1. Anasayfa
  2. Düşünce

Taha Abdurrahman’ın Ardında Bıraktıkları Üzerine Düşünceler I

Taha Abdurrahman’ın Ardında Bıraktıkları Üzerine Düşünceler I
AA
0

Mekânlar ve Zamanlamalar da Konuşabilir

 

Taha Abdurrahman, İslâm Düşünce Enstitüsü’nün davetiyle “eman yurdu, ana rahmi ve öncü ülke” diye tesmiye ettiği Türkiye’ye geldi. İlerlemiş yaşına rağmen dinç rûhu, fikirleri yerli yerinde tutan dimağı ve ümmete adadığı enerjisiyle âdeta bir konferanstan diğerine koşturduğunu gördük. Temmuzun sıcağında İstanbul ve Ankara’da hikmet esintileriyle rûhlara esenlik verdi. Sadra şifâ vermeyen gündemlerden sıkılan ve boğulan idrâklarımıza ve vicdânlarımıza esâsında ilaç gibi geldi çağımızın mütefekkirlerinden Taha Abdurrahman. Bu arada altını çizmemiz gereken ve dikkat çeken bir husus vardı. Toplantılara özgün ve derin fikirleriyle öne çıkmış şahsiyetlere, nitelikli ilmî tahlillere duyulan özlemi seslendiren gençlerin ilgisi çok sevindiriciydi.

Taha Abdurrahman geldi ve ardında güzel şeyler bıraktı. Şimdi bıraktıkları üzerine tefekkür etme zamanı. Gerçi kolaycılıkla mâlûl zihinler hemen yargılarını sıralamadı değil. Anlamanın ciddî bir emek ve samîmîyet istediği vasatta, gömüldükleri konformizm içerisinde beğenmediğini süslü laflarla izhâr etmek kolaycılığa ve kıskançlığa sarılmak da demek. Taha Abdurrahman’ın kitâbî müktesebâtını dikkatli şekilde okumuş, tebliğleri veya metinlerini hassasiyetle didik didik edenlerin getirdiği ilmî eleştirilerini burada aynı kefeye koymanın doğru olmadığını da belirtmeliyiz. Zâten mesele, yapılanın ve paylaşılanın övgü ve yergi sınırlarından azâde şekilde ilmî ve akademik bir eşikte tahlîl edilmesi, eleştirilmesi ve değerlendirilmesidir. Hem Taha Abdurrahman’ın hem de ümmet mütefekkirlerin en çok buna ihtiyacı söz konusudur. Ancak böyle bir zeminde ilmî ve hikemî bir geleneğin canlanabileceğini ve dahası yeniden inşâ edilebileceğini ileri sürebiliriz.

Taha Abdurrahman’a getirilen yukarıdaki illetlerle mâlûl -sözde- eleştirilerin bir parazit gibi zihinlere zarar verdiğini, ifâde ettiğimiz gibi canlı bir gelenek kurabilmek, var olanı canlandırabilmek önünde setler oluşturduğunu da dile getirebiliriz. Taha Abdurrahman’a dâir iki yazı kaleme alacağız. İlk yazımızda tebliğlerin özetleri ve faaliyetlerin gerçekleştiği mekânlar, zamanlama ve konuşma sıraları üzerinde bir yorumlama denemesinde bulunacağız. İkinci yazımız ise zikrettiğimiz böylesi bir geleneğe ve bu gelenek önündeki engellere çok derinlikli olmasa da temâs etmeyi amaçlayacaktır.

Taha Abdurrahman, 23 Temmuz 2024 târihinde İstanbul’da “Özgün Bir İslâm Felsefesini Nasıl Kurarız?” başlıklı tebliğini sundu. 24 Temmuz 2024 ve 26 Temmuz 2024 târihlerinde Ankara’da ise “Müslümanca Düşünmek Nasıl Olur? Tefkîr ve Tefekkür” ile “Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti” adlarını taşıyan iki konuşma yaptı. İlk konuşmasında Taha Abdurrahman, kısaca bir Müslüman mütefekkirin bazı temel ilkelere ve esâslara yaslanarak hikemî aklı devreye sokmasını ve çağın sorunlarını tespit, teşhîs ve tedâvi yoluna gitmesi gerektiğini gerekçeleriyle ortaya koymaya gayret etmiş, ilk konuşmasında sekiz esâsın altını çizmiştir.

Her şeyden önce Müslüman bir filozof, başkalarının belirlediği felsefî soru ve sorunlar yerine kendi felsefi problemlerini bizâtihî kendisi belirleyebilmelidir. Aksi hâlde İslâm felsefesi için bir özgünlükten bahsetmek anlamlı olamayacaktır. Bunun yolu ise güncel felsefî tasavvurlarla ve küresel meydân okumalarla yüzleşmek sûretiyle etkileşimin sonuçlarını İslâm düşünce evreni çerçevesinde yeniden formüle edebilmekten geçecektir.

Müslüman filozof, bilime râm olan felsefeye karşı hikmetin izinden giden felsefî tavır ve tutumla yeniden kuşanabilmelidir. Aksi hâlde çağın yakıcı sorunlarına karşı çâreleri keşfedemeyecektir. Çağın en büyük sorunu çağdaş insanın, süflileşmiş bir hâl içerisinde olmasıdır. Bu, “bilim ile teknolojinin kural ve değer tanımaz” tavrı ile “öznel bilginin değerden tecrit edilmesi ve insanın fıtrattan uzaklaşması”nın bir sonucudur.

Müslüman filozof, bu büyük sorunlar üzerinde kafa yormalı ve usûller geliştirebilmeli, bunları özelde Müslümanların, genelde ise tüm insanlığın hizmetine sunabilmelidir.  Bu îtibârla bilimin ahlâkîleştirilmesinin ve öznel bilginin vahyin rehberliği istikâmetine sokulması gerekmektedir.

Müslüman filozof, insanın âlemle irtibâtını yöneten idrâk ve istihdâm ilişkilerini değiştirmeye nazarî ve amelî zeminlerde çaba sarf etmelidir. Zirâ insanın âlemle ilişkisi bir elde etme ve yararlanma arzusuna dayanmamalıdır. İnsanın âlemle olan ilişkisi her şeyden öte bir emânet ilişkisi üzerinden yeninden tanzîm edilmelidir.

Müslüman filozof, bilimci felsefenin, felsefeyi aslî kimliğinden uzaklaştırmakta ve bilimi ahlakîleştirme işlevini etkisiz hâle getirmekte olduğunu fark edebilmelidir. Oysa hikmet üzerinden yeniden kurulması gereken felsefenin, gerçeklikleri aşan bir hakîkatin, değerlerin ve anlamların peşinden gitmesi gerektiğini görebilmelidir.

Bu îtibarla Müslüman filozof, iki aklı birbirinden ayırt edebilmelidir. Hikmetin aklı, bilimin aklından üstün ve daha geniştir. Bununla birlikte bilimsel akıl ele geçirme motivasyonuyla hareket ederken hikmetin aklı, insanî değerleri ve fıtratı dikkate alır, idrâk ilişkisini sâhiplenme ilişkisinden ziyâde emânet ilişkisi üzerinden yeniden tanzîm eder.

Müslüman filozof, ahlâklanma ilkesinin farkında olmalı ve onu fıtrat üzerine kurabilmelidir. Ahlâkî değerler fıtrîleştirilmeli ve ahlâkî karakter evrenselleştirilebilmelidir. Fıtrat ve içgüdünün birbirinden farklı olduğu tefrîk edilmelidir. İlkinin rûhî, diğerinin fizyolojik dinamiklerle ilgili olduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zîrâ ahlâkî mükemmelliğin, bedenin mükemmelliğinden daha ziyâde ruhun mükemmelliği olduğu bilinmelidir.

Son olarak Müslüman filozof, subjektif bilgiye tâbi felsefe tasavvurunun “Allah’a benzeme” (teşebbüh) ilkesine dayandığını fark edebilmeli, bunu reddedip onun yerine nazarî ve amelî her işte “Peygamberi örnek alma” ilkesini ikâme etmesi gerektiğini idrâk edebilmelidir.

Taha Abdurrahman, ilk konuşmasında oldukça teferruatlı bir şekilde özgün bir İslâm felsefesi kurabilmenin teorik imkânından bahsetmekte ve bunu kendi çerçevesinden gerekçelendirmeye çalışmaktadır. Konuşma, İstanbul’da yapılmıştır. Özgün bir İslâm felsefesi yeniden çağa hitap edecek şekilde kurulacaksa bunun mekânının ve merkezinin kuşkusuz İstanbul olması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak böylesi bir felsefenin kurulabilmesi için teorik ve pratik hazırlıklara ihtiyaç vardır. Önce özgün bir felsefenin ortaya konulabilmesi için güçlü bir hazır bulunuşluk ve başlangıç gereklidir. Bu başlangıcın ve hazır bulunuşluğun imkânlarından ise Taha Abdurrahman, İstanbul’un fethinin imkânlarının hazırlandığı Ankara’da bahsetmiştir.

Taha Abdurrahman, 24 ve 26 Temmuz târihlerinde ilk konuşmasını tamamlayan iki tebliğ sunmuştur. Bunlardan ilkiyle onun özgün bir İslâm felsefesinin nazarî eksende hazır bulunuşluğu ve başlangıç noktasına işâret ettiğine, ikincisiyle ise amelî eksende bir hazır bulunuşluk ve başlangıç noktasını belirttiğine temâs edebiliriz. Taha Abdurrahman, Ankara’daki ilk konuşmasında çağın sorunlarına meydân okuyan, insanı düştüğü suflîleşme dehlizinden çıkabilecek ve bilimi yeniden hikmetin yolunda istihdâm edecek özgün bir İslâm felsefesinin başlangıcının tefkîr ile değil, tefekkür ile olabileceğini öne sürer. Taha Abdurrahman, tefekkür ve tefkîr arasındaki farkı, düşünme ve eyleme arasında kurulması gereken ittisâl paradigması ekseninde uzun uzun tartışır. Bunu burada yazımızın mahdûdiyeti içerisinde beyân edemeyeceğiz. Merak edenler tebliğ metnine bakabilirler. Ancak burada Taha Abdurrahman’ın vardığı sonucu kısaca ifâde etmekle iktifâ edeceğiz.

Taha Abdurrahman, Müslüman filozofun, özgün bir İslâm felsefesi kurabilmesi yolunda yola tefkîr ile değil, tefekkür ile başlaması gerektiğini düşünür. Zîrâ ona göre doğru başlangıç noktası İlahî Mîsakın hatırlanıp hatırlanamaması üzerinden anlaşılabilir. Burası Taha Abdurrahman için aksiyomatik bir ön-kabul noktasıdır.  “Mütefekkir” ve “müfekkir” arasındaki fark, öncelikli iki asıl olan “ilk tefekkür” ve “ilk sorumluluk” olgusunun her ikisini de insanın hâfızasında saklı tutup tutmaması ile alâkalıdır. Böylece tefkîr ölçülerine göre düşünen kişi, yapı ve değer olarak düşünce ile eylemi birbirinden ayırır. Bu, son tahlîlde İlahî Mîsakın hatırlanamamasına ve unutulmuş olmasına delâlet eder.

Tefekkür ehli bu Mîsakı zihninde canlı şekilde tutar. İlahî Mîsakın ilk şekli, Şehâdet Mîsakıdır. Bu mîsak, insana ilk tefekkürü kazandırmıştır. Bu noktada mütefekkir insan, işhâdî sıfatlara sâhip; doğru, istikâmeti olan, hatırlamaya yönelik ve şükürle iç içe bir düşünmenin fâili olur.  Mütefekkir insanın sâhip olduğu işhâdî sıfatlar, bizzat varoluşsal ve zamansal olarak düşünmenin yapısal şemasını belirleyen eylem unsurları olarak işlev görürler. Doğruluk, düşüncenin varlığını; istikâmet, düşüncenin şimdiki ânını; hatırlama, düşüncenin geçmişini ve şükür, düşüncenin geleceğini belirler. Tefekkür seviyesinde düşünen kişi, Şehâdet Mîsakına ait bu sıfatları hâfızasında saklı tutar.   İlahî Mîsakın ikinci şekli Emânet Mîsakıdır. İlahî Emânet Mîsakı, insana ilk sorumluluğu yüklenme olgusunu kazandırmıştır. Böylece mesul, hür ve mükellef insan olarak insan, adâlet ve hikmet nazarıyla kendisine, yekdiğerine ve âleme yönelebilir. İlk sorumluluk yüklenme olgusu, düşünmeyi ilahî emânet paradigmasına ait tefekkür edebilme formuna dönüştürür.

Bu şekildeki bir düşünme, ödeve dayalı, tevhîdi esâs alan, fıtrata uygun ve varlığı âyet olarak okuyan bir düşünme biçimini insana takdîm edebilir. “Ödev”, “tevhid”, “fıtrat” ve “âyet” şeklindeki ilahî emânet paradigmasına ait bu nitelikler, kesinlikle düşüncenin değerlerle oluşturduğu işlevsel ve mekân bağlantıları dikkate alındığında yani düşünmeyi onun amelî eksende değerlerle kesiştiği göz önünde tutulduğunda, değerini belirleyen amelî bileşenler olarak öne çıkar. Bu noktada “ödev”, “tevhid”, düşüncenin değerlerle oluşturduğu işlevsel bağlantıyı; fıtrat ve âyet ise düşüncenin değerlerle oluşturduğu mekân bağlantısını belirler. Nihâyetinde tefekkür eden kişi, bu ilahî emânet paradigmasını hâfızasında saklı tutar. Âleme sâhip olma ve onu tüketme ilişkisinden öte onunla buluşma, kavuşma ve emânet ilişkisi üzerinden onunla irtibât kurabilme bahtiyârlığını yaşar. Oysaki bir bakıma pozitivist ve seküler düşünme olgusunun oyuncağı olan tefkîr öznesi ise bu mîsaklardan hiçbirini hatırla(ya)maz.

Taha Abdurrahman, çağın sorunlarıyla yüzleşip ona çâreler hazırlayan özgün bir sistem için amelî hazır bulunuşluğu ise Ankara’daki ikinci konuşmasında, Gazze özelinde ifâde etmeye çalışmıştır. Taha Abdurrahman, “Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti” başlıklı tebliğinde kötülük kavramını etüt etmiştir. Mutlak kötülük kavramının Kant’ın radikal kötülük kavramından ve Arendt’in sıradan kötülük kavramından daha güçlü olduğunu dile getiren Taha Abdurrahman, radikal kötülüğün, ahlâkî yasanın çiğnenmesinde; sıradan kötülüğün tefkîr ilkesinin kısır döngüsünde; mutlak kötülüğün ise ilahî sözleşme ilkesinin (Şehâdet ve Emânet Mîsakları) çiğnenmesinde olduğunu dile getirir. Bununla birlikte radikal ve köklü şekilde dünyâyı baştan aşağıya yok etme şeklinde varlık bulan nihâyetsiz kötülüğün üç şekilde tezâhür ettiğini belirtir. Bunların ilki fıtratın yok edilmesi, ikincisi emânetin yok edilmesi ve üçüncüsü sözleşmenin yok edilmesidir.

Taha Abdurrahman, böylesi bir direnişi Gazze özelinde kavramsallaştırmayı seçer. Bu çerçevede Taha Abdurrahman’ın kendi ifâdelerine başvurabiliriz. “Kutsal davaya kendini adamış Filistinli direnişçi, her gücü ile mutlak kötülüğe karşı duruş sergilemekte, değerleri yenilerken, dünyâda insanı özgürleştirmektedir. Seçkin bir fikir olarak bu büyük karşı koyuşun kendi gücü oranında birtakım önermeleri ve özel vasıtaları vardır. Önermelerinden bahsedecek olursak bunlar büyük karşı koyuşun en büyük iyiliğin ifadesi olan bir ayet olması, farklı direnişler için bir model oluşturması ve İslâm’a ait ahlaki bir zamana tekabül etmesidir. Vasıtalarına gelince bunlar, fikrî sınır boyları edinmek, tefkir yerine tefekkür şeklindeki düşünme keyfiyeti ortaya koymak, tefekküre ait kavram sistematiğini kurmak, manaları ve fıtri değerleri ihya etmek ve dünyânın her yerine tefekküre ait kavramaları ve fıtri değerleri yaymaktır.” O hâlde çağa hâkim, insanlığa hâdim, fıtrat ve tabiat ile barışık, Şehâdet Mîsakı ve Emânet Mîsakının ehemmiyetini müdrik, özgün bir felsefî sistem inşâ edebilmek mümkündür.

Böylesi bir sistemi inşâ etmenin birisi nazarî, diğeri amelî iki hazır bulunuşluk temeli söz konusudur. Nazarî eksende insan, tefkîr yerine tefekkürle kuşanmalı ve tefekkür eksenli bir usûlü hazırlamalı; amelî eksende ise mutlak şer karşısında şahsiyet ve haysiyet kıyâmında durmalı ve bu kıyâma şâhit olabilmelidir. İkincinin imkânını tüm dünyaya direnen Filistinliler gösterebilmiştir. Bu haysiyet kıyâmına ortak olmak, Gazze davâsını omuzlamak (biz buraya hassaten Doğu Türkistan dâvâsının da eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz) ve özgün sistem için gerekli imkânları hazırlamak önemlidir. Bu önemin idrâk edilebileceği mekân ise kuşkusuz başkentimiz Ankara’dır. Taha Abdurrahman’ın konuştukları, konuştuklarının sırası ve mekânları bize bunları düşündürmüştür. Taha Abdurraham ekseninde kaleme aldığımız ikinci yazımız ise -kısa ve yüzeysel de olsa- hikemî ve ilmî düşünce geleneğimizin önündeki engeller ile -sözde- eleştirilerin eleştirisini yapmaya hasredilecektir.

Fotoğraf: AA

 

Ankara Üniversitesi ve Karaçi Üniversitesinde lisans, Liverpool Üniversitesi ve Ankara Üniversitesinde yüksek lisans, Ankara Üniversitesinde doktorasını tamamlamıştır. Almanya Tübingen Üniversitesinde misafir araştırmacı olarak bulunan Kala’nın telif kitapları dışında ulusal ve uluslararası akademik dergilerde makaleleri, kültür, sanat ve edebiyat dergilerinde ise yazı ve şiirleri yayımlanmıştır. Muhammed Enes Kala, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Ahlak, insan, siyaset, edebiyat ve din felsefesi üzerine çalışmaları devam etmektedir.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir