından bahsettim. Kendimi cihada katılmış biri gibi hissettim. Kim bilir belki de giderim.

Mülakatımızı arkadaşlarımız ve hocamız beğendi, daha önce çalışıp çalışmadığımızı sordu. Tabi ki ön çalışma yapmamıştık ama Afganistan bizim bir parçamızdı, bunun için çalışmaya ne gerek vardı?

 Kompozisyon Yarışması

Kelam dersinde, müdür beyin tatlı üslubuyla, maç kritiğini dinlerken nöbetçi kapıyı vurup içeri girdi. Misafirlerin geldiğini söyledi. Kelam dersindeki maç sohbetinin yarım kalması bazı arkadaşlarımızı üzdüyse de dersin kaynamış olmasından çoğu arkadaş memnundu. Müdür beyin gitmesinden birkaç dakika sonra nöbetçi gelerek beni çağırdı. Ne için olduğunu merak ederken kesin bir şey bulamadım.

Müdür odasına girdiğimde dört polisi görür görmez heyecanım arttı. Evet, yarışmayla ilgiliydi bu çağrı. Demek ki dereceye girmiştim. Nabi Hoca beni görür görmez tebrik etti. Sonra da diğer polisler… Ve hemen ardından 10 Nisan günü Gaziantep’teki törene beklediklerini söylediler.

Sevincime diyecek yoktu. Kompozisyonda il üçüncüsü olmuştum.

                                   8 Nisan 1982- Nizip

Kilise ve Cami

Mabetler hep ilgimi çekmiştir. Ziyaret amacıyla gittiğim her yerde, camilerle birlikte kiliseleri de hep merak etmişimdir. Hatay’a gittiğimizde, Habibi Neccar’ın yanı sıra Sen Piyer Kilisesine de gitmiş ve işin doğrusu hayli duygulanmıştım.  Hıristiyanlarca da büyük önem verilen bu kilise beni Hz. İsa’nın dönemine götürmüş, havarilerin ve onların takipçilerinin çektiği sıkıntıları bizzat hissetme imkânı bulmuştum. O günkü müşrik zihniyetten ve devletten gizlenmek zorunda olan o mü’minler büyük sıkıntı ve işkencelere, takiplere maruz kalmışlardı.

O mü’minler bize Hz. Muhammed’i, ashabı kiramı hatırlatıyor, onların çektiği işkenceler gözümüzün önünde canlanıyordu. Şurası bir gerçekti ki, inanan insanlar tarihin akışı içinde sık sık bu tür sıkıntıları yaşamaktaydılar ve halen de farklı coğrafyalarda benzer zorlukları yaşıyorlardı.

***

Bremen’de ve Oldenburg’da gördüğümüz dev kiliseler bana benzer duyguları çağrıştırmadı. Bu ve diğer gördüğüm kiliseler azametine rağmen beni huzursuz etti. Çünkü kiliseler çok karanlık, loş ve kuru geldi.  Sanki aydınlık olmasın diye özel bir çaba harcanmış.

Oysa bizim camilerimiz küçüğünden büyüğüne hemen hemen hepsi aydınlıktır. Adeta mensup olduğu dinin nuraniliği üzerinde gösteren mücessem mekânlar.

***

Kilise; insanı Rabbe yakın tutmaktan ziyade sanki uzaklaştırıyor. Kuru sıraların üzerinde oturup beklemek, vaaz-ilahi dinlemekle kişi elbette Allah’a yakın olamaz.  Gerçi insan Rabbine yönelir, gönül dünyasını O’na açarsa, nerede ve nasıl olursa olsun ulaşır Yaratanına. Ama her şeye rağmen, kişilerin bu ruh halini yaşamalarında bulundukları mekânların da büyük, özel ve ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Kilisedeki sıraları görünce Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yaşanan bir olay ister istemez hatıra geliyor.

İslamiyet’i bir türlü benimseyemeyen, tahammül edemeyen ama ona açıkça karşı da duramayan bazı çevrelerin şöyle bir teklifi olmuştu: Camilerde kiminin ayağını koyduğu yere diğerinin başını koyduğu halılar yerine temiz ve pırıl pırıl (?) sıralar konsun.

Ancak Allah’a şükürler olsun ki, gerek o devrin basiretli Müslümanlarının tepkileri gerekse yöneticilerin buna iltifat etmemesi sonucu böyle bir uygulamaya geçilmemişti. Ama bu husus hala bazılarında bir ukde olarak duruyor.

Ağustos 2004- Oldenburg

 

Çok Okunanlar