Bizimle İletişime Geçin

Tarih

Osmanlıda Bir Salgın Örneği: Sığır Vebası

Osmanlı Devleti, insandan insana bulaşan salgın hastalıklarda aldığı önlemlerin neredeyse aynısını hayvan hastalıklarında da uygulamıştır. Öncelikle hastalık mikrobunu taşıyan hayvanların tespitiyle beraber bu hayvanlar karantinaya alınarak sağlam hayvanlarla ilişkisi kesilmekteydi. Hastalığın bölgesel olarak tespiti halinde ise kordon adı verilen tedbirle hastalık olan yerden diğer yerlere hayvanların geçişi engelleniyordu.

EKLENDİ

:

Tarih boyunca meydana gelen salgın hastalıklar insanları etkilediği gibi hayvanları da etkilemiştir. Hayvanlar arasında meydana gelen başta sığır vebası ve zâtülcenb gibi salgın hastalıklar milyonlarca hayvanın telef olmasına ve devlet ekonomilerinin ciddi zararlar görmesine neden olmuştur. Özellikle sığır vebası 18. yüzyılın başından 1. Dünya Savaşı’na kadar olan süreç boyunca bütün Dünya’da etkili olmuştur.

Sığır vebası, hastalık mikrobunu taşıyan hayvanların ya da hastalığa neden olan mikrobun değişik yollarla farklı yerlere taşınarak hayvanlara geçmesiyle bulaşmaktaydı. Mesela bir göçmen kuşun ayağındaki mikrobun hastalığın başka bir yere taşınması bile hastalığın yayılması için yeterli olabiliyordu. Ayrıca kıyı bölgelerinde yelkenlilerin denetimsiz faaliyetleri de hastalığı bu yayılmasını sağlamıştır. Bu nedenle Osmanlı Devleti hayvan hastalıklarının kontrol altına alınması noktasında deniz araçlarının faaliyetleri üzerinde önemle durmuştur.

Osmanlı arşiv belgelerine göre hastalığın kent içlerinde dağılmasını sağlayan başlıca nedenler ise; kente su taşıyan su kemerlerinin temiz olmaması, kanalizasyon sularının gelişigüzel açıktan akması, han, bekar odaları, aşçı ve bakkal dükkanlarının temizliklerine dikkat edilmemesi gibi nedenler sayılmaktadır. Sığır vebası 18. yüzyılın başlarından itibaren özellikle Avrupa’da etkili olmuştur.

Öyle ki 1711-1714 yılları arasında Tataristan, Lehistan, Macaristan, Prusya, Avusturya, Güney Almanya, İsviçre, İtalya, Fransa, Hollanda ve İngiltere’yi de içerisine alan bir çemberde 1.500.000 kadar sığır cinsi hayvan sığır vebasından ölmüştür.

1740 ile 1750 yılları arasında bütün Avrupa’da 3.000.000, 1745 ile 1752 yıllarında sadece Danimarka’da 2.000.000, 1841’de Mısır’da 500.000, 1844- 1845’te Rusya’da 1.000.000, 1860’da yine Rusya’da 238. 718 hayvan bu hastalıktan dolayı telef olmuştur.

Aynı yıl Hollanda’da 68. 550, 1870- 1871’de Fransa’da 100.000 hayvan ölmüştür. Batı Rusya’da 1885 yılında 350.000, 1886’da 268.000, 1887’de 76.000, 1888’de 37.000, 1888- 1893’e kadar da 1.062.032 sığır cinsi hayvan ölmüştür.

Güney Afrika’da 1897- 1898’de 2.280.000, Mısır’da 1903- 1906 senelerinde 500.000 sığır cinsi hayvan sığır vebasından telef olmuştur.

Hastalığın Osmanlı Devleti’nde görülmesi ise 93 Harbi adı verilen 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan sonradır. Eldeki verilere göre Osmanlı Devleti’ndeki ilk önemli sığır vebası salgını 1889’da İzmir’den başlayarak Anadolu’nun tamamına yayılan salgındır. Bu salgın sırasında başta sığır türü olmak üzere binlerce hayvan ölmüştür. Aynı hastalıktan dolayı 1890 ile 1900 yılları arasında Anadolu’nun pek çok yerinde binlerce hayvan telef olmuştur. Sığır vebası hastalığı 1. Dünya Savaşı’na kadar irili ufaklı salgınlarla etkisini devam ettirmiştir.

Osmanlı Devleti, insandan insana bulaşan salgın hastalıklarda aldığı önlemlerin neredeyse aynısını hayvan hastalıklarında da uygulamıştır. Öncelikle hastalık mikrobunu taşıyan hayvanların tespitiyle beraber bu hayvanlar karantinaya alınarak sağlam hayvanlarla ilişkisi kesilmekteydi.

Hastalığın bölgesel olarak tespiti halinde ise kordon adı verilen tedbirle hastalık olan yerden diğer yerlere hayvanların geçişi engelleniyordu. Kordon uygulamasında hastalığın olduğu bölgenin çevresine belli aralıklarla jandarmalar dizilerek bir çember oluşturuluyor; hastalık olan yerden hayvan geçişi ve hastalığı yayabileceği değerlendirilen her şeyin geçişi engelleniyordu.

Bunun yanında Osmanlı Devleti halkın da hayvan hastalıkları konusunda bilinçlendirilmesi için belli aralıklarla nizamnameler yayınlayarak hasta hayvanların ne şekilde itlaf edileceğine dair ahaliyi gazeteler üzerinden bilgilendiriyordu. Bu nizamnamelere göre hasta hayvanın derhal kesilerek, kanı dahil her şeyiyle toprağa gömülmesi ve üzerine yanmış kireç atılması gerekiyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin gittikçe sıkılaştırdığı önlemlere rağmen başta toplumun hayvan hastalıkları konusundaki bilgisizliğinin yanında diğer birtakım imkânsızlıklar nedeniyle hastalığın yayılımı engellenemiyordu.

Hayvanlar arasında meydana gelen salgın hastalıkları engellemesi beklenilen baytarlık mesleği Avrupa’da milyonlarla ifade edilen hayvanın ölmesiyle beraber devlet ekonomilerinin bundan ciddi zarar görmesinden sonra gelişebilmiştir.

17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılın başlarında sadece Almanya’da 30.000.000, bütün Avrupa’da ise 200.000.000 hayvan sığır vebasından ölmüştür. Ölen bu hayvanların değeri yaklaşık 37 milyar franktan fazladır. Böylesine büyük ekonomik kayıplar Avrupa’da baytar okullarının kurulmasına ve bu mesleğin gelişmesine öncülük etmiştir. Modern anlamda ilk baytar okulunun 1763’te Fransa’nın Lyon kentinde Claude Bourgelat tarafından kurulduğu kabul edilir.

Osmanlı Devleti’nde modern anlamda baytarlık eğitiminin verildiği okullar Avrupa’dan yaklaşık 150 yıl sonra kurulabilmiştir. Osmanlı Devleti’nde baytarlık eğitimi daha ziyade askeri hayvanların bakımının yapılmasına matuf bir çaba olarak 1835 yılında başlamıştır.

Harp okulu bünyesinde kurulan baytar sınıfı ilk mezunlarını 1853 yılında vermiştir. Sivil anlamda ise baytar okulu ancak 1889’da kurularak ilk mezunlarını 1893 yılında 4 yıllık bir eğitimin sonunda vermiştir. Bu okulda verilen eğitim daha ziyade klasik bilgilerden oluşmakta ve bilimsel açıdan yetersiz kalmıştır.

Baytar okullarının kurulmasına rağmen 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’deki toplam baytar sayısı 250 olarak belirtilmektedir. Buna karşılık aynı tarihlerde sadece Almanya’da toplam baytar sayısı 6.000 civarındadır. Öte yandan zaten az sayıdaki baytarın İstanbul ve Trakya’da bulunması, Osmanlı Devleti’nin diğer yerlerinde hayvan hastalıklarının engellenmesine dönük pratiklerin başarısızlığına neden olmuştur.

Baytarlardan yoksun kalan ahali 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşan basılı medya üzerinden eğitilmeye çalışılmışsa da okur- yazar sayısının düşüklüğü ve diğer nedenlerle hastalığın etkisi kırılamamıştır. Osmanlı Devleti yayınladığı nizamnamelerde hayvan hastalıklarının engellenmesine dönük olarak belirlenen kurallara uymayanlara para ve hapis cezası verilmesine dair düzenlemeler yapmışsa da bu cezalar hastalığın ortadan kaldırılması noktasında başarılı olamamış ve özellikle sığır vebasının ortadan kaldırılmasına dönük asıl gelişmeler 19. yüzyılın sonunda sığır vebası aşısının bulunmasıyla yaşanmıştır.

Dünya genelinde milyonlarca hayvanın ölmesine neden olan sığır vebası hastalığına karşı aşı geliştirme çabaları daha eskilere dayanmakla beraber 19. yüzyılın son çeyreğinde yoğunluk kazanmıştır. Avrupa merkezli Koch ve Pasteur enstitülerinin bu konuda yaptıkları uzun soluklu çalışmalar sonuçsuz kalmıştır.

Sığır vebası aşısı üretimi çalışmalarında asıl ivme Osmanlı Bakteriyolojihane-i Şahane Müdürü Maurice Nicolle’un 3 Mart 1898’de Çatalca’da başlayan salgın sırasında hasta hayvanlar üzerinde yaptığı incelemelerde hastalık mikrobunu keşfiyle yaşanmıştır.

Maurice Nicolle, daha önce Pasteur Enstitüsü’ndeyken İstanbul’daki bir salgını önlemesi için Paris’ten gönderilmiş ve daha sonra Sultan II. Abdülhamid’in isteği doğrultusunda kurulan Bakteriyolojihane-i Şahane’nin müdürü olmuştur.

Maurice Nicolle’un sığır vebası mikrobunu keşfiyle beraber 1902 yılında aşının seri üretimine başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin ve yurtdışından gelen aşı talebine Bakteriyoloji-i Şahane’nin tek başına cevap verememesinden dolayı Eskişehir ve Erzincan’da birer serum üretim bakteriyolojihanesi daha kurulmuştur. Bu iki merkezde üretilen serumların Anadolu’nun dağlık coğrafyasındaki bölgelere dağıtımı sırasında zarar görmeleri ve aşının dağıtımında yaşanan diğer zorluklar nedeniyle Diyarbakır ve Halep’te birer tane daha serum üretim merkezi kurulması düşünülmüşse de bu gerçekleştirilememiştir. Serum üretiminin artmasıyla beraber 1912’de 12.394 olan hayvan telefatı 1913’te 10.094 ve 1914’te 6. 103’e kadar gerilemiştir. 1 Dünya Savaşından sonra ise hastalık etkisini yitirmiştir.

Sabri Mengirkaon

Çok Okunanlar