Edebiyat
Yaz Bitti…
Yaz bitti… Ağustostan kalma ruhlarımız birer ikişer gölgelere çekilirken, gün sararan taflanlar kadar genzimizi tutuşturdu çoktan. Denizciler, yaylacılar, üç-beş güncüler, özlemin çivit mavisini yeşil yapraklarla birlikte deniz kabuklarına, hediyelik eşyalara, nazar boncuklarına bağışladılar. Mevsim sinemasında matine, suare zamanları yerini yenilenmiş ruhlara bırakıverdi…
EKLENDİ
-:
Yazar:
Reşit Güngör KalkanYaz bitti…
Ağustostan kalma ruhlarımız birer ikişer gölgelere çekilirken, gün sararan taflanlar kadar genzimizi tutuşturdu çoktan. Denizciler, yaylacılar, üç-beş güncüler, özlemin çivit mavisini yeşil yapraklarla birlikte deniz kabuklarına, hediyelik eşyalara, nazar boncuklarına bağışladılar. Mevsim sinemasında matine, suare zamanları yerini yenilenmiş ruhlara bırakıverdi. Dönüş yolunda kıyılara, denizin yalayışlarına savrulan düşler kadar yorgun değildir hiçbir hatıra. Yorgun değildir geçip giden ölüm haberleriyle ruhlarımızı avuçlarında tutan zaman. Dalgınlığımızın o esrik fotoğrafları arasında duran şey, o silinmeyen, o her türden kahırlanmaların zihinlerimizde açtığı yara, işte devasa bir obruk kadar bitmeyen ne varsa, kirli bir yaz içinde yazgımızda birikti nasıl olsa. Eskimiş bir yaz ertesinde hepimiz, bir hastanın göğsünde kımıldanıp duran öksürük kadar yorgunuz artık. Yorgunuz ve kötücül düşlerin ardından sonraki yaz, yeniden nefes alabilir miyim acabanın tedirginliğiyle, “yaz bitti ve ben yazlar kadar yalnızım” düşüncesini büyüteceğiz bundan sonra kış ağzında. Pencere önlerinde titreşen fesleğenler gibi kurumuş, en az olar kadar tek dal, tek kök hâlinde bitireceğiz yazı. Hem denizcilerin, yaylacıların, üç-beş güncülerin o özlemin çivit mavisini yeşil yapraklarla kuşlara bağışladıkları hüzün, bir yerde mutlaka çevirecek yolumuzu.
İşte yaz bitti…
Üstelik ağustos, içimizde tedirgin günler bırakarak tükendi. Aynı tedirginlikle uçarı hazları, büklümlü hatıraları ve tekrar dönüş ‘söz’lerini ceplerimize dolduruverdi. Şimdi aynı deniz ve yayla sarhoşluğu içinde kıpkızıl bir gül taşıyoruz göğüslerimizde. “Yorgunluklar alıp kargılar dağıtan” günlerin eskimeye başladığı aşikâr. Eskiyen, eskidikçe hıçkırıklarımızı yorgun güneşlere bağışlayan hayat, zaten hiçbir zaman sevgili olmadı ki bizlere. Küllenen olmadı o ağır sancılarıyla aramızdan geçip giden kara eylül. Alnımıza bilgilerden bir çelenk koymadı zamanın ekimle koklaşan efendileri. Ne kadar sustuysak o denli uzak düştük geçmiş çağların aydınlık, güneşli zamanlarından. Şimdi önümüz kış! Teşrin yapraklarıyla ağır sancılar altında ağrıyacak yazdan kalma bütün fotoğraflar!.. Bütün fotoğraflar, “ben de yaşadım dünya üzerinde” demek için çekinilmez mi zaten? Yaz, ağustos ve fotoğraflar arasında bir an durup düşününce, eskimez olan neymiş, kimmiş zamanı parçalara bölen, diye sormadan olmuyor nihayetinde. Yaz biterken, güneşle sarıp sarmalanan ruhlarımız, doğrusu kışa doğru yeni bir yolculuğun işaretlerini taşır bedenlerimizde; mevsimlik giysiler, sil baştan kararlar, aylık programlar ve kim bilir belki de biten bir sevdanın kuşu uçurulur gökyüzüne ki, yenisini bekleyedurur bütün sancılı yürekler. Bu tarifi yapmaya güç yetirebileceğimi hiç sanmıyorum ama bana öyle geliyor ki yaz, her şeyi tadında bırakarak, ruhlarımızla büzüşüp kendi içimize çekilmenin zıttıdır kış karşısında. Ve ardından birer birer sökün eden o cânım hatıralarla baş başa kalmanın adıdır en çok.
Sonra yaz biterken, hatırlıyorum, yazlık sinemalarda, boş koltuklarda unutulmuş ve gözyaşlarıyla ıslanmış oyalı mendilleriyle en çok da o kızları severdik. O işçi kızlar, her sabah gün doğarken fabrika servislerine doluşur, gözleri camlarda, binbir umudun aydınlattığı yorgun, uykulu ve fakat ışıltılı gözleriyle dünyayı selâmlarlardı. Hafta sonları eğer izin almışlarsa ağabeylerinden, iki bilet, bir gazoz ve bir avuç da çekirdek parasıyla yığılıverirlerdi beyaz perdenin karşısına. Ferdi Tayfur her defasında yumruklardı da duvarları, yıldızlar mavi gök altında üstümüze dökülürdü pul pul. Gazoz durağında soluklanırken, geriye dönüp baktığımızda, sandalyelere sıralanmış o işçi kızların ellerinde tuttukları mendiller ve ağlamaktan kızarmış gözlerle içli hayâller kurduklarını hissederdik. Kadir Savun çıkagelirdi sonra birdenbire ve içimiz ısınırdı o her defasında, “Bey, sen beysin, elbet daha iyisini bilirsin. Lâkin ayırma birbirini seven iki genci.” deyişiyle. Bey’den paparayı yedikten sonra ise, sessizce yüzünü eğip çıkardı aksayan bacağını sürüyerek. Sesler ve renkler birbirine karışırdı da her “aşk” sözcüğünde sesimiz kısılır, rengimiz geceye karışırdı belli belirsiz. Film kopar, perde kararır ve unuttuğumuz kızlar gelirdi aklımıza; bir köşesinde on altılık delikanlı olmak varsa hayatın, öbür köşesinde “Seni benden alamazlar, ya benimsin ya toprağın…” düsturu boy verirdi. Verirdi vermesine ya, yine de duyardık o oyalı mendilini sinemada unutmuş yârın bir pazar akşamı çifte davul ve arsız bir zurna ile gelin gittiğini mahallemizden. İçimiz kavruk, dermanımız kesik, afişlerde büyüyen Orhan Gencebay gururuyla vurup çıkardık kapıyı. Gömleğimizde film lekesi, aklımızda çifte davul arsız zurna, bir elimizde üstüpü diğerinde çekiç, beklerdi bizi hafta içi devasa tezhâhıyla torna. Biz, kangren olmuş bir kahırla yankılanırdık yazlık sinemalarda; Yılmaz Güney çekip ondörtlüyü, bol barutlu bir sahne içinde hasmına kurşun yağdırırken, biz peşi sıra şahlanırdık. Atının terkisine vurduğu yavuklusuna vurulurduk da, nefeslerimiz kırk boğum boğazımızda özlemek faslıyla kan tükürürdük.
İşte biz sonra, biten yazlarla birdenbire büyüyen taşranın o güzel çocukları yani, deniz yüzü görmemiş çaresizliğimizle çekip giden yaza içlenirdik gizli gizli. Çekip giden yazla biz, Ferdi Tayfur kadar zavallı, Kadir Savun gibi sevecen ve Yılmaz Güney denli hırsla doğranmış umutlarımızı yeniden ve bir daha yoksulluğumuza bağışlardık. Anlamazdık bilmem ki neden, deniz görmüş çocukların anlattıkları hikâyelerden. Sonrasızlığın ardında koşan bitirimler kimdi, hiç bilmezdik. Yavan aş, duru ayran ve komşu çocuklardan aldığımız kitaplarla bir üst sınıfa geçenlerdik nasıl olsa; bizden kim, ne umabilirdi ki hem? Dedim ya, dalgınlığımızın o esrik fotoğrafları arasında duran şey, o silinmeyen, o her türden kahırlanmaların zihinlerimizde açtığı yara, işte devasa bir obruk kadar bitmeyen ne varsa, kirli bir yaz içinde yazgımızda birikmişti nasıl olsa. Eskimiş bir yaz ertesinde hepimiz, bir hastanın göğsünde kımıldanıp duran öksürük kadar yorgunuz artık. Yorgunuz ve kötücül düşlerin ardından sonraki yaz, yeniden nefes alabilir miyim acabanın tedirginliğiyle, “yaz bitti ve ben yazlar kadar yalnızım” düşüncesini büyüteceğiz bundan sonra kış ağzında.
İşte çok sonraları yazlık sinemalar da kışa döndü; biz yaralı bir çocukluk sancısının içinden geçip giderken o yazlık sinemalarla dönen kışa, önümüzde devasa obruklar kadar çoğalan ne varsa, kirli bir yaz içinde yazgımızda birikti dağlarca.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Kavram-
Bize “Baby Boomer/Bebek Patlaması” Kuşağı Diyorlar
- Kültür Sanat-
“Hatiboğlu Ailesi” Ulusal Sempozyumu Burdur’da Düzenlenecek
- Kavram-
Bedevilikten Kurtuluş
- Gezi Yazısı-
Şehriyar, Ah…
- Edebiyat-
Sıla Ölür Gurbet Kalır
- Kavram-
Millî Tarih Bilinci Üzerine
- Düşünce-
Dünya: Yerel ve Küresel Oyun Sahası
- Edebiyat-
Susmak İnce İşçilik İster