Çocukluktan mı kaldı bilmiyorum, yoksa hep hayat mı sorardı böyle soruları?
Bir ağaç olsaydın eğer hangisi olurdun? Bir renk olsaydın eğer hangisini seçerdin?
Bugünlerde hayat bana akıp giden trafiğin içinde her sabah şu soruyu sorduruyor: Bir araba olsaydım hangisi olurdum?
Çocuk iken bir bisiklet olurdum, herhâlde bu yüzden hep zinciri dolandı bazı hayallerin, bu yüzden düşünce pedal attı.
Her sabah otobüs camlarına yüzünü dayamış, başında bir keşmekeşi sırtlanmış insanlar görüyorum.
En çok gençler… Bir okul… Ders saati koşturmacasıdır gidiyor.
Her şey yaşında güzeldi öyle ya. Kırmızı ışıkta geçmek olmaz. Yeşil ışıkta da durmak olmazdı.
Ne diyordum? Bir araba olsaydım eğer direksiyonuna sarılan uykulu gözlerle etrafı süzenlerin arabası mı olmak ister yoksa şu daha hızlı olan mı, daha renklisi mi…
Bir araba olsaydım herhalde tramvay olurdum…
Birbirine bağlı parçalarım ile oldukça içine alabilen tek bir istikamet ve rotada… En çok ben sırtlamak isterdim insanları ve yüklerini.
Usul usul boşalıyor duraklara insan yığınları. Yaşam da öyle değil mi? İki durak arasında geçer hayat, biri dünya diğeri ahiret…
………..
Bugün okulumun ilk günü…
Bir tramvay gürültüsü bir de gök sessizliği içimde…
Kim bilir ne bekliyor beni şu insan denizinde? Ama söz vermişim bir kere.
Okulu en çok ben okuyacağım. Öyle ise yazmamak olmaz.
Vira bismillah!
Duraklarda koşturup duran insan yığınlarına karşın bir ders defteri ve kitabı ile öylesine sıvışıyorum aralarından. Her insan kendi içinde bir âlem… Ve okullar âlemlere çatı olmuş bir gök mektebi gibi…
Sınıfın en sessiz kızı idi. Saçları omzuna değerdi, güleç yüzü kırılacak gibi duran camdan çehresi… İlahiyat sınıfının tek başı açık öğrencisi idi.
Sınıfa ilk girdiği gün… Davet ettim birlikte oturmak için. Belli ki o da benim gibi arka sıraları seviyordu.
Merak bu ya, ona neden buradasın, dedim. Seni hangi rüzgâr attı, dedim. Belli ki onun da ikinci üniversitesi.
Hemşire imiş, çalışan olduğu için ve nöbetleri olduğu için sadece Kur’an’ı daha iyi öğrenmek ve ilerletmek için üniversite sınavına girmiş.
Kur’an dersi için bir başörtüsü var çantasında ve de namazlarını kılmak için.
Kur’an eğitimi için fakültesini tercih edeni bende ilk defa görüyordum. Artık onu yanımdan ayırmayacak en çok ben yardımcı olacaktım.
Peki, o bir araba olsaydı hangisi olurdu? Daha çok uçan balonlara benziyordu, kelebek gibi… Sübhaneke ezberini verdiği zaman, geçtiği için uçmuştu.
Ve kapı açılıyor.
İlk dersim…
Nasıl başlar ise öyle mi devam ederdi?
Balık mı baştan kokardı dersin başı mı?
Yüzü mütebbessim bir hoca giriyor önce. Sanki kalubeladan tanıyor bizi.
Bir hikâye anlattı, bizi neşelendirmek için sonuna geldi ki amacı hikâye değilmiş, bize ilk ve tek saatte onlarca kelime öğretmişti.
“Korkmayın” diyordu, “Yeni dil öğrenmek zordur. Ama çok çalışırsanız her şey mümkün.”
“Çok çalışmak lazım” diyordu… “Çok okumak…”
Elini kafasına götürdü “Buradaki bilgi sınavlar için ama burada olmasın, onu buraya indirin” kalbini gösterdi sonra…
Satırlardan, sadırlara diyordu galiba… Satırdan sadıra yazmaya ant olsun!
Ve teneffüs…
Herkeste bir curcuna… Bir kavanoza düşmüş, küçük balıklar misali herkes birbirine soruyor merakla.
Sahi bu giden hoca bir araba olsaydı eğer hangisi olurdu?
Bence o çok klasik, müzelere konulan bir antika araba olurdu. Binmeye kıyılmayan…
Ve ikinci dersin kucağına atıyor bizi yelkovan.
İçeriye giren bir hoca gözlük altından süzüyor bizi keskin bakışlarla. Gözlüğü ciddiyet katması için mi takmıştı diye düşünmedik değil. Gözlüğü olmasa da karşımızdaki hoca bizi ciddiyetten öldürecekti bakışları ile.
Öyle ya demir de böyle dövülür idi; bir sıcak, bir soğuk… Bir önceki ders kalbimizi ısıttı. Bu ders bizi buz etti.
Masasına çöken minyon tipli bu hoca … Kur’an öğretmenimiz ve övündüğü ilk şey “Benim derslerden geçemezsiniz!” Ne garip öğrencileri sınıfta kalınca övünen bir hoca… Üst devrelerden duymuştuk, geçmiş olsun. Sakın geçeceğinizi düşünmeyin onun dersinden.
Böyle hatırlanmak ne tuhaf…
Takvasından olsa gerek, işin şuurunda olan birisi olarak bizim de muhakeme gücümüzü harekete geçirmek ve vicdanımıza dokunmak için…
“Kur’an hayatınızın neresinde?”
“En son ne zaman okudunuz, kimse okumuyor! Ne zaman akıllanacağız! Söyleyin bunun için mi indi Kur’an?” diyerek bir girizgâh yaptı hocamız.
Oysa hemşire arkadaşım başta olmak üzere Anadolu lisesi çıkışlı olup imam hatip temeli olmayan sınıfın %40 küsur talebesi vardı. Hepsi başını öne eğdi.
Sınıfta bir sessizlik…
Hâlâ tüm kelimelerin üstüne basarak tüm gücü ile tek bir gülümseme olmadan “Kur’an’dan ne anlıyorsunuz? Onun için ne yaptınız?” diye hesaplar soruyordu.
“Hayatımızda var mı Kur’an?” deyince ben söz hakkı almak mecburiyetinde hissettim kendimi.
“Kur’an hayatımızın neresinde bilmiyoruz ama onu en iyi Allah bilir! Ama biz üniversite tercihlerimizi bile 200 bölüm içinde Kur’an’a göre yapıyoruz. Yaptık, hamdolsun. Biz bugün bu yüzden buradayız, ilahiyat okumak ve onu anlamak için bu bölümü tercih ettik dedim…”
Cümlemi bitirdiğimde kendimi, gemisini fırtınadan karaya sağlam çıkarmış bir kaptan gibi hissediyordum ki hoca bu cümlemden de sıkılmış idi. Ne tuhaf…
Sonra başka bir arkadaş söz hakkı aldı, biraz cesaret bularak.
“Ben Kur’an’ı hayatımın her alanına, yemekhanede yemek yediğimde bile masamı nasıl bırakmam gerektiğini, ardımı kimseye temizletmeden toparlamam gerektiğini öğretecek şekilde dâhil etmeye çalışıyorum. Yemek yerken nasıl başlayıp nasıl bitirmem gerektiğini belirleyen bir disiplinle yaşıyorum.” dedi… Hocanın yüzü yine soğuk. Tek tebessüm yok.
O da gidişata kızgın olan, iflah olmaz bir ahir zamana denk geldiğini düşünen kendi keskin çizgilerini çizen ve çizginin öbür tarafına geçen yaşlılar gibi idi. Yaşı çok genç olmasına rağmen…
Bir yandan “Hoş geldiniz” diyen, bu bölümü tercih ettiğimiz için tebrik eden hocalar; bir yandan Münker ve Nekir’in işine dünyada soyunanlar…
Sahi, bu hoca bir araba olsaydı hangisi olurdu acaba?