Bizimle İletişime Geçin

Din ve Hayat

“Kara Veba”nın Doğu’daki Etkileri Üzerine

Kıbrıs’a kaçan on dört kişiden ancak dördü oraya ulaşabildi; diğerleri yolda helâk oldu. Bu adamlar Kıbrıs’ta kimseyi bulamadılar. Trablus’a döndüler. Frenk vilâyetlerine giden gemiler, buralarda da halkın çoğunun ölmüş olduğunu gördüler.

EKLENDİ

:

İslam Tarihinin Kaynakları -Tarih ve Müverrihler- (İstanbul: Endülüs Yayınları, 1991) adlı eserinde Mehmet Şemseddin Günaltay (ö. 1961), adından da anlaşılacağı üzere İslam tarihinin kaynakları ve müellifleri hakkında bilgiler vermektedir. Hayatı ve eserlerine yer verdiği pek çok önemli şahsiyetten birisi de tarihçi, fakîh, dil ve edebiyat âlimi, mutasavvıf ve şair Ebû Hafs Zeynüddîn Ömer b. el-Muzaffer b. Ömer el-Bekrî el-Kureşî el-Maarrî İbnü’l-Verdî’dir. (ö. 749/1349).

İbnü’l-Verdî (Verd, Arapça’da gül demektir.), 691 yılında (1292) Kuzey Suriye’deki Maarretünnu‘mân’da doğmuştur. Burada başladığı öğrenimini Hama, Halep ve Dımaşk’ta sürdürmüş, Takıyyüddin İbn Teymiyye, İbn Hatîb Cibrîn, Burhâneddin el-Fezârî gibi hocalarından fıkıh, tefsir, dil ve edebiyat dersleri almıştır. Bir süre Halep’te kadı nâibliği yaptıktan sonra kadılık makamına yükseltilen ve “fakîhu Haleb” diye tanınan İbnü’l-Verdî, Dımaşk, Menbic ve Şeyzer’de kadılık görevinde bulunmuştur. Ardından tasavvufa yönelerek kadılık görevinden istifa eden İbnü’l-Verdî, kendisini öğrenci yetiştirmeye ve eser yazmaya vermiştir. Binlerce kişinin öldüğü veba salgını sırasında 28 Zilhicce 749/19 Mart 1349 yılında Halep’te vefat etmiştir. (İsmail Durmuş, Ali Şakir Ergin, “İbnü’l-Verdî, Zeynüddin”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2000, 21/239-24

Şunu da hemen ifade edelim ki “İbnü’l-Verdî” diye meşhur ve aynı aileden gelen başka bir isim daha bulunmaktadır ki Harîdetü’l-Acâib ve Ferîdetü’l-Ğarâib adlı eseriyle tanınan coğrafyacı Ebû Hafs Sirâcüddîn Ömer İbnü’l-Verdî’dir. (ö. 861/1457 [?]) Her ikisi de Halep yakınlarındaki Maarretünnu‘mân’da yetişmiştir. (Mustafa L. Bilge, “İbnü’l-Verdî, Sirâceddin”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2000, 21/238-239) Günaltay’ın kitabında adına yer verdiği Zeynüddîn İbnü’l-Verdî’nin çalışması ise, Ravzu’l-Menâzır veya Tetimmetü’l-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer (Târîhu İbni’l-Verdî) adlı eseridir. İbnü’l-Verdî, bu çalışmasında Ebü’l-Fidâ’ el-Melikü’l-Müeyyed İmâdüddîn İsmâîl b. Alî b. Mahmûd el-Eyyûbî’ye (ö. 732/1331)  ait el- Muhtasar fî Ahbâri’l-Beşer adlı çalışmayı özetlemiş ve 729-749 (1329-1349) yılları arasındaki olayları ise kendisi kaleme almıştır. İbnü’l-Verdî’nin adı geçen tarih çalışması yanında başka eserleri de bulunmaktadır. (İsmail Durmuş, Ali Şakir Ergin, TDV İslâm Ansiklopedisi, 21/239-240)

Bilindiği üzere miladi 14. asrın ortasında ortaya çıkan ve Avrupa’da “kara veba” olarak da bilinen ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan salgın bütün dünyayı etkisi altına almıştır. (Bu konuda bkz. insaniyet.net. Dr. Kemal Ramazan Haykıran, “Kara Veba: Orta Çağ Avrupası’na Çöken Kâbus”) Burada aktaracağımız metin, söz konusu vebanın İslam dünyasındaki etkisini anlatan bir metin olup, Günaltay’ın İslam Tarihinin Kaynakları adlı eserinden alınmıştır. Günaltay, veba salgınında vefat eden pek çok bilginden sadece birisi olan Zeynüddîn İbnü’l-Verdî münasebetiyle vebanın şiddetini anlatan bu metni Süyûtî’den  (ö. 911/1505) alıntıda bulunarak vermektedir. Süyûtî’nin hangi eserinden iktibasta bulunduğu hakkında herhangi bir bilgi vermeyen Günaltay, metni naklettikten sonra şunları söylemektedir. “Vebanın şiddetini ve ölümlerin çokluğunu anlatmak için, bu satırlarda biraz mübalağa edildiğini kabul etsek bile, bu salgın vebanın, gerçekten müthiş yıkımlara neden olduğunu diğer tarihçiler de doğrulamaktadır. Haçlı istilasına oranla, bu vebanın İslâm dünyasında daha büyük bir yıkım meydana getirdiği anlaşılmaktadır. İbnü’l-Verdî gibi birçok büyük insan, bu iğrenç hastalığın kurbanı olmuşlardır.” (Günaltay, s. 258-259)

Günaltay, “İbnü’l-Verdî, Hicrî 749 (M. 1349) yılında çıkan ve bütün İslâm dünyasını büyük felâkete sürükleyen veba sırasında, bu yılın zilhicce ayında Halep’te vefat etmiştir. Tıp ilminin o zamanki durumu, halkın bilgisizliği ve korunmaması yüzünden bu müthiş vebanın getirdiği yıkım konusunda Süyûtî şu ibret verici satırları yazmaktadır.” (Günaltay, s. 255 vd.) dedikten sonra kitabında şu satırlara yer vermektedir:

“Bu yıl (yani Hicri 749) da, Mısır ve Şam’da felaket son dereceyi buldu. Emir ve vezirin her ikisi de zalimdiler. Bu felâket yetmiyormuş gibi, aynı yılda bir de veba çıktı ki, tarihte böyle müthiş bir veba görülmemiştir. Bu büyük ve bulaşıcı hastalık başlangıçta hicri 748 yılında Horasan’da çıktı. 749 yılının Muharrem ayında birdenbire korkunç bir hal aldı. Aynı yılın Zilkade ayına kadar sürdü. Mısır’da bu hastalığın şiddet kazandığı Şaban ve Ramazan aylarında her gün on-on beş bin insan öldü. Bunların yıkanması, kefenlenmesi ve gömülmesine güç yetirilemedi. Ölenleri otuzar, kırkar çukurlara doldurmaya mecbur oldular. Hayret verici bir şeydir ki, doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde bu müthiş vebadan ne insan ne hayvan ne de kuş ve balık, hiçbir varlık kurtulamadı.

Hastalık önce Çin’de, Kaan’ın memleketinde çıkmıştı. Bu memleket halkı tümüyle yok oldular. Hastalığın şiddeti öyle bir dereceyi buldu ki, birçok süvariler atları üzerinde ölüyor, ondan inmeye bile zaman bulamıyorlardı. Çin’in yalnızca insanları değil, atları, canavarları da yok oldu. Leşleri bütün yeryüzünü kapladı, kokuları rüzgârlarla uzak ülkelere kadar gitti. Sonra bu ülkeden diğer memleketlere sıçradı. Nerede hastalık çıktıysa oranın tüm canlı varlıkları yok oldu. Kaan ve çocuklarının hepsi de öldüler. Ülkede, hükümeti yönetecek kimse kalmadı. Ölenlerin hesabını ancak Allah bilir. Ülkedeki bu olay 742 yılında olmuştu. Sonra doğu bölgelerine sıçradı. Oradan İstanbul’a İstanbul’dan Anadolu’ya ve Anadolu’dan da Antakya’ya geçti. Hiçbir kişi bu felâketten kurtulamadı. Bazıları Antakya’dan kaçmak istediler, fakat hastalık çevreyi ve bütün yönleri kaplamıştı. Kaçacak yer yoktu. Şehirden çıkan halk, bir anda hep birlikte mahvoldular. Veba, Antakya’dan Karaman dağlarına sıçradı. İnsan, at, deve, eşek, ne varsa hepsi yok oldular. Altmış, yetmiş kişi olan yerlerde bir tek kişi kalmadı. Sonra Çin’de, benzeri görülmedik müthiş yağmurlar yağdı. Atlar, koyunlar, develer ve diğer bütün hayvanlar boğuldular. Bunların kötü kokusundan, hayatta kalan yabanî hayvanlar ve kuşlar da öldüler. Böylece bütün ülkenin bölgeleri baştanbaşa boş kaldı. Üç ay içinde on altı hükümdar öldü. Hastalık Çin’den Hindistan’a geçti. Burada da birçok ölümler meydana geldi. Hastalık daha sonra Bağdat’ta baş gösterdi. Hastalığın işaretleri, yüzlerde meydana gelen şişlikle ortaya çıkıyordu. Sabahleyin kalkan bir kimse, yüzünde meydana gelen şişkinliğe elini dokundurunca o anda helâk oluyordu. Hastalık Bağdat’tan Halep’e Halep’ten Şam, Mardin Diyarbekir, Tebriz, Kudüs ve Keren tarafına geçti. Kıyılarda ve çöllerdeki her yere yayıldı. Her yerde sayısız ölümlere yol açtı, şehirler boşaldı. Kudüs’te tek bir yaşlı kadın kaldı. Gazze’de bir adam, yirmi kadar öküzü kıra götürmüştü. Bunlar yolda öldüler. Dönüşte kendisi de öldü.

Söylendiğine göre, hastalık sırasında altı hırsız bir eve girerek eşyaları toplamışlar, fakat bunları kapıdan çıkarken birer birer ölmüşler!.. Gazze de bütünüyle boşaldı, şehir halkı tümden öldü. Şehrin hâkimi ile iki çocuk ve bir yaşlı kadından başka kimse kalmadı. Hastalık daha sonra Frenk vilâyetinde baş gösterdi. Önce hayvanlarda, sonra çocuklarda ortaya çıktı. Daha sonra da genelleşti. Kıbrıslılar bu durumu öğrenince, gerek tutsak olarak ve gerekse başka biçimlerde bu adaya gitmiş olan Müslümanları, tümden kılıçtan geçirdiler. Bir gece çok şiddetli bir fırtına koptu. Denizdeki bütün gemiler battı. Kıbrıs halkı kıyametin koptuğu düşüncesine vardılar. Kudüs’te vebanın çıkışının ilk haftasında birbiri arkasından üç hükümdar telef oldu. Dördüncü hükümdar, yanındakilerle birlikte bir gemiye binerek yakınındaki bir adaya kaçtı. Birçoğu yoldayken gemide öldü. Adaya varanlar da orada öldüler. Arkalarından bu adaya gidenler de tümden yok oldular. Kıbrıs’a kaçan on dört kişiden ancak dördü oraya ulaşabildi; diğerleri yolda helâk oldu. Bu adamlar Kıbrıs’ta kimseyi bulamadılar. Trablus’a döndüler. Frenk vilâyetlerine giden gemiler, buralarda da halkın çoğunun ölmüş olduğunu gördüler.”

“Bu sırada İskenderiye’ye birkaç gemi geldi. Bu gemilerde yalnızca dört adamla bir çocuk hayatta kalmıştı. Veba hastalığı Endülüs’e de geçti Afrika’daki Araplar bu durumu işitince, yağma için birçoğu bu vilayete gittiler. Fakat oraya gidince çoğu öldü. Hastalık koyunlara da geçti. Sürüler tümden telef oldu. Hastalıktan ölen koyunların etleri simsiyah oluyor ve kokuyordu. Bu durum Berka’da da ortaya çıktı. Berka’ya bir gemi gelmişti ve üzeri kuşlarla dolmuştu. Halk, bu kuşların ne olduğunu anlamak için gemiye yaklaşınca, içindekilerin hepten ölmüş olduklarını ve bunların leşleri üzerine toplanan kuşların da birçoğunun öldüklerini gördüler.

Hastalık Berka’dan Cevre’ye sıçradı. Burada birçok balıkçı bulunuyordu. Bunlar tuttukları balıkları Mısır halkına satarlardı. Gemiye binerek balık avlamaya giden balıkçılardan bazıları, gemilerde öldüler. Balık tutup geri dönenler de evlerinde öldüler. Getirdikleri balıklar da fena halde koktu. Hastalık buradan Mısır’ın batı bölgelerine geçti. Buralarda da o kadar insan telef oldu ki, ziraat yüzüstü kaldı. Müezzinler minarede ölerek aşağı yuvarlandılar. Bir mescitte namaz kılarken bütün cemaat birden öldü. Köpekler, cesetleri yemek için mescide doldular. Veba, bundan sonra Mısır’a geçti ve son derece müthiş telefe yol açtı. Şehir halkı başı açık olarak dışarı çıktılar. Bu belânın gitmesi için dua ettiler. İmam, ellerini kaldırıp dua ederken birdenbire öldü. Cemaat da dağıldı. Hastalık giderek şiddetlendi. Sapasağlam bir insan, vücudunda birdenbire bir ateş hissediyor, sonra da ağzından kan kusuyor ve ölüyordu. Onun arkasından evdeki bütün bireyler, birer birer aynı şekilde ölüyorlardı. Vebanın şiddeti Şevval ayında sınırı aştı. Ölenlerin sayılması bile mümkün olmadı. Koca Kahire şehri, sanki boşaldı. Şehrin bir başından diğer başına gidenler çarşıyı pazarı bomboş buluyorlardı. Evlerden gelen çığlıklardan başka canlı sesi duyulmuyordu. Mallar, eşyalar çarşılarda açık duruyor, kaldıracak kimse bulunmuyordu. Şevval ayında, bir günde yirmi bin cenaze sayıldı. Kahire’de dokuz yüz bin kadar insan öldü. Yıkayıcılar, cenaze yıkarken ölüyor, mezarcılar defnederken telef oluyorlardı. Bütün müezzinler öldüler. Ancak iki-üç kişi kaldı. Miras bir günde altı-yedi kişiye geçiyordu. Saîd bölgesinde, sahradaki kuşlar ve canavarlar tümden telef oldular.” (Günaltay, s. 255-258)

Çok Okunanlar