Bizimle İletişime Geçin

Düşünce

Toplumsal Pataloji Bir Kapitalist Anksiyete Biçimi Olarak Şiddet

Gündelik hayat akışını bozan bir eylem olarak şiddeti hukuki metinler üzerinden tartışmak, kadına yönelik şiddetin tarihsel/toplumsal/simgesel arka planını görmezden gelmeye yol açmakta ve kapitalizmin sosyal bedende oluşturduğu patolojik durumları “erkek”leştirmektedir.

EKLENDİ

:

Yazar: Prof. Dr. Zülküf Kara

Modern toplum rasyonel karakteri nedeniyle “ahlaki alanın” daraldığı, “hukuki alanın” ise sürekli genişlediği toplumdur. Modern devlet, ahlakın toplumsal yapı ve hayatı tanzim etmedeki “eksikliğini” telafi etmek adına hukuku ve yasayı tatbik eder ve toplumsal düzeni sağlamaya çalışır. Modern devlet sahip olduğu hukuksal güç ve yasa(ma) pratiğiyle, doğru ve yanlışın muhakemesini insanların kendilerine bırakmaz ve dolayısıyla onların bu konudaki otoritelerini tanımaz. Ahlaki muhakeme ve özerkliğin yerine hukuki yasamayı ikame ederek toplumsal düzeni inşa etmeye çalışır. Zira ahlaki normların toplumsal hayatı düzenlemedeki başarısızlığı şiddete neden olur ve düzenin sağlanması adına devletin temellük ettiği hukuki gücü devreye girer. Ahlakın yetersizliğinin doğal sonucu, bireyin toplumla ve diğer bireylerle ilişkisinin şiddet biçiminde ortaya çıkmasıdır.

Toplumsal düzen fikri son tahlilde şiddeti toplumsal alandan bertaraf etme amacı taşır. Modernlik, bu bağlamda bir uygarlaşma sürecidir ve uygarlık, şiddetin olmadığı bir toplum ütopyasıdır. Bir ütopyadır çünkü bu, aynı zamanda imkaânsız bir ödevdir. En sade okuma biçimiyle bile tarih, şiddetin sonuçlarının, insanların şiddeti denetim altına alma çabalarının ve bunu yaparken yeni şiddet biçimleri üretmelerinin tarihidir. Bu süreç Zygmunt Bauman’ın deyişiyle, “şiddet karnavalı”nın, John Keane’nin “şiddetin uzun yüzyılı” olarak tasvir ettiği modern zamanlarda deneyimlendi ve deneyimlenmektedir. Kean’e göre, şiddetin olmadığı bir uygarlaşma projesi olarak ortaya çıkan modernite, şiddetin tüm dinamikleriyle yayıldığı ve toplumsalın kılcallarına kadar sindiği bir dönem olarak ifade edilmektedir.

Max Weber’in fiziksel gücün devletin tekeline geçmesiyle bireyler arasındaki şiddetin, “herkesin herkese karşı savaşının” ortadan kalkacağını müjdeleyen öngörüsü hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. İnsanların doğasında var olan şiddet eğiliminin ortadan kalkacağına dair arzusu da. Bugün sosyal bilimler toplumsal alanın her katmanında cereyan eden şiddet deneyimini anlamaya çabalamaktadır. Özellikle de cinsiyetlendirilmiş şiddeti. Bugün deneyimlemekte olduğumuz şiddet sarmalının yaygınlığını ortaya koyan veriler şiddetin olası kurbanları arasında kadınların ilk sırada yer aldıklarını göstermiştir. Sosyal bilimler, dünyada ve Türkiye’de kadınların maruz kaldığı şiddetin gittikçe artıyor oluşunu anlamak için yeni kavramsal araçlara ihtiyaç duymaktadır. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerine dair veriler bize bir kez daha göstermiştir ki, olgu aynı zamanda ahlaki bir problemdir. Ötekini (bir kadın olarak ötekini) merkeze alan ahlaki bir perspektifle değerlendirilmesinin gerekliliğiyle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kadın-erkek eşitliğinin ve “ötekinin” haklarının hukuki olarak güvenceye alınmasının yanı sıra toplumsal ahlakı düzenleyecek yeni kavramsal ve kuramsal çerçevelere ihtiyaç duyduğumuz da apaçık ortadadır. Dolayısıyla, “cinsiyetlendirilmiş şiddetin” toplumsal ahlakta gömülü olduğu fikrini akıldan hiçbir şekilde çıkarmamak gerekmektedir. Devletin bütün hukuksal düzenlemelerine rağmen kadınların maruz kaldığı şiddetin ve cinayetlerin giderek artıyor oluşu, olgunun hukuki değil, ahlaki bir problem olduğunu kanıtlamaktadır. Bu bağlamda Levinas, ötekinin özerkliğini, özgürlüğünü başkalığını temel alan ahlak tasavvuruyla ahlaki olanı “cinsiyetler arası” ilişkilerde açmaktadır. Bir birey olarak kadın, fiziksel ve zihinsel yapısıyla erkekten mutlak anlamdaki farklılığı, başkalığı ile erkeğin ötekisidir. Öteki her zaman farklı, ben’den ayrı, ben’e dışsaldır. Ben, her zaman ötekinin ben’den farklılığına kabul etmek zorundayım. Ötekinin farklılığının, başkalığının ve dışsallığının reddi şiddeti başlatır. Bugün kadının maruz kaldığı şiddetin kaynağı, bu ahlaki koşulun reddediliyor oluşundadır. Erkek, kadının erkekten bağımsızlığını, farklılığını, özgürlüğünü ve özerkliğini tanımamakta ve bastırmaktadır. Bunu da şiddet vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Levinas’ın ilk felsefe olarak “etik” kavrayışı cinsiyetli şiddeti anlamada sosyal bilimler için yeni kavramsal araçlar ve yeni bir perspektifler sunmaktadır.

Diğer taraftan toplumsal ahlaka gömülü olan şiddetin cinsiyetçi hali, doğru yöntemlerle bir tartışma zeminine oturtulmadığında, kadınlığın kendisi kapitalist düzen lehine yeniden kurulmakta/gerilmekte ve patolojik bir unsur olarak toplumsallaşmaktadır. Deleuze, kapitalizmle baş etmek veya onu zayıflatmak için “kadın-oluş”u bir mücadele pratiği olarak sunmuşken, kadınların hak ve eşitlik mücadelelerinde bizzat kadın-oluş’u terk etmeleri ve erkek tipolojisi üzerinden cinsiyetlerini “sağlama” almaları paradoksal bir durum gibi görünmektedir. Gündelik hayat akışını bozan bir eylem olarak şiddeti hukuki metinler üzerinden tartışmak, kadına yönelik şiddetin tarihsel/toplumsal/simgesel arka planını görmezden gelmeye yol açmakta ve kapitalizmin sosyal bedende oluşturduğu patolojik durumları “erkek”leştirmektedir.

Çok Okunanlar