Ahmet Çelik Hoca ile buluşacağımız semtin adını belirledik; ama ‘neresinde?’ sorusu hâlâ cevapsızdı. Bilenler kırk yer sayarlar, ama İstanbul’a yabancı iki kişinin “şurada buluşalım” demesi hiç kolay iş değildi.
Gelen dolmuşlar tepeleme doluydu. Camlara yapışmış yorgun yüzler dikkatimi çekti. Hafifçe çiseleyen yağmur saçımı, alnımı ıslatıyordu. Miskince dolaşan kediler bana ilham verdi ve dolmuştan ümidi kesip metroya yöneldim. Sekiz durak sonra Vezneciler’de indim.
Tam Ahmet Hoca’dan konum isteyecekken bir anda kafa kafaya geldik! Olacak iş mi! İnsan böylesine kolay bir buluşmaya sevinmez mi?
Ahmet Hoca, Vezneciler’de nerede bulunur? Elbette kitapçılarda! Yıllar geçti, ama kitaba kaleme, kâğıda olan sevgisi eksilmedi. Kucaklaşıp hâl hatır sorduk, ayaküstü birkaç kelam ettik. Ardından içinde kitapçıların sıralandığı pasaja geçtik. İrili ufaklı dükkânların rafları rengârenk kitaplarla doluydu.
Ne ben ona ne de o bana “yaşlanmışsın” demedik. Modası geçiyor bazı devrelerin de. İlk başta söyleyen de duyan da biraz yadırgasa da sonunda kabulleniyor insan.
Vefa sokaklarına doğru yürüdük. Hani, “Vefa, İstanbul’da bir semt adıymış meğer” diye anılan o yer. Daracık taş sokakları, yüksek duvarları ve medrese, çeşme ile kitabe kalıntılarıyla Vefa, taşlardan sızan seslerle derin bir hissiyatla sarıp sarmalıyordu.
Zaman bu sokaklarda ağır akıyordu sanki her adımda geçmişin nefesini yüzümüze vuruyordu. Sessizliklerin içinde gizlenmiş fısıltılar, birilerinin her an ortaya çıkacağı hissini uyandırıyordu.
Vefalı Abla’nın yerinde dondurmalı irmik helvası yedik, çay içip dertleştik. Ayrı geçen zamanların küçük bir muhasebesini yaptık. Vefa Bozacısının önü her zamanki gibi kalabalıktı; bir iki kare fotoğraf çektirip yola devam ettik. Vefa Lisesi’nden Süleymaniye taraflarına uzandık.
Kanaatkâr bir hayat yaşayan, iddiasız, ilkeli insanları severim. Ahmet Hoca da böyledir. Bir medrese talebesi vakarında yaşar; hayatının merkezinde kitap vardır, kalem, defter, yazı.
Ahmet Hoca akrabamdır, benden birkaç yaş büyük. Medrese ve yol arkadaşlığımız vardır. Antep’te imamlık yapar. Gürültüsü, telaşesi yoktur; kendi halinde yaşar.
Bu tür buluşmaların “falanca ne haldedir?” faslı vardır. Akrabalar, arkadaşlar, tanıdıklar derken farkında olmadan bir sıla-i rahim de ifa edilir. İki kişilik sohbetinize başkaları da dahil olur. Maziye yerleşmiş hatıralar, şehrin değişen çehresi, yeni adetler… Ve bu hengâmede bir eskiyiş, kenara alınma.
Mevsim sonbahar. Hava serin, arada ince bir yağmur düşüyor. İnsan böyle havalarda garipliğini daha çok hissediyor. Bildiği yere yetişmek için acele ediyor; yoksa kaybolacak, biri sataşacak sanıyor.
Hayat, bir dostu kucaklamak, bir ikindi serinliğinde biraz gezinmek, sonra hüzne bulanıp “haydi bana eyvallah” demek kadardır.
O kadar; gerisini fazla ciddiye almamalı.
Vefa semti güzeldir; ama asıl vefa, çok daha güzeldir…

Vefa’ya gidince helva yenmez. Vefa’nın helvası, gazozu, şu su busu yoktu. Son yılların icadı onlar. Vefa’da sadece boza içilir. Eski insanlar, eski vefa olmasa da eski boza da yok o ayrı.. Ancak, Vefa bir iki kelime ile de anlatılmaz. Siz geçip gitmişsiniz. Biz yazınızda VEFA aradık. Vefa anlatılamamış.. Yazınıza VEFALI BİR DOSTUNUZU ANLATMIŞSINIZ.