“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin” der Sezai Karakoç. Ya da “Sürgün ülkeden başkentler başkentine”… Sanat erbabı, sürgününü geri çağıran bir yüreğin peşindedir. Acıyla pişmiş bir aşkın peşinde, gözyaşıyla sulanmış bir gülün peşinde, alın teriyle yoğrulmuş bir elin peşinde, bir ülkenin sürgün çocuğunu gördüğünde göğsünü sıkıştıran yufka bir yüreğin peşinde…
Sürgün, insan doğası içinde karmaşık ama çözüme götüren bir ayrılığın, yurdundan koparılmanın, sıcak bir yuva özlemini duymanın, kimsesizliğin, yabancılığın, sahipsizliğin ve en önemlisi vatansızlığın adıdır. Tarihin dönüm noktalarının en önemli olayları; bir önderin, bir mazlumun, bir kimsesizin, bir garibin, bir yoksulun kendi yurdunu, ana-baba toprağını, kanıyla, canıyla, suyuyla, toprağıyla yoğrulduğu ata yurdunu terk ettirilmesiyle, kovulmasıyla birlikte, terk-i diyar edip başka bir el’e gitmesi ve orayı mesken tutmasıyla başlar.
İslam Peygamberinin şehrinden sürgünü, tıpkı kardeşleri Musa’nın Mısır’dan, Yusuf’un Kenan’dan, İsa’nın Kudüs’ten, Yunus’un Ninova’dan sürgünü gibi; Siddarta’nın kendi köyünden, Konfüçyus’un da kendi bedeninden sürgünü gibidir. Ya da Mandela’nın Afrika’dan, Humeyni’nin İran’dan, Arafat’ın Filistin’den, Ho Şi Min’in Vietnam’dan sürgünü, bir şairin, bir âşığın kendi yüreğinden sürgünü gibidir…
Sürgün, sanatçının kalbinde ilk eylemin başlangıç noktasıdır. Çünkü yukarıda saydığımız örneklerde olduğu gibi bir haykırışı, bir başkaldırışı, bir yeniden silkinişi ve varlığının ispatı için önemli ve kayda değer bir eylem gerçekleştirmişlerdir. İşte sanatçının da ilk sürgün olduğu yer bu yürektir, daha doğru bir anlatımla âşığının yüreğidir. Bu sürgün büyük bir infial doğuracak, yeni eylemler ve yeni yaratıcı güçler kazanacaktır.
Sürgünlerin çocukları daha atak, daha savaşçı ve daha uyanık…
Kim bilir belki de sanatçılar “bu sürgünün bir süreği”ni devam ettirmek için gelen seslere kulak vermiyorlar.
Ne dersiniz?