Bizimle İletişime Geçin

Din ve Hayat

Rüya İçinde Hakikat, Sınav İçinde Hikmet

 Gaflet yurdu bu diyardan sonsuzluk kapısına göç başlamadan önce en büyük arzusu, bir üniversite kazanıp inancına uygun bir şekilde okuyup kutsal davasına hizmet etmekti Kezban’ın. Ama o tertemiz, sevgi ve inanç yüklü kalbi; çok genç yaşta olmasına rağmen bu fani dünyanın dertlerine, stres dolu çalışma temposuna fazla dayanamamıştı. Sessiz sedasız ve ansızın mutlak gerçeğe ulaşmıştı. Ailesine,  dostlarına, öğretmenlerine veda edemeden ölüme tebessüm etmiş ve bütün sevdiklerini gözyaşlarına boğmuştu Kezban

EKLENDİ

:

1995 yılının Haziran ayıydı. Üç yıldan fazla öğretmenlik yaptığım, yüzlerce öğrencimle onlarca arkadaşımı geride bıraktığım İstanbul’a her yaz tatilinde olduğu gibi hem ziyarete hem de gezmeye gitmiştik ailemle. Bir hafta kalmayı düşündüğümüz İstanbul seyahatimizde Kartal’daki bazı dost, komşu ve öğrencilerimle görüşmeyi de hayal ediyordum. Ayrıca İstanbul’u gezerken eşimin yakın akrabalarını da ziyaret etmek istiyorduk.

Eşimin Esenler’de oturan teyzesigilde kaldığımız bir gecede sabaha karşı beni çok etkileyen ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda o yıllarda görev yaptığım Terme Lisesi’nden mezun çok sevgili kız öğrencilerim, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Onlara “Ne oldu kızlar, niçin böyle ağlıyorsunuz?” diye sordum. Bazı öğrencilerim ağlayarak “Ahmet Hocam, çok sevdiğimiz arkadaşımızı kaybettik.” diye cevap verdiler. “Kim, nerde?” diye sordum öğrencilerime büyük bir merak ve hüzünle. “Hocam, sizin de çok sevdiğiniz arkadaşımız vefat etti.” dediler ve bir tabuta kapandılar için için ağlayarak. Tam o sırada terlemiş olarak ve gözlerimden yaşlar dökülerek uyandım ben.

Gördüğüm rüyadan çok etkilenmiştim. Yüreğim acıyordu. Az sonra ezan sesleri duydum bir camiden. Kalkıp abdest aldım ve sabah namazını kıldım. Namaz sonrası dua ederken gördüğüm bu ilginç rüyamı düşünüyor, hayırdır inşallah diyordum içimden. Rabbim, sevdiklerimin ölüm acısını bana genç yaşta yaşatma, diye de dua ediyordum. Tekrar yattıysam da gözlerime uyku girmedi bir türlü. Sürekli olarak rüyamı düşünüyordum. Acaba memlekette benim çok sevdiğim biri mi vefat etti, diye iyice endişelenmeye başlamıştım.

İstanbul’da havalar çok yağışlı olsa da eski öğrencilerimle görüşebilmek umuduyla Bakırköy’den ta Kadıköy’e kadar gittim o gün. Bazı öğrencilerimi telefonla aradım. Kimi müsait değildi, kimi de İstanbul’da değildi. Sevgili öğrencilerimle hasret gideremeyince yüreğim daha da yandı. Koca İstanbul’da hatıralarımla baş başa kalmıştım. Kartal’daki eski komşu ve dostlarımı görmekten vazgeçip hüzünle otogara gidip memleketim Terme’ye dönüş bileti aldım o akşam için. Eşime “Dönüyoruz bu akşam.” deyince çok şaşırıp üzüldü. “İstanbul’a geleli daha 3 gün olmuşken, görüşeceğimiz onca insan ve gezeceğimiz bir sürü yer varken niçin alelacele dönüyoruz?” diye sitem etti eşim bana haklı olarak. Ben de “İçimde büyük bir sıkıntı var, çok huzursuzum, sonra söylerim sebebini.” dedim eşime.

Ailece geceleyin otobüse binip Samsun’a dönerken eşim bana “Memleketten kötü bir haber aldın da benden mi gizliyorsun yoksa?” dedi. Hayır, canım, öyle bir şey yok inan, dediysem de eşim ikna olmadı. Ona bir gece önce gördüğüm ilginç rüyayı anlattım otobüste ve “İçimden bir ses, bana memlekette benim çok sevdiğim biri vefat etti, büyük bir ihtimalle de sevdiğim bir öğrenci bu diyor.” dedim. Sevgili eşim, “Allah Allah, bana rüyayla amel edilmez diyen, etkilenip anlattığım rüyalarıma tepki gösteren sen, bir rüya üzerine mi bu kararı alıp dönüyorsun şimdi memlekete!” diye sitem etti. “Haklısın canım ama bu rüya bambaşkaydı, inan çok etkilendim. Bazen rüyalar, hakikat ve uyarı olabilir, dedim. Eşim, “Hayrola canım, inşallah yaramaz bir durum olmamıştır Terme’de.” diye teselli etmeye çalıştı beni.

Terme’ye gelinceye kadar gözüme uyku girmedi endişe ve derin düşüncelerden. Terme’ye döndüğümüzde annemlere uğradık önce. Kötü bir atmosfer yoktu ortada. Biraz rahatlamıştım. Hep birlikte yaptığımız kahvaltıda merakla “Anne, biz İstanbul’a gittikten sonra beni ilgilendiren kötü bir şey oldu mu Terme’de?” diye sordum. Annem, hayır oğlum, ne olsun, dedi. Anne, doğru söyle bana, gerçekten bir şey olmadı mı diye tekrar sorunca “Evet oğlum, şimdi aklıma geldi, senin Kezban isimli bir öğrencinin annesi,  kızcağızı sabahleyin yatağında ölü bulmuş.” deyince şok oldum o an. Eşimle göz göze geldik. “Aman Allah’ım, sen rüyanda bunu görmüşsün meğer!” dedi büyük bir hüzünle. Ben önce lâl oldum, sonra sofrada ağlamaya başladım için için. Sevdiklerimi, özellikle de küçük çocuklarımı aşırı üzmemek için kalkıp odaya gittim, dakikalarca hıçkıra hıçkıra gözyaşı döktüm Kezban öğrencimin ardından. Eşim ve annem beni teselli etmeye çalıştılar.

Aman Allah’ım, böyle bir şey nasıl olurdu! Sevgili öğrencim Kezban ile vefatından bir hafta önce Terme köprüsünde karşılaşıp ayaküstü sohbet etmiştik. Samsun’da bir “cemaat!” yurdunda kaldığını, günde 10-12 saat süren bir üniversite hazırlık kampında olduğunu ifade etmişti. Ben de bunun çok ağır çalışma olduğunu, kendisine çok zarar vereceğini, orayı terk etmesi gerektiğini, beni telefonla her zaman arayabileceğini hatta evimize bile gelip sohbet edebileceğimizi söylemiştim kendisine. Telefon numaramı yazıp verince kendisine çok sevinip teşekkür etmişti bana. İstanbul’a gittiğimiz gün bana haber vermeden evimize gelmiş ama eşimle biraz sohbet edip gitmiş üzülerek. İstanbul’a gittiğimiz o gece telefonla aramıştı beni Kezban öğrencim. Üniversite sınavına bir hafta kala çok heyecanlı ve stres içindeydi. Sınavdan önce yapacağı tercihlerle ilgili de çok endişeliydi. İyi bir öğretmen olmak istiyordu. Onu rahatlatmak ve motive etmek için biraz rehberlik etmeye çalışmıştım. İstanbul dönüşü mutlaka görüşeceğiz Kezban kızım, demiştim. Meğerse veda konuşmamız imiş bu.

Gaflet yurdu bu diyardan sonsuzluk kapısına göç başlamadan önce en büyük arzusu, bir üniversite kazanıp inancına uygun bir şekilde okuyup kutsal davasına hizmet etmekti Kezban’ın. Ama o tertemiz, sevgi ve inanç yüklü kalbi; çok genç yaşta olmasına rağmen bu fani dünyanın dertlerine, stres dolu çalışma temposuna fazla dayanamamıştı. Sessiz sedasız ve ansızın mutlak gerçeğe ulaşmıştı. Ailesine,  dostlarına, öğretmenlerine veda edemeden ölüme tebessüm etmiş ve bütün sevdiklerini gözyaşlarına boğmuştu Kezban.

“Anlatmaya varmaz dilim ölümü / Yakınlaşır yerle gök, o gün gelir, / Kim bilecek dağdan alır hüznümü, / İnsan davete şaşkın, üzgün gelir.” (Ramazan Tunç)

Sevgili Kezban, ölümden pek korkmuyordu. Ölüm duygusuyla iç içeydi sanki. Ölüm hakikatini bir yok oluş olarak değil, bir diriliş ve hakiki varlığa kavuşma olarak telakki ediyordu. Bir Müslümanın ölüm karşısındaki duyarlılığına sahipti o. Yüzü gibi kalbi de tertemizdi sevgili öğrencimin. Babasının ölüm acısını küçük yaşta tatmış olması, onu bu konuda daha hassas ve olgun kılmıştı sanıyorum.

Rahmetli Kezban, lise son sınıfta okurken Kültür, Edebiyat ve Yayın Kolu olarak, “Güzel Şiir Okuma Yarışması” düzenlemeyi kararlaştırmıştık. Kezban öğrencim, yarışma öncesi bana gelerek “Hocam, bu yarışmaya katılmayı çok istiyorum ama başarılı olabilir miyim diye endişe ediyorum. Bana yardımcı olabilir misiniz?” demişti. Ben de kendisine bir önceki dönemde yaptığımız şiir okuma yarışmasında Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü” isimli şiirini çok güzel ve içten okuyarak üçüncü olduğunu hatırlatarak kendisine güvenmesini telkin etmiştim. Ne garip tecellidir ki Kezban, o yarışma için yapılan provada Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirini okumuştu. Doğrusu çok şaşırmıştım. O yaştaki öğrencilerin pek iltifat etmedikleri ve okumaya çekindikleri bu şiiri okumasına hem hayret etmiş hem de sevinmiştim. Çok içten, tabii ve güzel okumuştu ölüm temalı şiiri. Şiirden şuura yol almıştı o. Kezban’ı tebrik ederek ona “Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi” isimli eserimi imzalayıp hediye ettiğimde ne kadar çok mutlu olmuştu.

Biz, o yarışmayı kapitalist, idealsiz, sorumsuz bir edebiyat öğretmeninin, “Ders saatimin sonunda yarışma bitmezse jüriden ayrılıp giderim. Bunun için ekstra ücret almıyoruz ya…” dediği için yapamamıştık maalesef! Kezban, şiirini okuyamamanın derin üzüntüsü içindeydi. “Neden bu şiir yarışmasını yapamıyoruz Ahmet Hocam?” diye sitem etmişti kahırla. Ama şiirini ezberlemişti Kezban. Sanki şiir okuma yarışmasında değil de, ebedi hayat imtihanına ve ölümle başlayan yolculuğa hazırlanmıştı. Ama insan, sevdiklerinin hele genç yaştaki insanların “zamandan demir almak günü”nü düşünmek istemiyor ve genellikle sonsuza gidiş yolculuğunda insan, sevdiklerine veda edemiyor. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”

Sevgili öğrencim Kezban, bu şiirle olgun bir insanın ferasetiyle her şeyi en veciz bir şekilde söyleyerek, bize en büyük hakikati bir kez daha hatırlatmak istemişti sanki. O; yalnız sözleriyle değil, o dönemlerde yoğunlaşan İslam’ı öğrenme, yaşama ve tesettür bilinciyle de ebedi yolculuğuna hazırlanıyordu. Aliya İzzetbegoviç’in “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.” sözünün gereğini yapmaya gayret ediyordu. Kezban kızım, “sessiz gemi”ye binerken azıksız gitmek istemiyordu. “Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.” (Yahya Kemal)

Erdemiyle, şiir ve okuma aşkıyla yüreğime çok dokunan öğrencim Kezban’ın ölümüne onu çok seven bir öğretmeni olarak inanmak istemedim. Çok hazırlıksız yakalanmıştım bu ölüm olayına. İsmet Özel’in dediği gibi “Ben öyle bilirim ki yaşamak, berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır.” diye inanmıştım ama Kezban öğrencime karşı yapmam gerekenleri tam yapamamış, onu o girdaptan kurtaramamıştım ben. Elbette kaderde yazılı olan ölüm saati değişmezdi. Ama yine de insan… İnsanın kimin, nerde nasıl öleceğini bilemeyeceğini bir kez daha idrak etmiştim. Ve ilk kez kendi ölümümü bu derece tefekkür edebilmiştim. Kezban öğrencimiz, üniversite sınavı öncesinde ani vefat edişiyle fani heveslerin ne kadar yalan olduğunu hatırlatmıştı bize ismi gibi. En büyük hakikatin de ölüm ve ahret olduğunun şuuruna erdirmişti bizi

“Neylersin ölüm herkesin başında. / Uyudun, uyanamadın olacak. / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, / Taht misali o musalla taşında.” (Cahit Sıtkı Tarancı)

Edepli, faziletli, azimli ve şiir yürekli öğrencimi ebedî yolcuğuna uğurlayamamıştım. Son önemli bir vazifemi yapamamanın da ayrı bir üzüntüsünü yaşadım. En büyük tesellim, gül yürekli öğrencimin Rabbine imanla kavuşmuş olduğu inancımdır. Yunus Emre’nin dediği gibi “Ten fanidir can ölmez, ölenler geri gelmez. / Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”

Sevgili öğrencim Kezban’ı her zaman rahmet, dua, hasret, hüzün, hikmet ve ibretle andım. Gül yürekli kızımı güzel ahlakıyla örnek bir talebe olarak anlattım öğrencilerime. Üniversite sınavından bir hafta önce Kezban öğrencimin vefatını örnek vererek hayatın fani olduğunu, ölümden evvel ona hazırlanmanın önemini, ölümün genç yaşta da olabileceği hakikatini hatırlatarak onlara ve velilere üniversite sınavını hayat memat meselesi yapmamaları gerektiğini; gücümüzün üstünde yük yüklenmeden elimizden geleni yaptıktan sonra tevekkülle hikmete ram olmamızı, “sınav içinde imtihan” olduğumuzu ifade ettim hep. Rabbim, hakikatli öğrencim Kezban’a rahmet eylesin, mekânını cennet eylesin. Cennette kavuşup şiir okuruz inşallah.

 

“Sonra bir mezarlıkta

Bir çukurun başında

Bir kapının ağzında

Herkes susar

Konuşur ölüm

Ve sürer hayat.

Bazan bir tekerlek altında

Ansızın gelir ölüm

Apansız biter sınav

Bir elektrik kesilmesi gibi

Kesilir tûlu emel.”

(Erdem Bayazıt, Ölüm Risalesi’nden)

Çok Okunanlar