Şehirlerin tarihi biraz da insanların tarihine benzer. Onların da sevinçli ve hüzünlü günleri, cemâlî ve celâlî tecellileri vardır. Bazen şehrâyinlerle/fener alaylarıyla aydınlanır hürriyet meşaleleriyle şen şakrak olurlar, bazen savaş ve işgallerle zifiri karanlığa gömülür esaretlerle tepe taklak olurlar. Dünyanın en kadim şehirlerinden biri olan Şam’ın da kader çizgileri ana hatlarıyla böyledir. Son on üç yılda başına gelen afetler, yaşadığı derin acılar herkes tarafından bilinmektedir. Bunları yeniden sayıp dökmeye gerek yok. Çünkü büyüklerimizin dediği gibi “elemin zikri de bir başka elemdir.”
Fakat “celâl içre cemal” fikrini destekleyen bir tecelli ile karşı karşıyayız son günlerde… On üç yıl önce ağlayanlar şimdi gülüyor, gülenler ağlıyor. Hürriyetten yana olanlar istemeyerek terk ettikleri evlerine, yurtlarına koşa koşa dönüyorlar. İç savaşın getirdiği problemleri göğüsleyerek… Zalimler ise başka diyarlara kaçmak için kuyruğa giriyorlar. Ebediyen lanetlenmeyi hak ederek…
Şamlı kardeşlerimize bu celâlî tecelliden gerekli dersleri almış olarak istikbale bakan bir sabır, direnç ve metanet diliyoruz, bekliyoruz.
***
Bu yazıda önce eski/tarihî konulara temas edilecek sonra yaklaşık yüz yıl önce 1917-1920 yılları arasında Muhyiddin Baha Bey[1] tarafından neşredilen Bursa Mecmuası’nda yer alan bir “Şam Mersiyesi” dikkatlerinize sunulacaktır.
Şam ile ilişkilerimiz, hac yolu üzerinde olması sebebiyle çok eski ise de Osmanlı Devletinin bir beldesi olduktan sonra -özellikle Surre Alayları vesilesi ile- başka bir mahiyet kazanmıştır. Yavuz Sultan Selim, 6 Ramazan 922 (3 Ekim 1516) tarihinde şehre girdi.[2] Memlük yönetimine son veren Mısır seferinden dönerken bir yıl sonra 21 Ramazan 923 (7 Ekim 1517) tarihinde tekrar Şam’da konaklayan Osmanlı padişahı, bir taraftan yeni yönetimin istikrarı için bütün tedbirleri gözden geçirirken diğer taraftan imar ve ihya faaliyetlerini de hızlandırmıştır. Kısa sürede yaptırıp hizmete aldığı önemli tesislerden biri cami, türbe, imaret ve zaviyeyi ihtiva eden Muhyiddin İbn Arabî külliyesidir.[3] Böylece menkıbelerle zenginleştirilen “Sin (Selim) Şın’e (Şam’a) girince Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” sözü gerçek olur.[4] Hâdimü’l-Haremeyn” ünvanını alan Sultan, 22 Şubat 1518 de İstanbul’a dönmek üzere şehirden ayrılır.
Uzun Osmanlı asırlarının maceralarını atlayarak son asrın bazı detaylarını DİA’nın Şam maddesini yazan Şit Tufan Buzpınar’ın ifadeleriyle takip edelim:
“Şam, XIX. yüzyılın sonuna doğru II. Abdülhamid yönetimine karşı gelişen muhalefet hareketinin önemli merkezlerinden biri oldu. Valilikte ve orduda görevli bazı memur ve subayların dışında, Arap kültürünü canlandırmayı amaçlayan yeni tip ulema, selefiler olarak adlandırılan ve önde gelen isimleri arasında Tâhie el Cezâirî ile Cemaleddin el Kâsımî’nin yer aldığı muhalif Araplar Şam’da etkili olmaya başladılar. Şam eşrafından Azmzâdeler ve Geylanîzâdeler de muhalefete destek verdiler. 23 Temmuz 1908 de meşrutiyet ilân edildiğinde vilayet yönetimi birkaç günlük kararsızlığın ardından özellikle ordu ve mülkiyedeki Jön Türk taraftarlarının baskısıyla meşrutiyeti duyurdu. Şam’da bulunan siyasî sürgünler serbest bırakıldı. Ve şehirde yaklaşık iki ay süren kutlama ve gösteriler yapıldı. Ancak Şamlıların İttihad ve Terakkî yönetimine muhalefeti gecikmedi. 1910’lu yıllarda erken Arap milliyetçiliğinin ve Osmanlı hükümetine muhalefetin en önemli merkezlerinden biri Şam oldu. I. Dünya savaşı sırasında dördüncü ordu kumandanı ve vali olarak Şam’da bulunan Cemal Paşa’nın ayrılıkçı oldukları gerekçesiyle Ağustos 1915’te on bir ve Mayıs 1916 da yirmi bir Arap aydınını idam ettirmesi Şam halkı üzerinde derin izler bıraktı. Osmanlılar dört yıl süren savaş şartlarının oluşturduğu zorluklara maruz kalan Şam’dan Eylül 1918 sonunda çekildiler.
1 Ekim 1918’de İngiliz ordusuna bağlı Avusturalya birlikleri tarafından ele geçirilen Şam’da Kısa süreli Gerginlikler yaşandı. 1916 Şerif Hüseyin İsyanında yer alan ve çoğunluğu bedevîlerden oluşan Arap birliğinin kumandanı Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın 3 Ekim 1918’de şehre gelmesiyle yeni bir zafer töreni yapıldı ve şehrin yabancılar değil Araplar tarafından ele geçirildiği görüntüsü verilmeye çalışıldı. İngiltere ile Fransa arasında varılan anlaşmalar gereği Fransa Şam’ı ele geçirmek üzere hazırlıklar yaparken Faysal, bağımsız bir yönetim kurma hevesiyle çalışıyordu. Bu çerçevede Mayıs 1919’da seçimler yapıldı. Aralıkta hükümet kuruldu ve Mart 1920’de Faysal’ın krallığı altında başşehri Şam olan bağımsız Suriye devleti ilân edildi. Nisan 1920’de San Remo Antlaşmasıyla Fransa’nın manda yönetimine verilen Şam’da Fransa karşıtı gösteriler başladı. Fransızlar Temmuzda Suriyelileri ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra Şam’a girerek Faysal yönetimine son verdiler. (25 Temmuz 1920)”
***
Şimdi esas sorumuza gelelim. Dört yüz yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Şam-ı Şerif’in başına gelenlere o gün Edirne, İstanbul, Bursa gibi kardeş şehirlerde oturanlar nasıl bakıyordu? Neler hissediyorlardı? Bu soruya, Şam’ı hiç görmemiş, yakınından bile hiç geçmemiş bir şairin şiiri ile cevap verilecektir.
Şairimiz 1901’de Erzurumlu babasının memur olarak bulunduğu Bayburt’ta doğdu. Çocukluk dönemi Erzurum ve Refahiye’de geçti. 15 yaşında iken babası Osman Nuri Efendi vefat etti. Sonra Sivas, Kayseri… Ağabeyi Hüsnü (Uluğ) Bey’in Bursa Sultanisi (Erkek lisesi) Matematik öğretmeni olması sebebiyle 1918’de Bursa’dadır… İstanbul Erkek Muallim Mektebi, Anadolu Ajansı mümessili olarak Paris,1938 de Rize,1946’da Erzurum mebusu… Türk Dil Kurumu’nda Terim kolu başkanı. 47 yaşında iken Ankara’da vefat etti.
***
Bursa Mecmuası’nda yayınlanan on beyitlik Şam, onun ilk şiiridir:
ŞAM
Soldun kurudun sen de… Senin nazlı yüzün de
Sâkından uzak bir gülü andırdı, dün akşam
Son sevgili mihrabı idin gönlümüzün de
Hicrin bizi hicrana inandırdı, dün akşam
Yıllarca vatan namına kan pençeli bir el
Yapmışdı yanık bağrını evlâdına maktel
Lâkin yine şendin… Yine sevdalı semenler
Yıldızlarının rengi kadar câzibe-perver
Kızlar gibi bî-şâibe bir neş’e taşırdın
Bilmem niye top sesleri duymakla şaşırdın
Gül bağçelerinden uçan âhenge ne oldu
Alnından öpen sıtmalı samlarla mı soldu
Sinende huzûzâtını tenvim eden eller
Altında mı yıprandı cebinindeki tüller
Zannetme sakın bizleri hüsrana yabancı
Ey benzi uçuk annemizin incili tâcı
Türkün yaşaran gözleri arkanda..Muhakkak
Bir uykunun encâmına kandınsa, dün akşam
Yâdın ebediyyen yakacak bizleri..Bir bak
Ufkundaki bayrak kimin… Ey nazlı güzel Şam..
Kemaleddin Kâmî[5]
1 Teşrinisâni 1334 (1 Kasım 1918)
***
Benzerleri iki bin onlu yıllarda Şamlılar tarafından yazılan bu hüzün dolu şiire şu günlerde nice şen şakrak nazireler/kasideler yazılmaktadır. Kavuşma merkezli şiirler… Muhabbet, uhuvvet ve umut dolu manzumeler…
Onlar zamanla ortaya çıkacaktır.
Şiir antolojileri meydana gelecektir.
Bekleyelim, görelim…
[1] 1934’te Pars soyadını alacak olan bu aile, şehrimizin kültür ve siyaset dünyasına eleman yetiştirdiği gibi tasavvuf tarihiyle de yakından ilgilidir. Bk. Yâdigâr-ı Şemsî, Ahmed Baba Efendi Dergâhı. Yılmaz Akkılıç, Bursa Ansiklopedisi, ilgili maddeler.
[2] XVI. yüzyılda bürokrat olarak Mısır’da bulunan Gelibolulu Mustafa Âli Efendi’nin intibaları için bk. Hâlâtü’l-Kahire, Sadeleştiren Orhan Şaik Gökyay, Ankara,1984.
[3] Şam Valisi (Şair) Ziya Paşa’nın İbn Arabî türbesinde asılı duran 1877 tarihli Şeyh redifli şiiri ve fotoğrafı için bk. M. Kara Tanzimat’tan Cumhuriyete Derviş Tekke ve Hüzün, Bursa 2019, s. 44-45. Bu külliyenin onarımı için Hüseyin Vassaf’ın Cemal Paşa’ya yazdığı mektup Sefine-i Evliya’da vardır.
[4] 1240 yılında Şam’da vefat eden Endülüslü Muhyiddin İbn Arabî’nin kabri öyle anlaşılıyor ki XVI. Yüzyılın başlarında –bazı fikirlerine olan tepkiden dolayı- unutulmuştu. Osmanlı sultanı, Kemalpaşazâde’den onunla ilgili müspet değerlendirmeleri aldıktan sonra Şeyh-i Ekber külliyesi için emir vermişti. Kemalpaşazâde’nin değerlendirmesi için bk. M. Kara Tekkeler ve Zaviyeler, s.71,dibnot 24.
[5] Kâmî mahlasını kullanan şair 1934’te Soyadı kanunu çıkınca ağabeyi Uluğ,,kendisi Kamu soyadını almıştır.
FOTOĞRAF: ANADOLU AJANSI
