Henüz ortaokul son veya lise birinci sınıfta iken bir kartpostalda görmüştüm, “Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım/ Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun/ İnsan barışa dursun selâma dursun zaman/ Sabır savaş zafer. Adım: MÜSLÜMAN” o gün bugün Erdem Bayazıt hep izlediğim bir şair oldu.
Yedi güzel adamdan biri, şair, yazar, eğitimci, yayıncı, siyasetçi bir insan.
Şiirleri damardan. Coşturan, bilinç veren, modernizme isyan ettiren, tabiatı sevdiren, Anadolu’yu gezdiren, Asrı Saadete götüren, dava ruhu kazandıran bir şair. Sözü eğip bükmeden olanca netliğiyle, berraklığıyla, ağırlığıyla, sorumluluğuyla, duygusallığıyla her bir harfi yerli yerinde kullanan bir şair. Bir muhit içerisinde varlığını sürdüren, ekol olarak edebiyatta derin izler bırakan, pek çok insana abilik yapan bir şair. Erdem Bayazıt.
Kerimesi Sevde Hanımefendi ile “babalar ve çocuklar” bahsinde dinledik. Onu rahmetle anıyoruz.
Erdem Bayazıt, uzaktan sert görünümlü, tok sesli, şair yürekli olarak gördüğümüz bir insan. Siz böyle görünen ve şair, yazar, eğitimci, yayıncı, milletvekili olan bir insanla büyüdünüz. Nasıl bir babaydı Erdem abi? Sert mi, merhametli mi? Yoksa onun arkasında sert insanların çoğunda görüldüğü gibi bir merhamet deryası mıydı? Bir baba olarak nasıldı, neler söylersiniz?
O kadar güzel tarif ettiniz ki, sert mizaçlı görünüp saman alevi gibi öfkesinin söndüğü bir gerçektir. Bunu Rasim Amca da çok güzel söylemişti, “Erdem bir parlar ama saman alevi gibi de hemen söner” derdi. Sesi gür çıkan bir insandı, yüzünde de bazen şiddet olabiliyordu. Yaşadıklarının bir nevi yüzüne yansıması diyebiliriz. Darbeler, Maraş olayları, Afganistan’da olanlar, sonrasında Afganistan’a gidiş ve gelişler, ülkenin o dönem için malum durumu… Sanırım bu şekilde yüzüne yansıyordu.
Sert bir mizacı vardı ama baba olarak dediğiniz zaman iki evresi vardır.
Erdem Bayazıt’ın birinci evresi, çok aktif olduğu, dergi çıkardığı, yayıncılık yaptığı, Afgan savaşının sürdüğü döneme ait. O dönemlerde babam hep dışarıdaydı. Örneğin Afganistan’da savaş olduğunda, altı ay Afganistan’da kaldılar. Mavera dergisi çıkarken, dergiyi çıkartmak için sabahlara kadar annemin babamı beklediği geceleri hatırlarım. 12 Eylül öncesi gençlerin kavgaları. 12 Eylül deyince aklıma eve yapılan baskınlar geldi. O sıralarda kitaplar en tehlikeli unsurlardı. Çoğu kitaplar yasaklıydı. Haliyle eve baskına gelecekler diye banyodaki sobada kitapların yakıldığını hatırlarım. Buna herkes üzülmüştü, babamın tabi ki hepimizden çok daha fazla üzüldüğünü annem sık sık söylerdi.
Babamın ikinci evresi de 1987’den sonra milletvekilliği ile başlayan dönemidir. Bu dönemde annemi kaybettik, babam ikinci evliliğini yaptı. Ayşegül ablamızdan iki kardeşim oldu. Onlara sorsanız hep gülen, kahkaha atan bir Erdem Bayazıt var.
Burada bir şey söylemek istiyorum, o sert mizacıyla ilgili. Ökkeş Yusuf diye bir kardeşim var benim, babamın ikinci eşinden olan ilk çocuğu. Ben de o zamanlar 18 yaşlarındayım. Ökkeş Yusuf sanki benim çocuğum gibi, aşırı derecede çok seviyorum. Eve gelmiş bir bebek. Annelik yapıyorum ona. O kadar bir bağdaşımız var. 2-2,5 yaşlarında falan. Babamla bir şey konuşuyoruz. Tabi babam konuşurken sesi yükseliyor. Gözler, kaşlar çatılıyor. Ses tonu yükselince birden geldi, babamın ayaklarına sarıldı. “Bağıramazsın! Ablama bağıramazsın baba! Ablama bağıramazsın!” diye haykırdı. Babam şok oldu birden. Gülümsedi. “Yok, biz konuşuyoruz yavrum! Bağırmıyorum ben ablana. Biz konuşuyorduk sadece” dedi. Bunu hiç unutmam.
O anda gülümseyip, hemen kucaklayıp, “ben ablana bağırır mıyım hiç, bağırmıyorum” demesi çok ilginçti. Yani aslında çok babacan bir babaydı, çok sevgi dolu bir babaydı. Ama biz biraz uzak kaldık onun o dönemindeki güzelliklerine. Ama gençliğimizde çok artılarını gördük.
Anladığım kadarıyla siyaseti bırakma dönemine kadarki zaman diliminde sanki evde fazla kalmayan, daha çok sosyal meselelerle vakti geçen, bir taraftan yayıncılık, diğer taraftan sonrasında siyasetle devam eden bir süreç vardı. Siyasilerden de, toplumun önüne çıkan insanlardan da aileleri şikâyetçi olur genelde. “Göremiyoruz seni. Nerede kaldın? Ne oldu?” Ama memleket adına da yapılacak bazı işler vardır muhakkak. Haliyle babanızla da buna benzer durumları yaşadınız. İlk döneminde, özellikle sosyal olduğu, yayıncılık, siyaset döneminde aileyi ister istemez zorunlu ihmal etmeler olmuştur. Bu ihmalleri telafi, tolere etme amaçlı herhangi bir girişimi olur muydu?
Yani o dönem için ’90’lara kadar olan süreç için söylüyorum- aile terminolojisinde adı konulmuş tolere diye bir kavram yoktu. Evin kadını zaten her şeyi zımnen tolere ederdi. Bizim zamanımızda kadın, yuvayı dişi kuş yapar atasözü düsturunca gayret gösterirdi. Ama bu dönemde öyle değil. Kadın diyor ki ‘Ben bir otoriteyim, yani ben çözüm değil, otoriteyim.’ diyor. ‘Bunu kabul ediyorsan aile devam eder, yoksa etmez.’ diyor. O dönemde öyle bir şey yoktu ki. Babamın, bunu tolere edeyim, şunu etmeyeyim gibi bir kaygısı da yoktu. Öyle bir ortam da yoktu. Biz peşinde koşardık.
Ama o dönemlere ait güzel hatıralarımız da vardı. Mesela Rasim amcaların (Rasim Özdenören) evine Abdurrahim Efendi (Abdurrahim Reyhan-el Erzincani (ks)) gelir ve orada kalırdı. Biz de bu zamanlarda Rasim amcalara giderdik.
Cahit Bey’in (Cahit Zarifoğlu) ve Akif İnan’ın Abdurrahim Efendi’ye bağlılığını biliyordum ama Erdem Abi’yi duymamıştım. O da mı Abdurrahim Efendi’ye müntesipti?
Evet, hepsi de öyleydi. Ocak Rasim Amcanın eviydi. Rasim Amcanın evinde her perşembe zaten bir toplantı olur bir araya gelinirdi. Erkekler oturur sohbet eder, kadınlar yemek yapar, çocuklar oyunlar oynardı. Hatta geleneksel bir koşmaca oyunu dahi oynardık. Biz masanın etrafında koşardık, onlar ellerine bir gazete alırdı, vurmaya çalışırlardı bize. Rasim amca pek katılmazdı ama Cahit Amca ve babam çok koşardı ardımızdan.
Cahit Amca çocukluğumuzun kahramanıydı. Fotoğraflarımızı çeken, bizi arabayla gezdiren oydu. Zaten aralarında arabası olan da sadece oydu. Arabasına binip şöyle bir tur atmak demek dünyayı bize vermek demekti. O zamanlarda maddi sıkıntılar çok çok fazlaydı. Derginin çıkmasından dolayı evin iaşesi zor karşılanıyordu. Hatırlıyorum da birinci sınıftayken okuldaki yıl sonu müsameresi için kıyafet alınması gerekmişti. Ama babamın kıyafet için ayıracak bir bütçesi yoktu. Annem de bunu biliyor, üzülüyordu. Biz çocuğuz tabi, anlamıyoruz yoktan. Sabah vaktiydi, Cahit Amca kapıya geldi. “Yenge bugün öğleden sonra Sevde’yi de alıp Akabe’ye (Akabe Kitabevi) gelsenize, Sevde’ye bir hediyem olacak.” dedi. Tamam dedi annem, beraber gittik. Meğer yıl sonu programı için bana gelinlik alacakmış. Arkada bir yere götürdü. Dünyada gördüğüm en güzel mağaza hâlâ orasıdır. Alınan o kıyafet bana şimdiye kadar alınan en güzel kıyafettir. Yani düğünümde bile o kadar güzel bir şey giymediğimi hissediyorum ve biliyorum. Cahit Amca onları güzelce üstüme giydirdi. Hatırlar mısınız bilmem Zafer Çarşısının üst tarafı yemyeşil çimenlik bir alandı. İşte o çimenlerin üzerinde fotoğraflarımızı çekti. Ve beni o gün program için hazırladı. Onu hiç unutmam.
Peki Rasim Abi’nin evine Abdurrahim Efendi geldiği zaman, hazretin onlarla irtibatı bağlamında neler söyleyebilirsiniz? Neticede tasavvuf, kişinin manevi gelişimi, ruhi gelişimi, insan-ı kâmil olma anlamında önemli merhalelerde katkı sağlıyor. Söz konusu Mavera ekibi de toplumda sözü olan, sözü dinlenen, dikkate alınan, yazar, şair olmanın ötesinde bir anlam yüklenen kişilerdi. Bir kanaat önderi gibi fikirleri de merak edilen ve etkili olan insanlardı. Mavera dediğimiz zaman sadece şiir yazma, edebi bir lezzet sunma değildi elbette, daha da ötesiydi. İşte tam da bu noktada tasavvufi irtibatın varlığının eserlerine, dahası hayatlarına yansıdığını söyleyebilir miyiz?
Eserlerinden önce hayatlarında ne kadar etkili olduğuyla ilgili bir örnek vermek isterim. İlkokuldan sonra kızlarını okutmama kararı almışlardı. Rasim Amca, babam kızlarını okutmayacaktı. Cahit Amca nasıl düşünüyordu bilmiyorum çünkü Betül daha çok küçüktü. Tam da 12 Eylül sonrası dönemden bahsediyorum. Okullar farklı, sistem farklı, kafalar karışık herhalde. Nasıl götürüp, nasıl getireceğiz? Biz de yeni ilkokuldan mezun olmuşuz. Annem bizim okumamızı çok istiyor. Onun mücadelesini verdiğini hatırlıyorum. Kızlarım okusun, ekonomik özgürlükleri olsun. Bizim umurumuzda değil tabi ki, hiçbir şeyin farkında değiliz. Sadece annemin üzüntüsü, babamın kızgınlıkları vesaire, evdeki o negatif elektriği alabiliyoruz. Annem Abdurrahim Efendinin yanına çıkıp durumu arz etti. Anlattı. “Ben kızları okutalım istiyorum ama Erdem Bey olsun, Rasim Bey olsun çocukları okutmayacaklar.” demiş. Hazret babamları çağırıp onlara kızmış. “Siz, Müslüman öğretmen istiyorsunuz, kadın doktor arıyorsunuz, ondan sonra çocukları okutmayacağım diyorsunuz. Bu nasıl bir bilinçtir?” demiş. O dönemde de Özel Muradiye Kız Meslek Lisesi açılıyor. Abdurrahim Efendinin uyarısından sonra aralarında konuşup oraya kaydettiriyorlar. Öylece başımızı örtüp okula gidebiliyoruz. Ama okula girince zorla açılması yönünde bir uygulama var. Okuldaki öğretmenler ve diğer çalışanlar hep kadın tabi ki problem olmuyor ama Milli Güvenlik dersi var. Ona dışarıdan subay geliyor. Sıkıntı devam ediyor öylece. Zor dönemler. Sene 1986. Bizim okumamız yönünde Abdurrahim Efendi’nin gayretlerini böylece söyleyebilirim.
Abdurrahim Efendi ile ilgili bir hatıra daha anlatayım, bir kadıncağız vardı yüzü halen gözümün önünde, çok güzel, kapalı bir hanım ağlayarak yanına girdi. Biz de yanı başındayız merak ediyoruz, niye ağlıyor bu kadın diye. Kadın elini öptü oturdu. Sultan anne (Abdurrahim Efendi’nin eşi) de orada. “Ben memurum başımı açmaya zorluyorlar, ailenin hepsine ben bakıyorum, evdeki herkes kazandığım o üç beş kuruşa muhtaç. İşe girerken başımı açıyorum, çıkınca kapatıyorum, bu zulüm bana ağır geliyor.” dedi. “Sen” dedi hazret, “aynen öyle devam et, ben sana müsaade ediyorum. Sen ekmek paran için, aç kalmamak için çalışıyorsun” dedi.
Bu hatırayı şunun için anlatıyorum; oralardan buraya geliyoruz. Çok şükür böyle dertlerimiz kalmadı. Başörtüsü yasağı zulmünü yaşamış birisi olarak bu zamanların kıymeti bilinir inşallah diye dua ediyorum.
Az önce Rasim Abinin evinde böyle küçük oyunlar da oynardık dediniz, gazeteyle kovalama gibi. Ben onu da soracaktım. Evde bir araya geldiğinizde birlikte oynadığınız oyunlar veya pikniğe gittiğinizde oynadığınız oyunlar olur muydu?
Günümüz psikologları diyor ya ailenizle kaliteli zaman geçirin diye demek ki onlar o zamandan biliyorlarmış bunun kıymetini. Biz sessiz sinema oynardık sıklıkla. Açıkçası piknik ile ilgili pek bir hatıram yok. Bir kere Rasim amcalarla Kızılcahamam’a gitmiştik. Onda da amaç Rasim amca babama araba kullanmayı öğretecekti. Kavga edip bıraktıklarını hatırlıyorum. Babam “Benim şoföre ihtiyacım var.” diye öğrenmemişti. Çünkü çok sinirli, aceleci bir insandır, ben de öyleyimdir. Benim için en güzel zamanlardan biri de Dikmenden minibüse binerdik, Güvenpark’ta da inerdik. Oradan da Rasim amcaların evine, Kurtuluş’a kadar yürürdük. Şu an o mesafe gözümde çok büyük. Oysaki o küçücük halimle mesafeler ne kadar da kısa geliyordu. Bülbül Deresi’ni biliyorsunuz Rasim amcanın evine doğru gider, oradaki yürümeleri unutamıyorum. Gece saat on iki, bir olduğunda da çıkardık Rasim Amcalardan. Uykumuz da gelirdi o vakitte. Çocuklardan birini babam diğerini annem kucağına alırdı, öylece yürürlerdi. Bu zamanlar bizim için çok güzeldi. Tatiller, piknikler yoktu o zamanlar. Biz bunlarla, o küçük yürüyüşlerle mutlu olurduk.
Siz Erdem Abi’nin ilk eşi Naciye Hanım’dan -Allah rahmet eylesin- olan çocuğusunuz. Kalp rahatsızlığından dolayı vefat etmişti sanırım. Bir eş olarak annenizle diyaloğunu sormak isterim. Anne baba olarak ilişkilerinde bizim bilmemiz gereken örneklik teşkil edecek bir husus elbette vardır. Onları öğrenmek isteriz.
Babam Afganistan’a gitti biliyorsunuz. Uzun süre orada kaldılar. Geri döndüklerinde yanlarında cihada katılmış mücahitler vardı. Maruf Amca’yı bilirsiniz. Ordu komutanı. Kızı var Meral Maruf. O dönemde Mavera’da yazıları çıkardı. Hatta yazıları kitaplaştı daha sonra. Kız kardeşimin de adı Meral’dir. Hatta Maruf amcanın bundan dolayı kardeşim Meral’e ayrı bir sevgi ve muhabbeti vardır. Oğlu İstanbul’da yaşıyor. Abdurrezzak Maruf. Hâlâ görüşürüz onunla. Sorunuza dönecek olursam gelen insanlar mücahid, savaşçı, ordu komutanı vesaire. Gelirler bir süre kalırlar, yardım paraları toplanır, sonra tekrar giderler, bir süre sonra evimize başkaları gelir. Yol yorgunları hâliyle, üst başlarının yıkanması, temizlenmesi gerek. Çamaşır makinesi de yok evde, annem ellerinde yıkıyor çamaşırları ve kalp hastası bir kadın. Naif bir insan annem, çamaşırlarını yıkar, yorgun ve göz yaşları içerisinde. Ama babama belli etmezdi. Sonra babam sabah onlarla evden çıkarken akşama şu yemekleri yapın der ve çıkar giderdi. Evde malzeme var mı yok mu sormaz. Annem nasılsa bir yolunu bulup malzemeleri tedarik eder diye düşünürdü. Bu durum o dönemin insanı için böyleydi. Babam onun için sormaz evin durumunu çünkü bilir evini çeviren kadındır.
Babam çok güzel yemek yapardı. En çok sevdiği yemek de helisedir (yaygın adı keşkek). Hastayken -kanserken- ben çok yapmıştım. Etle yarmanın dövülerek yapıldığı zor bir yemektir. “Nasıl yapıyorsun kızım? Zor iş.” derdi. Ben de mutfak robotu almıştım o dönemde. “Baba robota koyuyorum, düğmeye basıyorum. O kadar.” deyince “Her gün yap o zaman kızım, kolay işmiş.” demişti. Damak zevki güçlüdür.
Annemi 14 yaşında kaybettim, kız kardeşim 13 yaşındaydı. Hani annenizi tarif edin deseniz çok zor olur benim için. Annem hep hastaydı. Baygınlıkları olurdu. Sürekli doktora taşınırdı. Yani zor bir süreçti. Babam da Allah razı olsun, ilgilenirdi hep. O dönem yapması gereken her ne varsa yaptı.
Ve…
Çok sevmişler birbirlerini. Âşık olup evlenmişler. Aslında akrabalar, babamın amcası tarafından. Üniversiteden arkadaşı vesaire değil, memleketten. Şiir kitabının sonundaki “Bulmak” şiiri var ya işte onu annem için yazmış. Kimi Peygamber Efendimize, kimi Abdurrahim Efendiye yazdığını söylese de hayır o şiir annem için yazılmıştır. Annemin adı Naciye, kurtuluş demek, hani o şiirde diyor ya
Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın.
İşte bu bölüm annem için… Babam anlatmıştı bunu bize. Tabi ki şiir yazandan çok okuyanındır, okuyan nasıl isterse odur şiir. Ama biz “Bulmak” şiirini annem diye okuyoruz.
Duygusal bir kadındı benim annem. Babama küsse bile bu küslük en fazla akşama kadar sürerdi. İlkokul sonrasında bizim okula gidip gitmememizle ilgiliydi en çok tartıştıkları mevzu. Ama o da Abdurrahim Efendi sayesinde çözülmüştü zaten.
Yazar ve şair babalar çocuklarının da kendi yolunda ilerlemesini ister, bunu arzular, sesli ya da sessiz hissettirirler belki de. Siz yaşadınız mı bu durumu? Ayrıca şunu da merak ediyorum, şiirlerini evde, odasında mı yoksa yanınızda mı yazardı? Şiir yazdığı belirli bir zaman dilimi olur muydu? Yazdıklarını sizinle hemen paylaşır mıydı?
Bizim yazmamızı ister miydi? Bilmiyorum. Hiç hissettirmedi ve söylemedi. Ama şunu çok iyi biliyorum ki Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt gibi isimlerin ve örneklerin yanında şiir, öykü yazmak bir nevi onlarla bir kıyaslanmaya ve yarışa girmek biz evlatları için bile mümkün değildi. Onların çıtası o kadar yüksekti ki haddimizi bildik ve girişmedik bu işe. Sadece birkaç kez farklı yayınevleri ve dergiler zorla yazı yazmamı istemişti. Ben de yazdım ve babama götürdüm, babam altlarını çizip “Kızım şuralara bak, şuraları bir daha gözden geçir.” diye telkinlerde bulundu. Birkaç yazım da yayımlandı o süreçte. Biz onların hem aile bireyleri hem okurlarıydık.
Yazdığı şiirleri bizimle paylaşır mı diye sormuştunuz. Evet paylaşırdı. Onunla ilgili de şöyle bir anım var; “Üsküdar Risalesi” ki bu şiirini son dönemlerinde, hastalığı sürecinde kaleme almıştır. Bitiremedi maalesef. Hatta bir büyüğümüz benden şiiri bitirmek için izin istemişti, ben ise bu böylece yarım kalsın ama siz bu yarım şiir üzerine bir şeyler yazabilirsiniz demiştim. “Üsküdar Risalesi”ni yazarken İstanbul üzerine çok fazla okumalar yapmıştı. Biz evden çıkarken siparişler verirdi, belediyeden şu kitapları getirin, “Kız Kulesi” için şunları getirin, bu kitapları gidin alın diye. Her gün koli koli kitap taşırdık eve. Bu aslında babamın şiir yazarken bir üslubuydu. Öyle oturduğum yerden yazayım değil, okuma ve araştırma sonrasında yazmaya başlardı. Bundandır “Üsküdar Risalesi” üzerine çok çalışmıştı.
Bana hayattayken çok yol gösterdi. O’nu kaybettikten sonra da ardından bir mektup yazdım. Onunla da bitirdim yazma işini. O mektubu da vermedim kimseye, yayınlanmadı hiç, ben de mahfuzdur.
Ama Cahit Amca’nın kızı, Betül Zarifoğlu, o babasının yolundan -yazar olarak- ilerliyor. Babası gibi o da çok güzel çocuk kitapları yazıyor.
Ahmet (Zarifoğlu) babasının kopyası. Ona Cahit Amcaya bakar gibi bakıyoruz. Yanımızdaki yeri çok ayrıdır, dünya bir yana o bir yana. İlkokul ikinci sınıftayken bir gün bize geldiler, Ahmet yeni doğmuş. Bana vermişler ayağımda sallıyorum. O vakit anneannem de bizde, Ahmet’i oyuncak bebek zannetmiş, ufacıktı zaten. Yanı başımdaydılar, aman düşürürsün, çok sallama gibi ikazlar yok, yanımdaydılar ve tebessüm ediyorlardı sadece. Ne Cahit Amca ne de eşi Berat Teyze ses etmediler bana. Asla kırmak istemezlerdi bir insanı, hele de bir çocuğu. Cahit Amca çok farklıydı. Allah rahmet eylesin.
Akabe’ye (kitabevine) ve Mavera’ya (dergiye) gider miydiniz?
Ben orada büyüdüm aslında. İlkokulum Mavera’nın hemen yanındaki Ergenekon İlkokuluydu. Sürekli oradaydım. Sigara dumanının içinde. Öyle bir duman ki göz gözü görmez. Hani salonlarımızda büyük kaseler olur ya bazen meyve tabağı olarak kullandığımız, işte o babamların sigara küllüğüydü. Ne kadar çok sigara içildiğini oradan anlayın istiyorum. Hemen hepsi bu yüzden kanser oldu zaten ve bu hastalık üzere göçüp gittiler. O güzel yazıları bize emanet etmek için sigara içip kanser olmak ve öylece vefat etmek bir bedelse eğer, o bedeli ödediler diyorum.
Peki, Erdem Abi’nin şairliği mi yazarlığı mı hangisi ön plandaydı?
Tabi ki şairliği derim.
Şiirindeki temalara baktığımız zaman tabiatı görüyoruz, mücadeleyi görüyoruz, bir dava bilincini görüyoruz, Asr-ı Saadeti görüyoruz. Şiirlerinin bize taşıdığı anlam nedir diye sorsam, sizin için ve genel anlamda hepimiz için?
Bilinç ve umut derim en başta. Ortaya somut bir olgu koyuyor, onun üzerinden inşa ediyor vermek istediklerini. Soğan yiyen çocuk yol kenarında veya o çocuğun yoldan gelmesi, çamaşır asarken bekleyen kadının trafik kazasında çocuğunu kaybetmesi. (Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair şiirinden) Her mısrada hayata dair hikayeler var. Mesela yine aynı şiirin içinde:
Nice akşamlar bilirim ki
Karanlığını
Bir millet hastanesinde
Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda
Başını kalorifer borularına gömmüş
Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiplerden
Haber sormaya korkan
Genç kızların yüreğinden almıştır.
Mısralarını anneannemin ameliyatı sırasında hastaneyi ve annemi izleyerek yazmıştır.
Aslına bakarsanız bizde de durum aynı. Bir şiiri okurken kendi yaşantılarımızı eklemliyoruz oraya. Toplumu, insanımızı iyi okumuş şairlerin yansıtması şeklinde de belirtebiliriz bu durumu.
Mesela anneme yazdığı şiirin (Bulmak şiiri) sonunda,
Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm dizeleri var biliyorsunuz. Peygamber Efendimiz (sav)’e atfediyor. Annem için yazdığı aşk şiirini bu dizelerle bitiriyor.
Çocukluğumda tarih okumaları yapan veya tarihi seven biri değildim, ta ki “Savaş Risalesi” şiirini okuyana kadar, özellikle de şiirin içindeki Uhud Savaşı’nın anlatıldığı bölümü okuyana kadar, hatırlarsınız;
Mutlaka bir sınav olacaktı
Çünkü Sünnetullahtı
Uhut`ta savaş vardı
Bu savaş bir imtihandı
Gerçi her savaş bir imtihandı
Tüm yaşam bir imtihandı
Ama
Uhut
İmtihan içinde bir imtihandı.
Yani daha ötesi yok.
Keşke Erdem Abimiz, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın hayatını baştan sona yazmış olsaydı. Gerçekten bir şaheser olurdu. Başlı başına dehşet bir metin. Düşünün ki Mekke döneminin o safhalarını, ilk vahyin gelişini, sonraki mücadeleyi, o çileleri, çileli dönemi, Hz. Hatice’nin ona olan vefasını, desteğini ve daha nicesini yazsaydı ne güzel olurdu. Buradan şu sonuca varıyoruz, edebi yönü güçlü olan insanların inanç merkezli değerlerimizi ki bu yeri geldiğinde bir ayeti kerime olur yeri geldiğinde Rasulullah (sav) Efendimizin hayatından bir kesit olur bunları kavrayışları ve bizlere aksettirmeleri, o duyguyu en güzel haliyle vermeleri çok ama çok kıymetli. Hemen aklıma üstat Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur kitabı geliyor. Böyle güçlü bir kalemin, hem de manevi yönü olan güçlü bir kalemin Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın hayatını konu edinen bir eseri sunması bizlerde okumaya dair büyük bir iştiyak oluşturmuştur. Çünkü o duyguyu alabileceğimizi biliyoruz. Erdem Abi için de keşke devam etseydi, yazsaydı keşke demekten kendimi alamıyorum.
Haklısınız. Günümüzde de bunu lâyığı veçhile başaran yazarlarımızın, şairlerimizin olduğunu biliyorum. Aklıma hemen İskender Pala geldi mesela. Dönüp dönüp defaatle okumuşumdur, Bülbülün Kırk Şarkısı kitabını.
Erdem Abi’nin bir yazar ve şair olarak çoğu yazar, şairin yapamadığı bir durumu da var. Az önce bahsi de geçti, Afgan cihadına katılması durumu. Cahit Zarifoğlu da gitmeyi istiyordu. Önce onu sorayım Cahit Bey gitti mi Afganistan’a.
Gidemedi. Niyetlendi ama yola çıkılacağı gün maalesef ağır hastalandı. Dolayısıyla gidemedi.
Anladım. Peki Erdem Abi ve arkadaşları Afgan cihadına neden gitti? Maksat o cihadı gündeme getirmek miydi? Yoksa ümmet bilinciyle meseleyi sahiplenmek miydi? Yardım götürmek miydi sadece? Normal koşullarda gazeteci gider, orada röportajını yapar, fotoğraf çeker, çünkü kendisi için bir haber değeri vardır. Ama Erdem Bayazıt ve arkadaşlarının gidişinde çok daha farklı gayeler vardır diye düşünüyorum. Öncelikle o dönemi tam olarak hatırlıyor musunuz? O dönemle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Aslına bakarsanız Afganistan’a gitme olayında Cahit Amcanın hayalleri ve çektiği ızdırap var. Aslında hepsi bu ızdırabı çekiyor ama sesini ilk yükselten Cahit Zarifoğlu oluyor. Bu olayın kahramanları kesinlikle Ajans 1400 ve Ahmet Bayazıt’tır. Yücel Çakmaklı, Tuncay Öztürk, Şenol Demiröz, Erdem Bayazıt. Yani mavera hayal etti ve bu dört kişi gitti.
Kartal arabaların reklamını alıp gidiyorlar, o zaman Doğan Grubu reklam olsun diye o arabaları veriyor, karayolu ile gidecekler. Böylece başlıyor süreç, Cahit Amca hayalini anlatıyor ve bu dört kişi olur diyor. Riskleri olan zor bir süreç. Maddi boyutu bir tarafa ciddi riskleri de var. Ama hiçbirinin bu riskleri düşündüğünü zannetmiyorum. Dergi çıkaracak parayı bulamayan ekip, gidip özel sayı çıkarıyorlar. İpek Yolundan Afganistan’a özel sayısı Mavera’dan çıkıyor.
Bu arada da bütün Mavera dergilerini dijital ortamda tarattırıp Türkiye Büyük Millet Meclisi Arşivi, Dergiler bölümüne yükledik. Milletvekili olduğum dönemde yaptık bunu. Mavera’nın tüm sayıları herkese açıktır. Ömer Dinçer Bakanıma da teşekkürlerimi arz ediyorum. Onun da gayretleriyle sağ olsun bu işi başardık. 76. sayı ile ilgili küçük bir aksaklık olduğunu belirtmem gerek. Belge taranırken yaşanan bir aksilikten dolayı ilgili sayı 74. sayının içine entegre oldu. Herhangi bir noksan sayının olmadığını belirtmem gerekir.
Peki Afganistan’a gitmedeki temel gaye nedir? Onu bir kere daha sorayım. Süreci biraz ifade ettiniz. Niye Afganistan’a gitme ihtiyacı hissediyorlar?
Cevabı tek kelime. Cihat. Çocuklarını ve eşini ailesine, Maraş’a götürüp bırakıyor, onlara emanet edip helallik isteyip yola düşüyor. Gidecek mi, dönecek mi, telefon yok, haberleşme, hiçbir şey yok. Anneme hayranım, bu hâl üzere bekliyor. Bu zamanda hangi kadını bu kadar süre -yaklaşık altı ay- habersiz bekletebilirsiniz ki?
Maraş dediniz, Maraş’la bağı nasıldı? Siz aile olarak ve merhum Erdem Abi memlekete sık gider gelir miydi? Hemşehrileri ile bağı olur muydu? Memleketçi miydi mesela?
Evet hem de çok, babam Maraş’a çok düşkündü. Bizim tatil dediğimiz şey Maraş’a gitmekti. Okulların tatil olduğu günün ertesi günü giderdik. Orada üç ay kalırdık. Okullar açılıncaya kadar. Maraş’ta bağ kültürü vardır. Bağı çok severdi. Şiirlerinin altında Güzlek diye yazar ya, bağda yani Güzlek’te yazmıştır onları.
Siz de gidip gelir misiniz memlekete?
Eşim Tekirdağlı. Tekirdağ’a hiç gitmiyoruz neredeyse ama Maraş’a çok gidiyoruz. Maraşlılar bilir misiniz bilmem ama damatlarını çok sever, damatlar da Maraş’ı çok sever.
Siyasete atılması sürecini sormak istiyorum. O dönemi kısmen hatırlıyorum ama kendi adıma söylüyorum Anavatan Partisi’nden siyasete girmesine şaşırdım. Tabi çok doğru mudur bilmem ama İslamcı, İslami hassasiyetleri olan bir camianın içerisinde olan, Afgan cihadına katılmış, Mavera ekibinin besleyici can damarlarından birisi olan Erdem Abi neden Anavatan Partisi’nden siyasete girdi? Çünkü bu sınırlar ile göstermeye çalıştığım arkadaşlarının hemen hepsi Millî Görüş hareketinin içinde, rahmetli Necmettin Erbakan hocamızın yanında saf tutuyordu. Her ne kadar Anavatan Partisi’nin içinde dört farklı fraksiyon olup bunlardan birini de geçmişinde muhafazakâr izleri olan kimseler oluşturmuş olsa da partinin bu yüzü hep sinik kalmış ve aynı parti içinde ağırlığı olmayan bir vaziyette duruyordu -gerçi ihtilal sonrasında çok da görünür olması istenmiyordu- bu grup. Erdem Abi neden burada olmayı tercih etti? Dolayısıyla bu nasıl oldu, teklif nereden geldi, kendisi nasıl düşündü, nasıl kabul etti ve sonrasındaki durumları bize nasıl anlatırsınız? Anavatan Partisi’nden vekil olması, işin gerçeği bizi şaşırttı.
Garip gelecek ama babamı da şaşırttı. Çok direndi. O dönem küçük olduğum için şimdi aktaracaklarımda hatalar yapıyorsam düzeltilir diye düşünüyorum. Benim ilkokul dönemlerime geliyor o zamanlar. Turgut Özal ile babamın teşriki mesaileri Devlet Planlama Teşkilatı döneminde olmuştu. Turgut Özal o dönem teşkilatın başındaydı babam ise kütüphanede şube müdürüydü. Seçim öncesi süreçte Sayın Özal babama çok baskı yaptılar, babam da defalarca siyaseti düşünmediğini, istemediğini belirterek tekliflerini geri çevirdi. Ta ki devlet memurlarının istifası için gerekli olan yasal sürenin dolmasına beş dakika kalıncaya kadar. Evet tam beş dakika önce istifasını verdi. Şimdi soracaksınız ne oldu da istifasını verdi diye, sanırım annem ve Abdurrahim Efendimizin etkisi diyeceğim. Yalnız şu da var, babam Turgut Özal’a inanıyordu, onun bir şeyleri başaracağına güveni tamdı. Anavatan Partisi’ne değil Turgut Özal’ın düşüncelerine kıymet veriyordu. Bu hissiyatını anlattığını da düşünüyorum. Hatta Hüseyin Yorulmaz hocam babamın kitaplarını çıkarıyor, daha doğrusu farklı dönemlerindeki yazıları birleştirip kitaplaştırıyor. “Kelimenin Dirilişi” kitabı. O dönem için anlattıklarına bir bakın sanki günümüzü anlatıyor dersiniz. O kadar çok bağdaştırdığım nokta var ki.
Tekrar konuya dönecek olursak, Abdurrahim Efendiden de izin alınarak girdi siyasete. Tabi buna siyaset denemez, çok kısa bir dönemdi. Kaldıramadı siyasi mecrayı, kaldırmadı. “Benim yazarlığım siyasetin önüne geçtiği için siyaset yaptırmıyorlar bana.” derdi. Şairliğinin siyasetin önüne geçtiğini, siyaseten de zaten istediklerini yapamadığını söylerdi. 1987’de başlayan vekilliği bir dönem bile sürmedi, istifa etti. Mesut Yılmaz’ın partinin başına geçmesiyle Anavatan Partisi’ni bıraktı. İstifası sonrasında Mesut Yılmaz evimize gelmişti, babamı ikna etmeye çalıştı ama kabul etmedi.
Bu arada şunu da ilk kez sizinle paylaşayım; Mesut Yılmaz’ın partinin başına geçmesiyle gidişatın ve fikriyatın değiştiği gözlendi. Turgut Özal’ın direktifleriyle Yusuf Özal Bey Yeni Parti’yi kurdu. Babam da o dönemde Yeni Parti’nin İstanbul il başkanlığı görevine getirildi ve bir süre burada bulundu. Hatta şunu da söyleyeyim şu an Ak Parti’de görev yapan yöneticilerin önemli bir bölümü o zaman Yeni Parti bünyesinde görev yapmaktaydı. Maalesef Yusuf Bey’in erken ölümü sonrasında parti dağıldı, babam da aktif siyaseti böylece bırakmış oldu.
Peki, bu siyaset döneminde edebiyat için üretkenliği devam etti mi yoksa siyaset Erdem Abi’nin bu yönüne ket vurdu mu? Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Yazmak için dönem dönem biriktirmek gerekir diye düşünüyorum. Her ne kadar babamın bu döneminde şiir ürettiği söylenmese de ben bu dönemi depolama dönemi olarak görüyorum. Gerçi ikinci eşi olan Ayşegül Abla’ya yazdığı bir şiiri var, bir de yaşamının son döneminde maalesef bitirmeye fırsat bulamadığı “Üsküdar Risalesi” var. Rabbim ömür verseydi eğer, daha çok eser çıkaracağı bir sürece zaten girmişti. Takdir-i İlahi.
Peki sizin siyasete atılma süreciniz nasıl gelişti? Babanızın isteği miydi? Sizin siyasete biçtiğiniz rol nedir?
Siyasete girmek için çok izin istedim babamdan ama o dönemler hiç izin vermedi. Bu izin konusu ile de bir şeyler söyleyeyim. Biz de babamın izinleri esastır. Şehir dışına çıkmak gerektiğinde bile önce babamızdan izin alırız eğer o müsaade ederse sonra eşimizden izin alırız. Bizim için izin konusunun ne kadar önemli olduğunu buradan bilin isterim.
O dönem için siyaseten ağırlığı olan birçok partiden teklifler geldi, babamın yakın arkadaşları ısrarcı oldular özellikle kadın kolları başkanlığı için ama dedim ya babam izin vermedi. Gelenekçi bir yapısı vardı, “hayır!” diyordu, “evinin hanımı ol, çocuklarını yetiştir bu daha önemli.” deyip izin vermiyordu.
Siyasete katılma sürecime gelecek olursak, Sayın Cumhurbaşkanımız o dönemde hapisteydi, Pınarhisar’da. Babam ziyaretine gitmişti. Döndüğünde beni yanına çağırdı; “Hadi gözün aydın olsun.” dedi. Hayırdır baba dedim. “Partin kuruluyor.” dedi. Siyaseti seven ve çok isteyen birisi olarak o heyecanla hangi parti diye de sormadım. Zaten Cumhurbaşkanımızı işaret edince de sevincim iyice katlandı. “Emniyet mahallesindeki büroya gidip benim gönderdiğimi söylersin ve öylece işe başlarsın.” deyince dünyalar benim oldu.
Siz yanlış hatırlamıyorsam eğer, meclise başörtülü gelen ilk vekillerdensiniz. Hem demokrasi tarihimiz hem de Cumhuriyet tarihimiz için dönüm noktası olan girişimlerden birisidir. Ben öyle görüyorum. Öyle düşünüyorum. Sembolik anlamı, değeri çok büyük. Önceden yaşanmış bir Nesrin Ünal vakası vardı ama orada durum farklı. Başörtülü olarak Milliyetçi Hareket Partisi’nden vekil seçilmişti ama meclise girerken başını açmıştı. Merve Kavakçı hadisesi ise hepimizin önünde, ayan beyan gerçekleşti. Sayın Kavakçı’nın Meclise girdiğinde malum zihniyet tarafından yuhalanması, sözüm ona özgürlükçü olduğunu söyleyen bir parti liderinin, “Bu kadına haddini bildirin.” söylemleri hâlâ hepimizin zihinlerindedir. O süreci bize anlatabilir misiniz?
Beklenmedik bir soru oldu bu. Babamı hatırlıyorum şimdi, gözlerimin önünde o dağ gibi duran cüssesiyle çöküşünü, heybetli duruşunun nasıl yok olduğunu. Gözyaşlarına boğulmuştum. Tek suçu(!) başörtülü olmak olan bir insan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onlarca canavarlaşmış insanın arasında öylece kalmıştı. Seçilmiş bir vekile dahası bir kadına yapılan bu çirkinliği asla unutamıyorum. Başörtüsüyle seçilip yine başörtüsüyle meclise giren ilk vekil sayın Merve Kavakçı’dır. Biz seçildiğimiz zaman başörtülü değildik. Biz sonradan örtündük.
Başörtülü olma süreciniz nasıl gelişti, biraz bahsedebilir misiniz?
O süreç çok ilginçtir. Ben evlenirken eşime “Bak ben bu gördüğün kişi değilim, beni kapalı biri gibi düşün, kabul ediyorsan öylece evlenelim.” demiştim. İçimde bir yara çünkü. Muradiye’yi başı kapalı olarak okudum. 28 Şubat sonrasında başımı açmak zorunda kaldım. Bu durum hırçınlaştırdı beni, aileme karşı, çevreme karşı, böylece intikamımı aldığımı düşünüyordum. Bir türlü kabullenemedim, Allah razı olsun babam hep yanımızdaydı bizim, hep destekledi.
Vekil seçildim, Meclis’in açılması süreciydi. Biz bir program dahilinde Maraş’taydık. Sayın Başkanımız kamudaki kılık kıyafet serbestliğini açıklamıştı. Yanımda da gazeteci Meryem Gayberi ve birkaç gazeteci daha var. Başkanımızın açıklamasından sonra gazeteciler sıkıştırmaya başladı; “Efendim başınızı kapatacak mısınız?” diye sürekli peş peşe sorular geliyordu.
Ben de “Siz bunu nereden çıkarttınız? Öncelikle bir özgürlük ortamının oluşması beklenmelidir.” şeklinde açıklamalar yapıyordum. Grup başkan vekilimiz Nurettin Canikli Bey’i hatırlıyorum onu da sıkıştırıyorlardı. O da “Bu vekillerimizin vereceği bir karar. Biz herhangi bir telkinde bulunmayız.” diye açıklama yapmıştı. Bu arada bizim kılık kıyafetimiz tesettür anlamında zaten düzgündür, sadece başörtüsü yok başımızın üstünde. Bizi sürekli sıkıştırmaları bu yüzdendir.
Aynı durumda olan Konya vekilimiz Sayın Gülay Samancı var, gazeteciler o dönemde bir onu bir beni arayıp ortamı sıcak tutmaya çalışıyor. Beni aradı Gülay Hanım. “Sevde bu gazeteciler ne yapıyor böyle” diye, rahatsız olmuş tabi ki. Bir başkaldırı, isyan, kaos ortamı oluşsun istiyorlar. Hiç unutmam Cumhuriyet Gazetesinin bir muhabiri “Sizin başörtülü bir şekilde Meclise gireceğiniz söyleniyor, ne diyorsunuz bu hususta?” şeklinde kasıtlı bir soru sormuştu. Ben de “Meclis protesto alanı değildir, başörtüsü protesto aracı hiç değildir!” cevabını vermiştim. Sonra dönüp dedim ki “Eğer ille de benden bir akıl istiyorsanız, hac zamanı yaklaşıyor, hacca giden insanlar, vekiller olacaktır. Onların peşine düşün” dedim. Öyle ya hacca giden insan oradaki o maneviyatı aldıktan sonra döndüğünde elbette kapanır diye düşünüyordum hep. “Hacca gidecek vekillerin listesini çıkarın ve onların peşine düşün, beni de rahat bırakın” dedim. Meryem Gayberi de yanımdaydı, selfie çekip “Vekilim şu an yanımda bu açıklamayı yaptı, artık bizi rahatsız etmeyin” diye bir açıklama yapmıştı.
1 Ekim 2013, hiç unutmuyorum. Meclis açıldı, Genel Başkan Yardımcısıyım, Genel Kurul’a gecikmişim, koşa koşa toplantıya gitmeye çalışıyorum. Giderken bizim Osman Develioğlu vardır, Bahçelievler belediye başkanımız, bir de onun kardeşi var, Adnan Develioğlu, benim abilerim, kardeşlerimdir. Bana bir fular vermişlerdi. “Mecliste giderken bunu boynuna tak, mecliste yemin ederken boynunda dursun, ama inşallah meclisten çıkarken başında görürüz.” Böyle bir temennide bulunmuşlardı. Onu da hiç unutmam. Dua yerine geçmiş demek ki. Boynumda o fular koşturarak giderken sayın Cumhurbaşkanımızla (Recep Tayyip Erdoğan) karşılaştım. Fuları göstererek “Bu ne? Ne yapacaksın?” diye sordu bana. Ben de “işte burada” dedim. Özel bir amacı yok demeye getirdim. Göz kırptı. “Peki bir şey düşünüyor musun?” dedi. Ben de “öyle bir şey yok.” dedim ama ilk defa aklımda bunun olması gerektiğine dair bir durum da oluşmuştu. Sonradan öğrendim Cumhuriyet Gazetesindeki demecimi okumuşlar.
Hemen sonra Gülay Samancı geldi yanıma; “Ben hacca gidiyorum son kafile ile sen de benimle gelsene, beni yalnız bırakma” dedi. Döndüm “Gülay ne diyorsun sen, yetişmez ki” dedim. Günlerden perşembe, Meclis açılmış, pazar günü son kafile gidiyor. Yani evrak yetiştireceksin, pasaport ayrı bir dert, para yatıracaksın sonra. Biz de normal vekilleriz, öyle parası olan vekiller değiliz, maaşla geçinen insanlarız. Parayı bulmak bir dert, yatırmak ayrı. Gülay şöyle bir baktı “para kısmını düşünme sen. Sadece bana yoldaş olacak mısın onu söyle” dedi. Ondan sonra ben de döndüm, “eşime sorayım” dedim. Serkan’ı aradım, “Serkan böyle böyle dedim, hacca gideceğiz. Hani evlenirken sana bir şey demiştim ya. Gidersem eğer, dönüşüm böyle başı açık olmayacak diye.” Sağ olsun “Yolun açık olsun” dedi. Ondan sonra “şu kadar da para gerekli” dedim. “Sen hiç merak etme, arabayı satarız, bulup buluştururuz, öderiz” dedi. Rabbim çağırmış demek ki, her şey çabucak olup bitti. Gerisi hikayeymiş.
Hacdayken milletvekilleri ile bir araya geldik. Konuştuk. Ne yapacağız dönüşte? diye. Ben “Baştan söyledim söyleyeceğimi, beyanatım var. Hacca gidenler döndüklerinde başörtüleriyle dönerler” dedim. Başka bir partiden arkadaşımız da var. O, farklı gerekçeyle hazır olmadığını ifade etti. “Vekillik ne olacak diye sorarsanız eğer, hiç önemli değil bırakırım oracıkta” dedim. O niyetle döndük hacdan. 31 Ekim 2013’te başörtüsüyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’na girdik. O gün bugündür de başımı bir daha hiç açmadım. Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiğim demeç demek ki dua niyetine geçmiş. Rabbim istemese hiçbiri olmazdı, O çağırdı ve sonrası bu şekilde gerçekleşti.
Allah razı olsun. Son sorulara geldik inşallah. Tekrar babanıza dönelim. Hayattayken babanıza söyleyemediğiniz, onun için yapamadığınız ama aklınıza gelen, kalbinize dolan ne vardı?
Her şey yarım kaldı. Ama öbür tarafta tamamlanacak inşallah.
Babası hayatta olan evlatlara ne demek istersiniz?
Zamanın kıymetini bilin. Aileyle olan zaman önemli. Babayla, anneyle, kardeşlerle, çocuklarla her zamanın kıymetini bilmek gerekir. Bir gün Ayşegül Abla babamın hastalığı sırasında sormuş: “Erdem Bey bu dünyada ne olsun isterdin? Neyi görmek isterdin?” O da “Sevde’nin bir çocuğu olduğunu görmek isterdim” demiş. On sene çocuğumun olmadığını biliyor. Çocuklarını, kardeşlerimi de ben büyüttüm, biliyor bunu. Duaymış demek ki. Akabinde Hüseyin Erdem oldu. İlk oğlumuz. Babam koydu adını, biz Erdem Beyazıt olsun istiyorduk ama o dedemin adı olan Hüseyin ismini söyledi bize. Soyadımız Kaçar bizim. “Erdem Beyazıt koyarsanız Erdem Beyazıt Kaçar oluyor, oysaki Erdem Beyazıt asla kaçmaz” derdi. Böyle esprileri çok yapardı. Ondan bir sene sonra öteki oğlum Ahmet oldu. O’na da amcamın adını koyduk, bendeki hakkı çoktur amcamın. Sonra Naciye doğdu. Elif Naciye. Annemin ismini verdik.
Güzel bir hayat hikayesi.
Son olarak TRT’de yayınlanan Yedi Güzel Adam dizisi vardı. Sizin bu projeye epey emek verdiğinizi biliyoruz. Dizinin hayat bulmasına yönelik yaptığınız çalışmalar için neler söylemek istersiniz?
Yedi Güzel Adamı dizi ile çok iyi anlatabildiğimizi düşünüyorum. Bunun kavgasını çok verdik. Proje kız kardeşim Meral ve benim projem. Meral yazmıştı onu.
Bir gün genel kurulda otururken Hüseyin Yorulmaz Bey, Bir Neslin Ağabeyi kitabını yolladı bize. Sabahlara kadar sürüyor meclisteki çalışmalarımız. 24. Dönem Meclisin en yoğun dönemiydi. Bütün açılımların olduğu dönem, sabahlara kadar çalışıyoruz, 48 saat meclisten çıkmadığımızı bilirim. Onlardan bir gün koliyle kitap geldi. Benim danışmanlar da koliyi kulise getirdi. Ben de herkese dağıttım kitapları. Bazıları da imzalıydı. Mesela bütün Kahramanmaraş milletvekillerinin kitaplarını imzalamış Hüseyin Bey. Mahir Bey’e de (Mahir Ünal) verdim. Ömer Dinçer var. Ben çok severim kendilerini Allah onlardan razı olsun. Hepimiz okuyoruz kitabı. Çünkü vakit geçecek. Genel Kurulda oyalıyorlar bizi, uzun yazılar okunuyor, biz de balkonun alt kısmına geçip, açmışız kitapları okuyoruz. Mahir Bey geldi. “Ya Sevde bak burada şunlar var, bunlar var. Sen bunları biliyor muydun?” diye sordu. “Vallahi bilmiyordum” dedim. Ben gerçekten o kitabı okuyana kadar yedi güzel adamın aynı lisede okuduğunu bilmiyordum. Ben ki evlatları olarak, o yedi güzel adamla büyümüş bir insan olarak, hepsinin aynı liseden mezun olduğunu bilmiyordum. Kara Liseden (Kahramanmaraş Lisesi). Ondan sonra ne yapılacağı telaşesine düşüldü, sergi mi açalım, park mı yapalım, büstlerini mi açalım?
Velhasıl Ahmet Amcamın yanında yetişmiş bir yapımcı olmamdan dolayı dizi yapalım dedim. Yapacağımız en iyi şeyin bu insanların hayatını gençlere anlatmak, onun da en güzel yolunun dizi çekmek olduğunu söyledim. Mahir Bey hemen “olur” dedi. Yiğidi öldür ama hakkını yedirme demişler, eğer Mahir Bey olmasaydı, arkamızda sağlam durmasaydı bu dizi zor çekilirdi.
TRT’ye kabul ettiremedik projeyi. Belgesele yönlendiriyorlar, iki katı para verelim ama belgesel olsun diyorlar. Onları da anlıyorum. Çünkü bu dizideki herkes isyan çıkarabilir. Çok önemli insanlar. Hayatta olmayanların aileleri var. Sevde Bayazıt olarak bütün yükü ben aldım üstüme. Kız kardeşim tek tek hepsiyle gitti, konuştu. Onlardan hatıralar aldı. Onlarla yazdık. 13 bölüme ikna ettik, 39 bölüm yapıldı ve devam edecekti, biz bitirdik. Çünkü Berat ablanın, Cahit Amcanın kızının saçını açık göstermeye başladılar evde. Seyit kadınını, dizi dahi olsa bu şekilde gösteremezsiniz, bizim inançlarımıza aykırı dedik. Başka bir sahnede Erdem Bayazıt’la Zehra öğretmeni sarmaş dolaş gösteriyorlar. Bu olamaz dedik, Müslüman bir kadın namahrem bir erkeğe sarılamaz, Müslüman olmasa bile böyle gösteremezsiniz dedik. O sahneyi çıkarana kadar bizim canımız çıkmıştı. Böyle kesip attığımız çok sahne olmuştu. Kafa yapıları o zaman uygun değildi yönetmen ve yapımcıların. Ama şimdi artık hepsini daha mantıklı yapabiliyorlar, yetiştiler elbette. Öylece bu 39 bölümü kan ter içinde çektirdik ama 39. bölümde de yeter artık dedim, ben helak oldum. Nuri Pakdil, Rasim Özdenören sonuna kadar arkamızda dik bir şekilde durdular, projeye sahip çıktılar. Onlar sahip çıkmasalar bizi linç ederlerdi. Onun ikisi de elimizden tuttu. Bütün programlara katıldı. Rasim Amca da teşekkür etti, kitaplarımızın satışında artış oldu dedi. Bunun nedeninin de bu dizi olduğunu söyledi. O zaman Gençlik ve Spor Bakanlığı ile yurtlarda söyleşiler yaptılar.
- Teşekkür ederiz. Cenab-ı Allah muvaffakiyetler versin, siyaset yoluyla da ülkemize hakikaten güzel hizmetler yapıldığını zaten görüyoruz. Kabulünüz için de teşekkür ederiz. Allah Razı olsun.
Metin Tashihi ve Fotoğraf: Abdullah Taha Furkan