Bizimle İletişime Geçin

Düşünce

Kendisine biçilen rolleri red eden Türkiye

Bugün dünyanın önde gelen düşünürleri yenibir paradigmanın eşiğinde olduğumuzda hemfikir. Peki tüm bu hikayede biz neredeyiz?

EKLENDİ

:

On dokuzuncu yüzyıl “evrensel”in çağıydı. Aydınlanma’nın kendinden emin, mütekebbir rüzgârını arkasına alan Batı, kendisine atfettiği üstünlükleri kainatın tamamının kanunu olarak duyurdu. Öyle ki bu dönemde yazılan, gerek siyasi gerek felsefi, tarih kitaplarında Batı tarihin ilerlemesinin son durağıydı. Halen bu yüzyılın gölgesi üzerimizde, Batı’nın ebedi zafer naraları kulaklarımızda. Evrensel, millinin, tikelin, kültürelin karşısında konumlanır.

Gelgelelim, evrensel olarak kendini tanıtan bu heyula da bir yerin kültürüdür. 20. yüzyılın bağımsızlık ve sömürgesizleşme mücadeleleri, hem sahada hem de fikriyatta bunu göstermiştir. Millî olana, milliyet şuuruna yer açabilmek için Ziya Gökalp’ten başlayarak münevverlerimiz büyük kalem savaşları verdiler.

Ne var ki, evrensele geri adım attıran millî kurtuluş mücadeleleri devrini müteakip, 1970’lerle başlayarak “küreselleşme” rüzgârı başladı. Artık Batı evrensellik iddiasında değildi, daha mütevazı ama kurnazca dünyanın küreselleşmesinde, müşterek bir dünya kültürünün oluştuğundan dem vurdular. 70’lerde başlayan bu söylemler Sovyetlerin çöküşüyle beraber amansız bir şekil aldı, 90’larda sınırların kalktığı, serbest ticaretin büyük bir küresel refahyaratacağı teranelerini her yerde duyardık. Geçen 30 yılda dünya daha da eşitsiz, uluslararası toplum daha da sorumluluktan kaçar hale geldi. Kültürel küreselleşme hülyaları, evrenselci hırçınlıktan farklı olarak, yerele saygılı göründü.  Küreselin çağında yerel folklorik bir detay, turistik bir ilginçlik derekesine düşürülmüş, halkların mazisinden ‘saygıdeğer’ bir vesika olarak tasavvur edilmiştir. Küreselleşme geçmişin yerel-milli bağlılıklarından kopuşu salık verir.

Fukuyama “tarihin sonu”nu ilan ederken kastettiği tam olarak budur, tüm dünyanın zımnen Batılı kapitalizme biat ettiği ve tüketicilikle iktifa ettiği bir dünya.

11 Eylül’le başlayan süreçte bu anlatı köklerinden sarsılmaya başlamıştır. Çatışmaya meyleden Amerika-Çin rekabeti, Avrupa’nın sınırlarını kapatışı, iklim krizi ve pandemidekaderine terkedilmiş yüz milyonların ıstırabı evrenseli de küreseli de ebediyen tarihe gömmüştür.

Bugün dünyanın önde gelen düşünürleri yenibir paradigmanın eşiğinde olduğumuzda hemfikir. Peki tüm bu hikayede biz neredeyiz?

Türkiye kendisine biçilen rolleri reddettiği yirmi yıllık bir serüveni yaşıyor. Asya ile Avrupa arasında gerilimi en şiddetli şekliyle yaşıyor. Küreselleşmeden sonrası için, bu kaotik dünyada sağ kalmak için iki yüzyıldır baskılanan millinin, millî şuurun dirilmesine muhtacız.

Bundan 100 yıl önce işaret fişeği şehrimizin halkının vicdanından ateşlenen Millî Mücadele’nin kahramanları üstün silahlara sahip değildi, ama millî şuurları sarsılmazdı.

Kemâl Tahir zindandan Ziya İlhan’a yazdığı mektubunda; “Bize ne olur her mektubunda milliyet, mefkûre ve vatanperverlik gönder” demişti.

Yarını dünkü düşünceler hazırlar, bu toprağın her dalı bir başka meyve verir. Türkiye’yi tek beden hâline getirecek şey; idealleri, kültürü ve felsefesidir.

Dünya yeni bir döneme giriyor, Batı tahakkümünün sallantıda olduğu, rakiplerin hırçınlaştığı, istikrarsızlaşan bir yüzyılın eşiğindeyiz. İdraklerimizin bize kılavuz olabilmesi için milli şuurda birleşmemiz şart, bu da ancak geçmişimizi folklorik zenginlikten, olmuş bitmişten öte geleceğimiz olarak kavramakla mümkün.

Biliyor ve inanıyoruz ki; Türk tarihi her şeyden evvel devam fikrine dayanır. Bir idealin etrafında yol alır. Malazgirt kahramanı Sultan Alparslan geldiğimiz güzergahı, 2023 hedeflerini bizlere gösteren Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan gittiğimiz istikâmeti temsil etmektedir.

 

Çok Okunanlar