Edebiyat
Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak Eseri Bağlamında Sanat Ve “İnsanın Yaratıcılığı”
Bir Adam Yaratmak eserinde ortaya koyduğu sanatkârın yaratma cehdine rağmen nasıl yaratıcı olamayacağının altını çizen Necip Fazıl, sanatkârın da bir hayata ve kadere sahip olduğunu, onun yaratmak istediği tipe öz eliyle çizdiği kaderin kuyusuna kendisinin nasıl düştüğünü ve onun tarafından nasıl istila edildiğini belirtir.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Dursun ÇiçekAydınlanma süreciyle birlikte tüm değerler, kavramlar, olgular ve hatta tarih yeniden kurgulanır ve tanımlanırken şüphesiz ki bundan en çok etkilenenlerden biri de sanat kavramıdır. Hem kavramsal olarak hem de olgusal olarak yeniden îcat edilircesine tanımlanmış, kimi zaman geleneğin, kimi zaman da dinin yerine ikame edilmiştir. Her şeyi insanın deneyimi ve görüsüne indirgeyen Aydınlanma perspektifi numen-fenomen ayrımını mutlaklaştırıp gerçekliği fenomene indirgerken, onu da insanın imkânları ile sınırlamıştır. Dolayısıyla böyle bir bağlamda artık “Tanrı”ya gerçeklikler dünyasında yer yoktur. Gerçeklikler dünyası Tanrı veya tanrısal olanla açıklanamaz. Başka deyişle genel anlamda “Tanrının kovulması” dediğimiz bağlam, eşya ve hadiselerin artık müteâl olanla izah edilmemesidir. Ne vahiy ne nübüvvet ne de onlara bağlı dinî tasavvurlar eşya ve hadiseleri tevil ve tabir etmede bir kaynak olma hüviyetinden çıkmış; bunun yerine insanın aklı, imkânları temel belirleyici olmuştur. Bir bakıma Tanrı’nın yerine insan, vahyin yerine akıl, nübüvvetin yerine de deha veya sanatkâr, dinin yerine sanat, modern metafizik ve rasyonel ahlak geçmiştir. “Yaratan” artık Tanrı değil insandır. Deha ve sanatkâr bu süreçte “yaratan ve yaratıcı” insan olarak telakki edilmiştir. Bütün isimleri ve sıfatları belirleyen ve tanımlayan, artık söz konusu “yaratıcı insan”dır.
Felsefe, metafizik, edebiyat, ilim, düşünme, sanat gibi kavramlar yeniden tanımlanarak geleneksel bağlamından koparılırken sözünü ettiğimiz Aydınlanma perspektifine göre yeniden kurgulanmış, tamamen tekçi bir anlayışla insanların neyi düşüneceği, neye inanacağı, nasıl yaşayacağı mekanik bir biçimde âdeta yeniden kodlanmıştır. Çok erken dönemlerde ortaya çıkan bu mekanikleşme ve totaliterleşme fark edilmesine ve hatta Kant, Roussesau, Schopenhauer gibi kimi düşünürlerce eleştirilmesine rağmen, bu eleştiriler de sürecin gittikçe pekişmesine yol açmıştır.
Batı düşüncesindeki bu duruma rağmen asıl mesele modernleşmeye ve aydınlanmaya muhatap olan Batı dışı geleneklerde ortaya çıkmıştır. Modernitenin egemen metafizik haline gelmesiyle birlikte bütün gelenekler kendini buna göre yeniden konumlamış ve tanımlamış, bu süreçte de kendilerini edilgin bir durumda bulmuşlardır. Hatta paradoksal olarak modernitenin paradigmalarına kendi geçmişlerinden örnekler arama yoluna giderek kendilerini “modernleşme” sürecine katarken, kendi geçmişlerini modern sürece göre adapte etmişlerdir.
Genelde Batı düşüncesi özeldeyse Aydınlanma ve Modernite ile hesaplaşma yerine onun egemen metafiziğini meşrulaştırma süreçlerine katılan Batı dışı gelenekler, bu süreçle birlikte tabii olarak birtakım travmalar yaşamaya başlamıştır. Allah-insan, vahiy-akıl, peygamber-filozof-sanatkâr-deha, din-sanat, ilim-bilim, felsefe-düşünme-hikmet ikilemleri kimi zaman çatışmanın, kimi zaman da indirgemenin merkezî unsuru haline gelmiştir. Aydınlanmanın egemen paradigmalarına göre yapılan Tanrı, peygamber, vahiy, din, sanat, ilim, akıl, düşünme ve benzeri hususlar, Aydınlanma sürecini güçlü ve tek/tartışılmaz hale getirirken, Batı dışı gelenekleri doğal olarak bir alt unsur ve kültür olarak ana yapıya eklemlemiştir. Bu durumda ana yapıya eklemlenmek meseleyi halletmemiş, çünkü böylesi bir eklemlenme Batı dışı gelenekleri sistemin parçası olmak yerine, sistemin kullanışlı ve alt unsuru haline getirmiş ve onları ne Batılı ve modern kılabilmiş ne de kendileri olarak bırakmıştır.
Necip Fazıl böyle bir süreci pozitivist bağlamın tam da ortasında yaşamıştır. Felsefe tahsili için gittiği Fransa’da süreci içinden de görerek modern ve aydınlanma “görüntü”sünü daha iyi kavramış, bize görünen ile orada olan arasında ciddi mukayeseler yapabilme imkânı sunmuştur. Rimbaud, Bodler ve Poe üzerinden Batı’nın içinde yaşadığı buhranı iliklerine kadar hisseden Necip Fazıl, modern sanat telakkisinin geldiği süreci de en iyi idrak edenlerden biri olmuştur. Yaratıcı insanın “yaratımı”nı en yakın biçimde gören Necip Fazıl, bilhassa yaratma, yaratıcılık eksenli şiir ve eserlerinde sadece kendi içinde bulunduğu modernleşen insanların travmasını değil Batılı insanın buhranını ve travmasını da ele almıştır.
Başta Poetika’sı ve İdeolocya Örgüsü olmak üzere pek çok eserinde sanat ve güzel sanatlarla ilgili düşüncelerini paylaşan Necip Fazıl, bu hususta Aydınlanma sürecinin sanat telakkisi ile İslam geleneğinin sanat telakkisi arasında mutlak bir ayrıma gider. Aydınlanma sürecinin insan ve insanın yaratıcılığı merkezli sanat telakkisi ile İslam düşünce geleneğinin Allah ve O’nun yaratıcılığı merkezli sanat telakkisi ayrımı üzerine kuruludur onun bu hususla ilgili düşünceleri.
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…
diyen Necip Fazıl, gerek bütün şiirleri, gerek modern bir form olan tiyatro eserleri ve gerekse diğer eserlerinde bu ilke ile hareket etmiştir. Çünkü ona göre “Dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; yokluk bile yok… Şiir ve sanatsa hiç yok”tur.[1] Mutlak hakikati Allah olarak kabul eden, şiiri sanatın, şairi de sanatkârın zirvesine yerleştiren Necip Fazıl, şiiri aynı zamanda mutlak hakikati arama işi olarak kabul eder. Başka bir deyişle “Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” Öyleyse sanatkâr da söz konusu sır ve güzellik bağlamında Hakk’ı arayandır.
Necip Fazıl’a göre İslam’ın plastik sanatlar üzerindeki ölçüsü ve tek muradı mücerretlerin mücerredi olan Allah’ı aramaktan ibaret sanat mefhumunun, aslî gaye, hakiki mevzuu ve vücut hikmetini en sağlam şekilde hülasa edici ana kıstastır. Ona göre İslam ruhunun kaba müşahhası sevmemekteki bütün sırrı, vahşi sanatı medenisinden ayırt edici üstün kıymet hükmüne de malik bulunarak, bu kıstas içinden süzülebilir. İslam inkılabı, mücerredi resmeden ve bütün müşahhasları mücerredin yoluna bağlayan sanatlara meftundur.[2]
Nitekim Bir Adam Yaratmak’ın giriş yazısında şöyle tanımlar sanatkârı: “Bütün imkânların erişilmez ucu, gayelerin gayesi, kemallerin kemali, maveraların maverası olan Allah’a doğru, sonsuz bir tekâmül yolunda giden insanoğluna mahsus “vücut veriş” nevileri içinde en zengin ve en güzel hissenin üzerine oturmuş mahlûk”[3]tur. Necip Fazıl’a göre sanatkâr yaratılmıştır. Aydınlanmacı bağlamın yaratıcı sanatkârına karşılık sanatkârın yaratılmışlığının altını çizen Necip Fazıl’a göre yaratılmış olanın “yaratıcılığı” ise itibaridir. Çünkü “Sanatkâr bir mahlûktur, fakat yaratmak cehdinde bir mahlûk… Onun bir eseri, bir de kendisi vardır. İşte sanatkâr, çok defa yaratmaya kalkıştığı tipin, yaratılmış olanın ta kendisidir.”[4]
Bir Adam Yaratmak eserinde ortaya koyduğu sanatkârın yaratma cehdine rağmen nasıl yaratıcı olamayacağının altını çizen Necip Fazıl, sanatkârın da bir hayata ve kadere sahip olduğunu, onun yaratmak istediği tipe öz eliyle çizdiği kaderin kuyusuna kendisinin nasıl düştüğünü ve onun tarafından nasıl istila edildiğini belirtir.
Aydınlanmacı sanatkârın tanrılaşma ve ilahlaşma temayülüne gönderme yapan Necip Fazıl, modern sanatkârın sonsuzluk arayışının hududu zorlamak olduğunu belirtir ama bütün bunlara rağmen kendisinin dışına çıkmak isterken birdenbire kendisine, hem de o zamana kadar hiç tanımadığı kendisine rast gelmiştir.
Necip Fazıl’ın burada tam olarak anlattığı, Batı’da gördüğü buhran çerçevesinde yaratıcılık iddiasındaki insanın serencamıdır. Nitekim benzer sanatkâr tavırlarının Batı dışı toplumlardaki yansımasını görmek bakımından önemli olan, eserdeki sanatkâr, yaratma cehdi içinde şaşkınlıkla yasak mıntıkaya girmiş, peçesine el sürülemez sırları ürkütmüş ve birdenbire Allah’ın hükümranlığı ve yazdığı eseri yaşasın, yaratmayı dilediği adam kendisi olsun hikmetiyle karşılaşmıştır. Öyleyse Batı düşüncesindeki “yaratıcı insan”, yarattıkça kendinde rubûbiyet ve ulûhiyet hissederken Müslüman bir sanatkâr “yaratma” cehdinde olsa bile bir takım zikzaklar yaşasa da şu veya bu biçimde yaratmanın ve yaratılmanın ne olduğunu anlayarak Yaratan’ı bilir. Kendi “yaratıcılığının” gerçekte Hakk’ın yaratması olduğunu ve O’ndan başka yaratıcı olmadığını daha derinden öğrenir.
Necip Fazıl’a göre sanatkâr Hak yolunda kemale ermiş insandır. Bu kemale erme sürecindeyse iki türlü tutum ortaya çıkar. Birincisi yaratmaya kalkarak kendini yaratan olarak bilen modern sanatkâr, diğeriyse yine yaratma cehdiyle yaratıcıyı, mutlak hakikati ve Yaratan’ı bilerek kemale eren sanatkârdır.
Necip Fazıl, İslam dünyasında Kanuni ile birlikte başlayan zevali analiz ederken ve ana noktalarını belirlerken bu bağlamda Batı dünyasında ortaya çıkan gelişmeleri de mutlak ilerleme veya insanlık adına mutlak bir iyilik olarak görmez. Bilhassa kendisinin de şahit olduğu sürede madde ve teknik alandaki istismar ve ilerlemeye karşılık ruh ve mana planında büyük bir buhran söz konusudur. Bu minvalde Bir Adam Yaratmak eserindeki sanatkâr başta olmak üzere insan, toplum, arkadaşlık, dostluk, çıkar ilişkileri, gazeteci, kadın ve benzeri unsurlar aynı zamanda Aydınlanma sonucunda Batı dünyasında ortaya çıkan cemiyetteki insanları da temsil eder. Nitekim eserinin girişindeki şu paragraf bu anlamda çok kıymetlidir: “Eser ve eseri karşısında insan… Allah ve Allah karşısında insan… Ölüm ve ölüm karşısında insan… Cemiyet karşısında insan… Kadın karşısında insan… Ve bazı dost ve aile münasebetlerimizde, gözlerimizden sanki bir perde kaldıran ve bir buhran gözlüğünden seyrettiğimiz gizli dünya, cinnet dünyası ve bunun doğruluk derecesi… Ve cemiyette bazı faaliyet sahalarını temsil eden cüce tipler, rolleri, ruh haletleri, kıskançlık ve öfkeleri, hareket noktaları ve tarzları…”[5]
Aydınlanma süreci ile birlikte bilhassa romantizm sürecinde Batı dünyasında sanatkârlar ve entelektüeller arasında yaygınlaşan intihar olgusu eserin de ana unsurudur. Buradaki intiharı, bir insan telakkisinin, bir geleneğin ortadan kaldırılışı olarak da sayabiliriz. İncir ağacı ve incir ağacına asılan baba, temsilî anlamda cenneti ve tanrıyı numen bağlama kovarak, cenneti bu dünyada kurma muhayyilesine sahip Batı’nın yeni insanını ve sanatkârını öne çıkaran bir unsur olarak da nitelenebilir.
Aydınlanmanın ana unsurları olan ölümsüzlük düşüncesi, cenneti bu dünyada insan aklı ve bilimle kurma iddiası, en üstün ahlaki ilkeleri insan aklı ile temellendirme çabası, modern ve gelişmiş, mekanik ve matematik insan ilişkileri eserin içinde ciddi anlamda mesele haline getirilir ve tartışılır. Ölümü hayattan çıkarmakla sembolleştirilecek Aydınlanma perspektifi ve yaratıcı insan tasavvuru eserdeki sanatkârın yazdığı piyesin bizatihi ölümle ilgili olması itibarıyla paradoksal bir hal alır. Yani Batı düşüncesinin gerçeklikle değil, dilek ve temennilerle hareket ettiği olgusu ciddi anlamda vurgulanır.
Metafizikten kaçan insanın nasıl daha derin ve karmaşık bir metafiziğe, ölümden kaçan modern insanın nasıl ölümün kucağına düştüğü bağlamını bir sanatkâr üzerinden anlatan eser, arkadaşlık ve dostlukların çıkar temeline eklemlendiğinin; aile, eş, karı, koca, sevgili telakkilerinin biçim değiştirdiğinin de altını çizer. Hiçbir aidiyet duygusu kalmayan modern insana ölüm üzerinden hâlâ insan olduğunu hatırlatır.
“Piyesimi yaşamış olmamı istiyorlar” cümlesi ile yine Aydınlanmacı perspektifin “yarattığı” tarafından belirlenme paradigmasına göndermede bulunan Necip Fazıl, “Tanrıyı kovmanın”, insanı kovma ve öldürme olduğunu, insanın herhangi bir madde unsuru kadar kalıcı olmaması fikri üzerinden ele alır. Bilhassa görüntünün mutlaklaştırılması ile maddi bağlamın kalıcılığına rağmen insanın nasıl yok edildiğini ısrarla belirtir. Görünmeyenin mutlak varlığının altını çizerek görüntünün nasıl görünmez hale geldiğini belirtir.
Modern insan aynı zamanda ailesini de yitirmiş yalnız bir insandır. Eserde üzerinde en çok durulan unsurlardan biri de yalnızlık, hatta tek başınalıktır. Bu, modern ve modernleşen insanın bireyselleşme tartışmasıdır aynı zamanda. Çünkü söz konusu süreç yine modern bağlamın sonucu olarak ortaya çıkan modern insanın buhranından başka bir şey değildir. Eserin rol sahiplerinden biri tarafından marazî psikoloji ve psikiyatri bağlamında ele alınması da yabana atılmamalıdır. Burada modernleşme süreci sonrasında Batı dünyasında ortaya çıkan insan bilimlerine ve ruh hastalıkları ile ilgili bilimlere bir gönderme vardır. Yani psikoloji ve psikiyatriye… Modern süreçte asabiyetin nasıl görünür biçimde arttığı, ancak işin tuhaf tarafı kimsenin hatta hasta olanların bile hastalıklarının farkında olmadığı belirtilir. Hafızası, hayali, teessürü bile olmayan mekanik insana göndermede bulunur. “İttiğin zaman gidiyor, bırakınca duruyor. Bu mu tabii adam?” diyerek mekanik insanın altını çizer. Eşya ve hadiselerin matematiksel ve mantıksal izahına “Hiçbir şey dört köşe değil” diyerek karşı çıkar. Hadiselerin sırrının en az mantığında olduğunu belirten Necip Fazıl, elbette mantıktan vazgeçilemez lakin her şey de mantığa indirgenemez der. Modern insanın hayatın dışına atmaya çalıştığı ölüm gibi, kaderi de yeniden hatırlatır ve bir trafik kazası üzerinden tekrar hayata dâhil ederek şöyle der: “Kadere inanıyor muyum onu siz keşfedin! Fakat hayatın gizli bir şuuru olduğuna inanmak istiyorum. Öyle bir şuur ki kendisini, yok gösterecek kadar izleyebilmiştir.”[6]
Delilik kavramını sorgulayan, babasının kendisini niçin incir ağacına astığını soran ve babasının bir deli mi olduğunu annesine soran kahramanımız öyleyse onu kim deli etti diye sorar. Burada bilhassa deli etme sürecinin altı çizilir.
Menfaatinden başka bir şey düşünen var mı diyerek içinde yaşadığı toplumun pragmatist hatta oportünist bağlamına dikkat çeken Necip Fazıl, oportünizmin olduğu yerde, dost, arkadaş, anne, baba, kadın, eş, sevgili gibi hiçbir şeyin olamayacağını işaret eder. Bunları kaybetmekle dünyayı kaybetmek arasında bir ilişki kurar. “Hangi dünya doğru bu mu evvelkisi mi? Dünyam elimden gidiyor. Bir el altımdan bir şey çekiyor. Dünyam elimden gidiyor. Yerine başka bir dünya geliyor. Nasıl bir dünya anlatamam. Etimi cımbızla lif lif koparsınlar, bu dünyayı görmeyim”[7] diyerek bunun bir dünya fikrini ve görüşünü kaybetmek olduğunu belirtir. Bununla birlikte Çile şiirinde belirttiği gelmekte olan dünyaya da işaret eder.
Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
…
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Bir tesadüf ve kaza sonucu öldürdüğü Selma üzerinden sanatkârlığını ve sanat eserini sorgulayan Necip Fazıl, kahramanına “sanatımın kurbanı” cümlesini kurdurarak, eseri tarafından belirlenen Aydınlanmacı, modern sanatkâra göndermede bulunur. Artık herkesin imajını, simülasyonunu, fotoğrafını ve resmini aradığı bir çağda bundan ötesi düşünülemez. İnsan artık kendisini değil, resimdeki kendisini, fotoğraftaki kendisini, eserdeki, akıldaki, bilimdeki, sahnedeki kendisini arıyor.
Başta da belirttiğimiz gibi eserdeki kahramanı üzerinden aydınlanmacı sanat perspektifini sorgulayan Necip Fazıl modern sanatın her şeyi, hayatı, eşya ve hadiseleri sanata indirgemesine ve her şeye bu minvalden bakmasına göndermede bulunur: “Ben sanatı hayattan başka bir şey sanıyordum.” Ancak sanatı ve kendini mutlaklaştıran insanın rubûbiyetle bunu aşabilmesinin mümkün olduğunu bilen Necip Fazıl gerçek insan ve sanatkârın ise bunun çilesini, ıstırabını çekeceğine işaret eder. Nitekim kahramanı böyle bir insandır. Yaratmaya kalkarak yaratıcıyı anlar, nasıl yaratıldığını anlamak için bir adam yaratmaya kalkar ve en önemlisi Allahlık taslayarak kul olduğunu anlar. Burada kahramanımız modern sanatkârdan ve onun uluhiyetinden ve yaratıcı bağlamından ayrışır. Artık buradaki sanatkâr Necip Fazıl için modernleşme istidadına rağmen kendini kaybetmeyen, hafızasına ve diline kavuşan ve kendi değerlerini ve sanat telakkisini hatırlayan Müslüman sanatkârdır.
Ancak modern hayat nizamının içinde olan, eşya ve hadiselere modern dünya tasavvuru ile bakan insan zihinsel olarak hakikati idrak etse de onu hayat ve dünya planına yansıtamadığı için daha büyük bir buhran yaşamaya başlıyor. Artık onun ne hafızası ne de dili vardır.
Kahramanımız kendi şahsında hem modern sanatkârı hem modernleşen sanatkârı hem de bu ikisinden tecerrüt eden sanatkârın kendi aralarındaki hesaplaşmalarını anlatır. Bu süreçte insandaki ikili duruma, yarılmaya dikkat çeker.
Bir gazeteci üzerinden görüntü, gizlilik, teşhir, imaj ve benzeri kavramları sorgulayan Necip Fazıl, burada da modern çağın görüntü bağlamına vurgu yapar. Her şeyin görüntü haline gelerek nasıl görünmez hale geldiğine ve yok olduğuna, anlamsızlaştığına işaret eder. Resim, gazete, haber, magazin üzerinden inşa edilen görüntüler dünyasına ve bunun gerçeklikle bir ilgisinin olmadığına vurgu yapar. Kant ve sonrasının mutlaklaştırdığı fenomenler tek ve mutlak gerçeklikler alanı olarak nitelenirken müteâl bağlamın yitirilmesi ile artık o da kendi gerçekliğini yitirmekle karşı karşıyadır. Mesela “Allah var mı?” sorusuna aradığı cevap eserin görüntü ve gösterme üzerinden en önemli yeridir. Yardımcısının “Allah var” demesine göster öyleyse diyen kahramanımız, yardımcısının gösteremem ama var cevabına, “Gösteremem ama bence de var” der ve kendisine yöneltilen “Niçin var?” sorusuna şöyle cevap verir: “Görünmediği için. Görünen şeylerden olmadığı için.” Necip Fazıl burada Aydınlanma ile başlayan numen/fenomen ayrımını tersine çevirerek ikili bir bağlamla değil hiyerarşik bir düzenle varlığı geleneğe uygun bir biçimde yeniden tanımlar.
Burada görüntüleşen her şeyin nasıl yok olduğunu ve gerçekliğin fenomenlere indirgenmesinin insanı nasıl bir yoklukla ve görünmezlikle karşı karşıya bıraktığına dair de işaret vardır. Çünkü katı olan her şeyin buharlaştığı gibi görüntü olan her şeyin de buharlaşarak ve anlamsız bir biçimde çoğalarak görünmez hale gelişi, yok oluşu anlatılır. Her şeyin görüntü olduğu yerde bir görmeden, bakıştan ve görünenden bahsetmek mümkün değildir.
Eserin sonlarına doğru insan üzerinden bir varlık-yokluk muhasebesi yapar. Yine burada yaptığı muhasebe sadece kendisinin içinde bulunduğu cemiyetteki insan değil, genel anlamda ve aynı zamanda modern süreçte ortaya çıkan modern insandır. Aydınlanmanın akılcı, özgürlükçü iddialarına rağmen insanın nasıl bir yoklukla karşı karşıya kaldığını anlatır. Aklı sorgular. Bir şeyin temsilî bağlamına göndermede bulunarak Aydınlanmacı numen/fenomen ayrımını reddeder. Modern sanat ve düşünce ile birlikte eserin insanın önüne geçmesi ve insanın eserine uyum sağlama sürecindeki gayriinsaniliğin altını çizer. İnsanın resimleri, fotoğrafları kadar yaşayamadığını belirtir. Mendilimiz, gömleğimiz, potinlerimiz kadar yaşamıyoruz der. “Bir sigara kâğıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git. Üç yüz sene sonra gel, yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş fakat yine o. Bir sigara kâğıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz.”[8]
Daha sonra da niçin yok olamayacağını anlatır:
“Allah’ım ben yok olamam! Her şey olurum, yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam. Mademki bu kadar korkuyorum, yok olamam. Eczane camekânlarında, ispirto dolu bir kavanoz içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allah’ımı düşünebilirim.”[9]
Eserin son kısmında matematik ve mekanik insan yaratmanın sonuçlarını tartışır. Aslında bununla tartıştığı, modern insan telakkisi ve bu telakkiye göre kendini konumlandırmaya çalışan modernleşen geleneksel insan ve sanatkârdır da. Daha önce de belirttiğimiz gibi Batı düşüncesinin yaratıcı insanının yol açtığı buhran, kendisinden ziyade geleneksel toplumlarda daha tahrip edici olmaktadır. Ancak buna rağmen insan nerede olursa olsun özü itibarıyla rubûbiyet iddiasındayken bile Hakk’ı en temel nitelikleri ile görebilir ve hisseder. Bu sadece geleneksel toplumdaki sanatkâr için değil, Batı’daki modern sanatkâr için de geçerlidir. Bu, imkân olarak vardır. Rubûbiyetle simgeleşen Firavun’un sonBir Adam Yaratmak eserinde ortaya koyduğu sanatkârın yaratma cehdine rağmen nasıl yaratıcı olamayacağının altını çizen Necip Fazıl, sanatkârın da bir hayata ve kadere sahip olduğunu, onun yaratmak istediği tipe öz eliyle çizdiği kaderin kuyusuna kendisinin nasıl düştüğünü ve onun tarafından nasıl istila edildiğini belirtir. anında da olsa secdeye kapandığını unutmamak gerekir.
“Bir adam yaratmaya kalkıştım. Bir adam yaratmak… Ona bir kafa, bir çift göz, bir burun, bir ağız uydurmak. Ona göre bir beyin yapmak ve göğsünün içine bir kalp takmak. Saat gibi işlesin, kanını vücudunda döndüren bir kalp. Bir kalp anlıyor musun? Güya duyan, acılarına, sevinçlerine yataklık eden yer de orası. Bir kalp. Bitti mi? Biter mi? Bu adama bir de kader çizmek lazım. Bu adam yaşayacak, gezecek, tozacak, başından bir şeyler geçecek. Bu adamın mesela bir babası olacak. O baba bir incir dalına asılmış bulunacak. Sonra o da… Eee! Ben Allah mıyım?”[10]
Buraya kadar modern sanatkârın eseri ile kendi arasındaki ikili ilişkisini anlatan kahramanımız daha sonraysa yaratmaya kalkarak Yaratan’ı nasıl bulduğunu anlatır:
“Ötesi var. Biz bu dünyada her şey, en sefil nebattan tut, en uzak yıldızdan tut, en kudretli insana kadar bütün mevcutlar, bilerek bilmeyerek Allah’tan gelen cazibenin kasırgası içindeyiz. Sonbaharda yapraklar nasıl boranın çektiği istikamette çullanırsa, hepimiz, her şey Allah’a doğru gidiyoruz.” “Biz bu dünyada her şey Allah’ın birer meczubuyuz. O Allah kemallerin kemali. O noktaya tutkun, bilerek bilmeyerek ondan onu istiyoruz. Bu yolu açan, bu ateşi bize yakan da o, biz değiliz. Biz Allah’ın muradı nisbetinde kemaline bürünebiliriz.”[11]
Ve insanın sınırını çizer. Yaratıcı olmak iddiasındaki sanatkârın öz sanatkârı tanımasıyla anlamlar değişir. İnsan, varlık, bilgi değer yeniden yerli yerine oturur:
“Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken bir çiyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar gaipler âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah doğrusunu tanıdı. Gölge artist öz sanatkârı tanıdı. Ben şimdi şu anda tanıyorum Allah’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum.”[12]
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüne ya da Kant’ın numen-fenomen ayrımına nisbetle romantiklerin ve varoluşçuların var olma kaygısı ve derdi ile var olma çabalarını “Tanrısız” olduğu gerekçesi ile yarım oluş olarak işaret eden Necip Fazıl, Aydınlanma süreci ile insanın putlaştırdığı akıl, insan ve sanattan vazgeçerek yeni bir akıl, insan ve sanat telakkisi ile kurtulabileceğinin altını çizer. Çünkü modern de olsa insanın yaratıcılık ve ilahlık çabası ne olursa olsun yaratıcıyı ve Allah’ı tanımakla sonuçlanacaktır. Süreç belki tahrip edici ve sıkıntılı olacaktır ancak er veya geç bundan kurtuluşun olması söz konusu değildir.
Cennette Hakk’ın yasağına riayet etmeyince çıplak olduklarını fark edip incir ağacının yapraklarına saklanan insan, bir ahit ve akitle dünyaya gelerek bu dünyayı O’nun adına imar edecek ve onun geçiciliğini de unutmayarak yeniden cennete dönecektir. Lakin imaj cennet, incir ağacı ve insan tasavvurları ile dünya kalıcı hale getirilmek istenmektedir. Fakat modern insanın açmazı kendisinin yaratıcı olmadığını anladığında bahçesindeki incir ağacına kendisini asmakta bulmasındadır. Oysa o kendisiyle hesaplaştığında o, incir ağacını duldalayarak yeniden Rabbini, yani öz sanatkârı hatırlayabilir.
Necip Fazıl şiirlerinde, modern bir form olan tiyatro ve düşünce eserlerinde modern sanatın ve sanatkârın beklendiği gibi insanı özgürleştirmediğini, onu “yaratıcı” yapmadığını, aksine onu kendi eserine ve ürettiğine “kul” ettiğini, iradesini mekanikleştirerek yok ettiğini, insanı yaratılış gayesinden başka bir bağlama taşıdığını ısrarla hatırlatır. Buna karşılık genelde geleneksel sanat, özeldeyse her şeyi Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ve tezahürü gören İslam sanat telakkisinin insana yeniden anlamını ve bağlamını kazandıracağını belirtir. İnsanın içinde yaşadığı dünyada numen-fenomen, aşkın-aşkınsal gibi ayrımların insanın varlık zeminini ayaklarının altından çekmek olduğuna dikkat çeken Necip Fazıl, insanın cennet kurma iddiasıyla inşa etmeye çalıştığı modern dünyada hatalarına, yanlışlarına karşı hatasını ve yanlışını örteceği bir incir yaprağına bile sahip olmadığını belirtir.
[1] Çile, Poetika bölümü, s. 490
[2] İdeolocya Örgüsü, s. 254
[3] Bir Adam Yaratmak, s. 5
[4] Bir Adam Yaratmak, s. 5
[5] Bir Adam Yaratmak, s. 6
[6] Bir Adam Yaratmak, s. 45
[7] Bir Adam Yaratmak, s. 67
[8] Bir Adam Yaratmak, s. 112
[9] Bir Adam Yaratmak, s. 113
[10] Bir Adam Yaratmak, s. 132
[11] Bir Adam Yaratmak, s. 132
[12] Bir Adam Yaratmak, s. 134
Çok Okunanlar
- Düşünce-
Muvvakkat Ömürler ve Mekânlar
- Ramazan-
7 Soruda Ramazan – Nurullah Öztürk – RTÜK Üyesi
- Ramazan-
7 Soruda Ramazan – Abdullah Yıldız – Yazar
- Ramazan-
Peygamberimizin Ramazan Ayını İhyası
- Ramazan-
Yeni Bir Ramazan Olsun
- Düşünce-
“Şehrengiz”siz Türkçe Sözlük Olur Mu?
- Edebiyat-
Âşık Veysel’in “Anlatamam Derdimi Dertsiz İnsana” Adlı Şiirine Bir Yaklaşım Denemesi
- Din ve Hayat-
Fahreddin Râzî’den Samimi Duygusal Paylaşımlar